CHP’nin, terör devleti İsrail’in kuruluşunda önemli katkıları olduğu bilinen bir gerçek. 24 Ocak 1945 tarihli belgeye göre CHP’nin milli şefi İsmet İnönü, Avrupa’dan kaçan ve İsrail devletini kurmak için Filistin’e göç eden Yahudilere Türkiye üzerinden geçiş kolaylığı sağladı ve insani yardım yaptı, buna karşılık olarak Filistin Yahudi Ajanlığı tarafından kendisine bir teşekkür belgesi gönderildi.
İNÖNÜ’YE “DERİN” TEŞEKKÜR
Söz konusu belgede, Yahudilere yapılan insani yardım nedeniyle “derin bir memnuniyet” duyulduğu ve “çok samimi teşekkür edildiği” belirtiliyor. Belgede şu ifadeler yer alıyor: “Musevi göçmenlerinin Türkiye tarikiyle Filistin’e transit geçmelerini tanzim hususunda hükümetinizin ibraz ettiği yardım ve muaveneti Türkiye’deki mümessilimizden derin bir memnuniyetle öğrendim. Bu hususta Türk makamları tarafından ittihaz olunan insani ve müşfik hat-tı hareket binlerce Musevi mültecisinin düşman işgali altındaki memleketlerden kurtarılması için amil olmuştur. Bu yardımdan dolayı samimi teşekkürlerimizi lütfen kabul buyurunuz. Bu çok müsta’cel meselede zat-ı devletlerinin ve hükümetinizin dostane ve muavenetkar alakalarına devam edeceğine emin bulunuyorum.”
YAHUDİ AJANLIĞI REİSİ WEİZMAN İMZALI
Belgenin altında imza bölümünde, “Hürmetkarınız Weizman, Reis – Filistin Yahudi Ajanlığı” yazılı. En alta düşülen notta ise “Mektubun aslı ve ilişiği Hariciye Bakanlığı Hususi Kalem Müdürü Şadi Kador’a gönderilmiştir. 24.1.1945.” Belge no olarak ise “030.10.110.736.16” yazılı. Belgede ismi geçen Weizman ise, İsrail’in ilk devlet başkanı olan Chaim Weizman.
İNÖNÜ, YAHUDİLERE KUCAK AÇMIŞ
Söz konusu belgeye göre İnönü döneminde Türkiye, Yahudilere kucak açmış ve İsrail devletinin kuruluşunda önemli katkılar sağlamış.“Avrupa’dan kaçan Yahudilere Türkiye üzerinden Filistin topraklarına göç etmesine imkan tanınmış ve İsrail devletinin kurulmasına giden yolda Yahudilere en büyük insani yardım yapılmıştı.” Dolayısıyla İnönü’nün de yoğun çabaları sonucu İsrail devleti 1948 yılında kurulmuştu.
"İleriye doğru olduğundan şüphe etmediğimiz bir karardan dönülünce iş değişiyor. Salt bir ezan meselesi olmaktan çıkıyor iş. Daha bir sürü gericiliğin başlangıcı, daha bir sürü gericiliğe göz yummanın işareti oluyor. Bu düşüncemizin doğru olup olmadığını anlamak için belki biraz beklemek gerekecekti. Ama ona da hacet kalmadı. Başbakanın demecini duyar duymaz sarıklar, cübbelerle sokaklara uğrayan softalar düşüncemizin doğruluğunu çarçabuk ortaya koydu." Orhan Veli
Atatürk’ün hizmetkarlarından Cemal Granda anlatıyor:
Atatürk’ün manevi kızlarından biri de Zehra idi. Bu genç kızın acıklı ölümü, beni o zamanlar çok sarsmış, duygulandırmış, hayali yıllarca gözümün önünden gitmemişti.. Zehra, öğrenim yapması için Atatürk tarafından gönderildiği İngiltere’den dönerken, Fransa topraklarında kendini trenin penceresinden göle atarak canına kıymıştı. Bu acıklı olayın dedikodusu aylarca sürmüş, bütün ülkede çalkantıları olduğu gibi, Çankaya Köşkü’nde hizmet gören bizleri de uzun süre oyalamış, etkisine almıştı.
Atatürk, adı Zehra Mehmet olan bu Amasya’lı genç kızı, Kâğıthane’deki Darüleytam’ı (Yetimler Yurdu) gezerken görmüş ve manevî evlât olarak alıp, Çankaya’ya götürmüştü. Henüz çocuk yaşta olan Zehra, büyüdükten sonra Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’ne verilmişti.
Atatürk, öbür manevi kızları gibi Zehra’yı da kültürlü, ideal Türk kadınına örnek olarak yetiştirmek istiyordu. Zehra da tıpkı Sabiha Gökçen gibi havacılığa başlamış, fakat morali bozulduğu için hasta bir mizaca da sahip olduğundan bu heyecanlı ve tehlikeli mesleğe dayanamayıp ayrılmıştı. Atatürk, bu alanda başarısızlığa uğrayan Zehra’ya bir şans daha tanımış ve öğrenim yapması için onu Londra’ya yollamıştı.
Londra’da istenildiği gibi okuyamayan ve memleket özlemine dayanamayacağını anladığı için geri dönmek isteyen Zehra, Atatürk’e söz verdiğinden mahcup olmamak için oradaki oturma süresini uzatıyordu. Sonunda durumdan haberdar olan Atatürk, Zehra’ya isterse dönebileceğini bildirmişti. İşte talihsiz Zehra, 1936 yılında Londra’dan dönerken Amiens yakınlarında henüz yirmi yaşında Pars ekspresinden kendini atarak canına kıymıştı.
Yanında, Atatürk’ün silâh arkadaşlarından o zamanki Londra büyükelçisi Fethi Okyar olduğu halde yola çıkan Zehra, midesinin bulandığını ve başının döndüğünü öne sürerek biraz hava almak için çıktığı kompartımanın koridor penceresinden, gölün kıyısından yüz yirmi kilometre hızla giden trenden kendini boşluğa bırakıvermişti.
Atatürk, Zehra’nın ölümünü, Paris Büyükelçiliği’nden yollanan bir telsiz haberinden öğrenince çok üzülmüştü. O gün hemen Umumi Kâtip Hasan Rıza Soyak’a, Zehra’nın adının bildirilmemesi için emir verdi. Fakat olay çoktan duyulmuştu. Yalan yanlış gazete sütunlarını doldurmuştu bile.
Sonradan öğrendiğimize göre Paris Büyükelçisi’nin kızları ertesi gün Paris garına Zehra’yı karşılamaya gittiklerinde genç kızın trenden inmediğini görünce telâşlanmışlar. Kolay bulabilme umuduyla gar müdürüne başvurup ‘Trende Atatürk’ün kızı olacaktı. Çıkmayınca kaygılandık’ demişler. Olay bundan sonra Fransız gazetelerinde sansanyon için hemen paha biçilmez bir konu olmuş. ‘Atatürk’ün kızı intihar etti’başlığı altında çıkan yazılarla olay tüm dünyaya yayılmış.
Amiens istasyonuna giden Başkonsolos, Zehra’nın cesedini bir kilisede bulmuş. Meğer Türklerin Müslüman olduğunu ve cenazenin camide yıkanması gerektiğini bilmeyen Fransızlar, Zehra’nın ölüsünü kiliseye götürüp, üzerini haçlar ve çelenklerle örtmüşler. Böylece dini ödevlerini yerine getirdiklerini sanmışlar. Başkonsolos da, dilinin döndüğü kadar durumu anlatıp, ölünün üzerindeki haçları kaldırtmış. O zamanki Fransa hükümeti, Zehra’ya ‘Atatürk’ün kızı’ diye parlak bir cenaze töreni yapmayı kararlaştırmış. Fakat Başkonsolos buna engel olmuş. Buna rağmen, Paris Belediye Başkanı yine de cenaze kaldırılırken saygı duruşunda bulunmuş. Marsilya’ya getirilen ölü, orada da aynı tören tekrarlanarak Piyer Loti vapuruna konulup İstanbul’a getirildi. Maçka Mezarlığı’na gömüldü. Zehra’nın ölümüne bütün hizmetkârlar acımış, gözyaşı dökmüştük.
.::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::
Atatürk’ün pek bilinmeyen manevi kızı Zehra Aylin’in trajik hikayesi
Londra’dan Fransa’nın Calais şehrine yaptığı gemi yolculuğu onu yormuştu...
Yolculuğun daha iki ayağı vardı. Trenle Paris’e geçecek, oradan da ver elini İstanbul... Memleket hasretiyle yanıp tutuşuyordu İngiltere’ye gittiğinden beri. Neredeyse her gün okuldan çıkar çıkmaz Londra’daki Türk Büyükelçiliği’ne gidiyordu, biraz olsun yurdunun ‘kokusunu duymak’ için...
Kardeşleri Sabiha ve Rukiye’ye “Ne olur babamızı ikna edin de yurduma döneyim” diye yazdığı mektupların sayısını hatırlamıyordu bile.
İlk dönemin bitmesine yakın psikolojisi iyice bozulmuş ve hastalanmıştı.
Babasının ilk göz ağrısıydı. Hastalık haberi üzerine Türkiye’ye dönüş izni hemen çıktı.
“Sık biraz daha dişini” dedi içinden, “Çok yakında sevdiklerine ve vatanına kavuşacaksın.”
Refakatçisiyle birlikte Paris’e gidecek trene bindiler.
Koltuğuna yerleşti ve gözlerini kapadı.
Sanki tren inadına yavaş gidiyordu... Fakat bu sadece onun sabırsızlığından kaynaklanan bir histi.
Sabaha karşı 04:20’de midesinin bulandığını ve başının döndüğünü söyleyip hava almak için kompartmandan çıktı...
Aradan dakikalar geçmesine rağmen genç kadın kompartmana dönmemişti. Bir aksilik olduğunu düşünen refakatçisi panik halinde trenin acil durum frenini çekti.
Acı ‘çığlıklar atarak’ tekerlekler Amiens şehri yakınında duruverdi.
Burası genç kadının ‘son durağı’ olacaktı. Çünkü iki görgü tanığının anlattıklarına göre saatte 120 km hızla giden trenden düşmüştü...
Ya da kendini boşluğa bırakıvermişti... 19 Kasım 1935’te gerçekleşen olayın bu kısmı hala bir muamma... Ve çözüleceğe de benzemiyor... Efendim yukarıda bahsi geçen genç kadın Atatürk’ün manevi kızı Zehra Aylin...Ölümünün arkasındaki sır perdesi bugün bile ortadan kalkmış değil...
Tren ‘kazasının’ olduğu günün ertesi, Fransız basını “Atatürk’ün kızı ve Osmanlı tahtının varisi kendini trenden atarak intihar etti” manşetleriyle çalkalandı. Zehra’yı varis olarak görmelerinin sebebi ise Fransızlar’ın Atatürk’ü padişah zannetmeleriydi.
Zehra’nın ölüm haberi önce Paris’e sonra da Ankara’ya ulaşır ulaşmaz Mustafa Kemal’in kesin talimatı şuydu: “İsmi açıklanmasın, tören yapılmasın, tahnit edilip hemen Ankara’ya getirilsin.”
Fakat nafile... Elçilik görevlisi Firuz Kesim, Amiens’e vardığında oradaki kilisenin şapeli çoktan çiçeklerle kaplanmış, neredeyse tüm halk ‘Osmanlı Prensesi’ sandıkları genç kız için düzenlenen törende yerlerini almıştı.
Kesim, münasip bir dille Aylin’in Müslüman olduğunu anlatarak etraftaki haçları kaldırttı ve sonra da genç kadının naaşını teslim aldı.
Cenaze Paris’e kadar gittiği her istasyonda törenlerle karşılandı. Hatta Paris garında Fransa Cumhurbaşkanı temsilcisi ve farklı farklı ülkelerin elçileri bile hazır bulunmaktaydı.
Marsilya’da özel bir vapura konup İstanbul’a doğru yola çıkan Zehra Aylin’in naaşı için, yine her limanda törenler yapıldı.
Vapur İstanbul’a vardığında ise limanda vali, birkaç devlet adamı ve tabutu taşıyacak dört hamaldan başkası yokmuş. Aynı gün Teşvikiye Camii’nde kılınan cenaze namazından sonra Zehra, Maçka Mezarlığı’na gömülür. Cenazede Atatürk’ü temsilen Cumhurbaşkanı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak bulunmuştur.
Fransa’daki manşetlerin yerini Türk gazetelerinin üçüncü sayfalarındaki ufak haberler almıştır.
Bugün Zehra Aylin’in mezarının yeri bile tam olarak bilinmemekte...
Maçka’daki mezar taşlarının hangisinin ona ait olduğu meçhul...
Atatürk Amasya’daki bir yetiştirme yurdundan aldığı, anne babasını ufacık yaşta kaybetmiş Zehra’nın ölüm haberini duyduktan sonra herkes gibi “Acaba intihar mı etti?” diye düşünmüş olacak ki, derhal Fransız polisinin raporunu görmek istemiş.
Raporda ‘kaza’ yazıldığını gördükten sonra da “Şimdi müteessir oldum. Çok zeki ve inatçı bir kızdı, severdim” demiş.
(Kaynak: Mustafa Müftüoğlu, Yalan Söyleyen Tarih Utansın)
Buna rağmen Zehra Aylin’in arkasında pek çok soru işareti bıraktığı kesin.
Ölüm sebebi ve mezarının yeri bile belli olmayan bu ‘gizemli’ kadını biraz olsun hatırlayalım dedim.
YILDIRAY OĞUR, Hüseyin Menç'in araştırması üzerinden Atatürk'ün manevi kızlarını ve Zehra Aylin'in hikayesini gündeme getiriyor. Araştırma için ilginç bilgiler taşıyor.
Bir Cumhuriyet Prensesi’nin İntiharı Yıldıray OĞUR Yetmiş yedi yıl önce bir Kasım günü. Fransa’nın kuzeyindeki Amiens kenti tarihî bir gün yaşamaktadır. Halk bir cenaze için kilisenin de bulunduğu kentin meydanını hıncahınç doldurmuştur. Vali, Belediye Başkanı ve üniformalı komutanlar saf saf dizilmişler, bando ve merasim kıtası yerlerini almıştır. Meydana akın akın gelen gözü yaşlı genç kızlar gazetelerin tahtın vârisi bir Prenses olduğunu yazdıkları genç kızın naaşını beklemektedir. Bu genç kızın adı Zehra Aylin’dir.
“Prenses”in yirmi üç yaşında biten hazin hikâyesi, 1912 yılında Amasya’da yoksul bir ailede başlar. Dört yaşındayken babasını, beş yaşındayken de annesini kaybeden Zehra, kendisinden bir yaş küçük kardeşi Nuriye ile birlikte Amasya Dar’ul Eytamı’na (Yetimler Yurdu) yerleştirilir.
Bu yetim kıza, peri kızının değneği 25 Eylül 1924 tarihinde değer. Amasya’yı ziyaret etmekte olan Atatürk, Dar’ul Eytam’ı da ziyaret eder. Çocuklarla sohbet ederken on iki yaşındaki Zehra’nın verdiği zekice cevaplar ilgisini çeker ve yanına eğilip sorar: “Çocuk, benimle Ankara’ya gelir misin?”
Zehra, Atatürk’ün ilk manevi kız evladı olarak Çankaya Köşkü’ne yerleşir. Yalnızlığı kısa sürer. Atatürk her çıktığı yurt gezisinden başka kardeşlerle dönmektedir. Aynı yıl Konya’dan Rukiye, bir yıl sonra en yakın arkadaşı olacak Bursa’dan Sabiha ve İzmir’den Afet gelir. Onlara 1927’de İstanbul’dan Nebile (Atatürk’ün bir subayla evlendirdiği Nebile, eşinden şiddet görmüş, sonra gözünü kaybetmiş, bir sanatoryumda genç yaşta zatürreden ölmüştü) ve Fikriye, kısa bir süreliğine de Bülent (Atatürk’ün yatlarından Ertuğrul’un kaptanı Kemal Kaptan’ın kız kardeşi olan Selanikli Bülent Hanım Hıristiyan bir gençle aşk yaşayınca Köşk’ten uzaklaştırmıştı) eklenir.
Manevi kız kardeşler, Çankaya Köşkü’nün bahçesindeki iki odalı özel okulda eğitim alırlar, çoğu zaman bir örnek giyinirler. Atatürk elbiselerinin modellerine varıncaya kadar kızların hayatı ve yetişmesiyle yakından ilgilenir, hatta onlara düğünlerinde takılmak üzere beşer altın bilezik alıp kasaya saklar.
Lise için Sabiha ve Zehra Üsküdar Amerikan Kız Koleji’ne yazdırılır. İki kız önce havacılığa merak salar, Sabiha bu yolda devam eder ama çok başarılı bir öğrenci olan Zehra sıkılır. “Afet’le tarih, Zehra ile edebiyat konuşacağım” diyen Atatürk’ün isteğiyle edebiyat okumak üzere Londra’da Oxford Üniversitesi’ne bağlı Saint Hilda Koleji’ne gönderilir.
Hikâyenin bundan sonrası ile ilgili çok az şey biliniyor. Bilinen, Zehra’nın Londra’daki kolejde hiç mutlu olmadığı ve Atatürk’ün yanına dönmek istediği. Okuldan artakalan vaktinin çoğunu o sırada Fethi Okyar’ın büyükelçi olarak bulunduğu Türkiye’nin Londra Büyükelçiliği’nde geçiren Zehra, Sabiha ve Rukiye’ye yazdığı mektuplarda “Ben burada kalmak istemiyorum. Ne olur babamızı ikna edin de yurduma döneyim” diye yalvarmaktadır. Atatürk ise Zehra’nın eğitimini tamamlaması konusunda ısrarcıdır. Okulun başlamasının üzerinden yarım sömestir geçmiştir ki Zehra’nın psikolojisi bozulur ve hastalanır. Hastalığın bildirildiği Atatürk’ten nihayet Türkiye’ye dönüş izni çıkmıştır.
19 Kasım 1935 günü, Fethi Okyar’la birlikte gemiyle Londra’dan Fransa’ya geçen Zehra, oradan da Calais-Paris Ekspresi’ne bindirilir. Yanında bir refakatçisi vardır. Bir rivayete göre Fethi Okyar onu tanıdığı birine emanet etmiştir. Sabaha karşı 04.20’de Zehra rahatsızlandığını söyleyip hava almak için kompartımandan çıkar.
Sonrasını Le Figaro gazetesinin birinci sayfasından okuyalım:
“Bu öğleden sonra, saat 16.30 sularında, hızlı Calais-Paris treni Picquigny ve Ailly-sur-Somme istasyonları arasından geçtiği sırada genç bir kadın, birinci sınıf kompartımanın kapısından kazayla düştü. Alarm verilmesinin hemen ardından genç kadın rayların kenarındaki taşlarda yatar halde bulundu. Birçok yerinden yaralanan genç kadın Amiens Hastanesi’ne kaldırılmasına rağmen daha fazla dayanamadı. Kadının kimliği ise üstünden çıkan pasaportu sayesinde anlaşıldı. Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’nın evlatlık kızı olan Bayan Zehra otuz yaşındaydı ve İngiltere’den geliyordu. Somme Valisi Bay Jozon ve Özel Kalem Müdürü Bay Guérin, kiliseden önce cenazenin konduğu odada yatan kurbana saygılarını sunmak üzere hastaneye gitti. Ayrıca Fransız hükümeti de bir çelenk gönderdi.”
Rivayetler muhteliftir. Tren, Okyar’ın kızı teslim ettiği kimliği meçhul adamın bağırmasıyla ya da dönmemesi üzerine endişelenen refakatçisinin acil durum frenini çekmesiyle durmuştur. Döneminin en hızlı treninde Zehra’nın hava almak için kompartımanın kapısına nasıl çıktığı meçhuldür. En doğrusu Tek Adam’da Şevket Süreyya’nın dediği olsa gerek: Bu “intihara benzer bir ölümdür.” Haberi aldığı sırada Atatürk’ün yanında olan uşağı Cemal Granda’nın anılarında ise hüküm daha nettir: "Zehra, midesinin bulandığını ve başının döndüğünü öne sürerek biraz hava almak için çıktığı kompartımanın koridor penceresinden, gölün kıyısından yüz yirmi kilometre hızla giden trenden kendini boşluğa bırakıvermiştir.”
Haber önce Paris’e, sonra Ankara’ya ulaşır. Atatürk, Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak vasıtasıyla kesin talimatını verir:
“İsmi açıklanmasın, tören yapılmasın, tahnit edilip hemen Ankara’ya getirilsin.”
Telaşlanan Paris Büyükelçisi Suat Davas “Aman felaket!” diyerek elçilik görevlisi Firuz Kesim’i cenaze işlemleri için hemen Amiens’e gönderir. Gerisini ilk hareket eden trene elçilik için bağlanmış özel vagonla Amiens’e giden Firuz Kesim’den okuyalım:
“Amiens Kilisesi’ne gidildi. Bu kilise şapellerinden birinde üstü örtülü etrafı çiçekler, çelenkler ve haçlarla çevrilmiş biçâre Zehra’nın naaşı önünde bir saygı duruşu yaptık. Sonra kızın pasaportunu istedim, baktım, on yedi, on sekiz yaşında, Amasyalı Mehmed kızı Zehra! Fakat Atatürk’ün manevi evlâdı olduğuna dair küçücük bir işarete dahi tesadüf edemedim. Münasip bir lisanla, bu kızın Müslüman olduğunu anlatarak haçları kaldırttım.”
Kızın kimliğinin ortaya çıkması zaman almaz. Paris’te Zehra’yı karşılamak için bekleyen elçinin kızları, Zehra trenden inmeyince telaşlanıp Atatürk’ün manevi kızı olduğunu yetkililere söylemiştir. Fransız basınında haber birinci sayfalardan verilmektedir: “Atatürk’ün kızı trenden düştü” diyen de vardır, “Osmanlı tahtının vârisi prenses intihar etti” diyen de...
Cumhuriyetin ilanını tam anlamamış, Atatürk’ü hâlâ padişah zanneden Fransızlar için haber genç bir prensesin dramatik sonu hikâyesine döner. Elçilik görevlisi Firuz Kesim, Amiens’teki büyük cenaze törenini Ankara’nın talimatı gereği nasıl engellemeye çalıştığını şöyle anlatır:
“Gittim ezile büzüle merhumenin Atatürk’ün kızı olmadığını, tahsile gönderilmiş fakir bir ailenin kızı olduğunu anlatıp merasimden vazgeçmelerini âdeta yalvararak rica ettim. Şaşırdılar ve bando ile silahlı askerleri geri çektiler, ama gazetelerin verdikleri haberlerle toplanmış olan halka meram anlatmak kabil değildi.”
Cenaze Paris’e kadar her gittiği istasyonda törenlerle karşılanır. Bütün dünya ajansları ve gazeteleri, Zehra’nın fotoğrafları eşliğinde hazin sonuyla ilgili haberler yapar. Paris’te cenazeyi Fransa Cumhurbaşkanı’nın özel temsilcisi ve diğer ülkelerin elçileri çelenklerle karşılar. Oradan geçilen Marsilya’da da törenler olur. Cenaze burada özel olarak hazırlanan Teofil Gotye vapuruna konup İstanbul’a doğru yola çıkarılır. Vapur uğradığı limanlarda yine elçiler tarafından resmî törenler ve çelenklerle karşılanır. Ta ki İstanbul’a kadar…
Bunca görkemli törenden sonra cenazeyi taşıyan gemi, sabaha karşı vardığı İstanbul limanında vali, birkaç devlet zevatı ve tabutu taşıyacak dört hamal tarafından karşılanır.
Cenaze aynı gün Teşvikiye Camii’ne götürülür, oradan da Maçka Mezarlığı’na. Vali, resmî zevat, Fransız hükümet temsilcisi, CHP teşkilatı ve öğrencilerin katıldığı cenazede Atatürk’ü, Cumhurbaşkanı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak temsil eder. Maçka’daki mezarın üstüne de Atatürk’ün adını taşıyan büyük bir çelenk bırakılır.
Zehra’nın ölüm haberini Türkiye’de gazeteler birinci sayfalarından, fazla ayrıntıya girmeden duyurur.
Dışişleri’nin resmî görüşü kaza olsa da o günlerde Time dergisine konuşan Paris’teki Türkiye Büyükelçiliği’nden ismi verilmeyen kaynaklar Zehra’nın intihar ettiğini ima ediyor ve suçlu olarak da “kasvetli kasım havalarını” gösteriyordu. 2 Aralık 1935 tarihli Time dergisi Zehra’nın ölüm haberini şöyle verdi:
“Türk haremini ortadan kaldıran Diktatör Kemal Atatürk, hiçbir hükümdarın sahip olmadığı kadar evlatlık kıza sahip. Geçen hafta, beş evlatlık kızından biri olan minyon, kahverengi gözlü, kısa kesilmiş kuzguni siyah saçlı Bayan Zehra, Calais-Paris treninden düştü ve kafatası kırılarak yaşamını yitirdi. Londra yakınlarındaki St. Margaret Okulunun müdiresi ‘Onun vatan hasreti çektiğine dair en ufak bir düşüncemiz yoktu. Tiyatroya yoğun bir ilgisi var gibiydi’ diye konuştu. Paris’teki Türk Elçiliği ise ‘Muhtemelen kasvetli kasım havaları onu depresyona soktu’ yorumunu yaptı.”
Yıllar sonra Zehra’nın hikâyesini araştırırken Amasya Nüfus Müdürlüğü kayıtlarına giren Amasyalı tarihçi Hüseyin Menç ise tuhaf bir ibareyle karşılaşacaktır. Zehra Aylin’in hâlâ “Kapalı Kayıt” görünen ölüm hanesinin altına şu not düşülmüştür:
“5490 sayılı Nüfus Hizmetleri Kanunu’nun 33. maddesi ve anılan kanunun uygulamasına ilişkin yönetmeliğin 69. maddesi uyarınca Genel Müdürlük makamının 03.11.2008 tarihli oluru ile adı geçenin ölüm araştırması yapılacaktır. Araştırma sonuçlanıncaya kadar bu kayıt üzerinde işlem yapılamaz ve bu açıklama ölümün hukuki sonuçlarını doğurmaz.”
Zehra’dan bir daha kimse bahsetmez. Ta ki 1999 yılına kadar…
1999 yılında Hürriyet gazetesinde “Maçka Mezarlığı kayboluyor” başlıklı bir haber çıkar. Haberin bir yerinde şöyle denmektedir:
“Maçka Mezarlığı’nın en garip öyküsü, tüm aramalarımıza rağmen mezarını bulamadığımız Atatürk’ün manevi kızı Zehra Aylin’e ait. Her hafta gelip Maçka Mezarlığı’nda büyüklerini arayan birçok torun gibi biz de Zehra’nın mezarını bulamadık.”
....
Zehra Aylin’in hikâyesini doğduğu Amasya’da araştıran tarihçi Hüseyin Menç’in makalesi; “Atatürk’ün İlk Manevi Kızı, Amasyalı Zehra Aylin”. bkz. www.huseyinmenc.com. TÜRKİYE GAZETESİ
Kaynak: Atatürk'ün Manevi Kızları ve Zehra Aylin'in Ölümü
Paris ekspresine bindi. Tren Amiens Gölü yakınlarındaki istasyona varmak üzereyken içinin daraldığını söyledi. Pencereye yanaştı ve ne olduysa o an oldu. Bir rivayete göre dengesini kaybedip düştü, bir diğerine göre ise intihar etti Geçtiğimiz hafta henüz Atatürk'ün doğru düzgün biyografisine sahip değiliz diye yazmıştım. O halde iş başa düştü. Atatürkün bilinmeyen yaşamına ilişkin küçük bir katkı sunmak şart oldu.
Atatürk'ün manevi kızları denince aklımıza bu dünyadan göçmüş olan Sabiha Gökçen, Afet İnan Hanımlar ve halen hayatta olan Ülkü Adatepe Hanımefendiler gelir. Ama Atatürk'ün manevi evlatları bu isimlerle sınırlı değildi. Rukiye, Zühre, Ömer, Afife, Nebile, Sığırtmaç Mustafa, Abdurrahim Tunçak ve Zehra Aylin... Hemen hiçbiri hakkında doğru dürüst bilgimiz yok. Ne yaptılar? Nasıl bir hayat sürdüler? Kimle evlendiler? Çocukları oldu mu? Hiçbir şey bilmiyoruz... Dedim ya ulu önderimiz Atatürk'ü artık Selanik-Samsun tarih tekerlemelerinden kurtarmamız lazım... Mesela evlatlıklar arasında da akraba evlilikleri oldu mu? Ama şu bilgiler elimizde. Atatürk'ün üvey babası Ragıp Bey'in kızı Rukiye ise Atatürk'ün manevi evladı oldu.
Aslında Rukiye Hanım Atatürk'ün üvey kardeşiydi. Kendine manevi evlat yaptı. Zübeyde Hanım'ın evlatlığı Vasfiye Hanım ile Fransızca öğretmeni Tahsin Çukurluoğlu'nun kızları olan Ülkü Hanım (Adatepe) da Atatürk'ün evlatlığı oldu. Yani Ülkü Hanım'ın annesi Vasfiye Hanım Zübeyde Hanım'ın evlatlığıydı, kendisinde Mustafa Kemal'in evlatlığı oldu. Ülkü Hanım ilk evliliğini kiminle yaptı? Manevi evlatlardan Sabiha (Gökçen) Hanım'ın amcasının oğlu üsteğmen Fethi Doğançay ile. Bu evlilikten iki çocuk dünyaya geldi ama kısa sürdü. Ülkü Hanım, Fethi Bey'le evliyken gönlünü bir Musevi gence kaptırdı. Hemen eşinden boşandı. İkinci evliliğini tüccarlık yapan Musevi asıllı Yeşua Bensusen'le yaptı...! Bu evlilik büyük tepki topladı. Atatürk'ün kızı bir Yahudi'yle evlenemezdi! Tepkiler üzerine Yeşua Bensusen adını Yaşar Bensu olarak değiştirdi. Ama nikahtanda da vazgeçmediler. Milli Türk Talebe Birliği Atatürk'ün miras haklarının Ülkü Hanım'dan alınması için gösteriler yaptı...
Tepkiler hem Atatürk'ün kızının bir Musevi'yle evlenmesi hem de kendinden genç bir gençle evlenmesi yüzündendi. Neyse konumuz bu değil...! Zehra Aylin'e gelelim. Atatürk onu bir Dar-ül Eytam (yetim) yurdu ziyaretinde tanıdı. Yetim çocuklardan 8-9 yaşındaki bir kız çocuğu dikkatini çekmiş ve bu kara kaşlı kara gözlü bu kıza adını sormuştu. Küçük kız Zehra diye cevap verdi. Atatürk 'benimle gelir misin' diye ekledi. Zehra başını öne eğdi. Atatürk'ü tam olarak tanımıyordu. Olur, diye mırıldandı. Zehra Aylin için ondan sonra Çankaya günleri başladı.
Babasını Çanakkale savaşında kaybetmişti. Babasının adı Mehmet’ti. Amasyalı'ydılar. Zehra Aylin babasını hiç hatırlamıyordu. Çankaya'da diğer evlatlıklar arasında en çok Rukiye (Erkin) ve Sabiha (Gökçen) ile anlaşıyordu. İçine kapanık biraz da dalgın bir yapısı vardı. İlkokulu Çankaya Köşkü'nde okudu. Orta eğitim için Atatürk'ün isteği üzerine Arnavutköy Kız Koleji'ne gönderildi. Edebiyata ilgisi vardı. Bunu öğretmenleri de fark etmişti. Zehra Aylin'in edebiyatta yetenekli olduğu bilgisi Atatürk'e ulaştırıldı. Gazi, yaz tatillerinde Zehra Aylin'le uzun edebiyat sohbetleri yapıyordu. Ama eğitimini daha da geliştirmesi için yurtdışına gitmesi gerektiğini söylüyordu. 'Ben Afet'le tarih, Zehra'yla edebiyat konuşacağım' diyordu.
Zehra'nın bir diğer ilgi alanı da havacılık olmuştu. Sabiha ile beraber havacılık eğitimi almak istiyordu ama bu merakı yarım kaldı. Tahsil için İngiltere'nin yolunu tuttu. Londra'da eğitime başladı. Ama bir şartla... Yaz tatillerinde Türkiye'ye gelecekti. 1935 yılında neler oldu peki? Burada duralım. Zehra Aylin, o yıl Türkiye'ye dönmek istiyor muydu? Anlatılanlara bakılırsa Londra'da adaptasyon sorunu yaşıyordu ve Türkiye'ye dönmeyi arzuluyordu. Peki nasıl yola çıktı? Önce gemiyle Manş Denizi'ni aşıp Paris'e gelecek oradan da Paris Ekspres'iyle Türkiye'ye demiryoluyla varacaktı.
Ama ona eşlik eden birisi vardı. Londra Büyükelçimiz Fethi Okyar...! Şimdi şu soru ortalık yerde duruyor. Neden Londra büyükelçimiz trenle eşlik etsin. Ali Fethi Bey yaz tatiline gidecek Atatürk'ün manevi kızını neden bu kadar kontrol altında tutmaya çalışsın. Neyse... Zehra Aylin Paris ekspresine bindi. Tren Amiens Gölü kıyılarındaki istasyona varmak üzereyken içinin daraldığını, midesinin bulandığını söyledi ve kompartımandan çıkıp koridordaki pencereye yanaştı. İşte ne olduysa o anda oldu.
Bir anlatıma göre dengesini kaybedip hareket halindeki trenden düştü, bir diğer versiyona göre de intihar etti... Zehra Aylin oracıkta yaşamını yitirmişti. Tren biraz ileride durduktan sonra herkes Zehra'nın yanına koştu, ama cansız bedeniyle karşılaştılar. Fransız gazeteleri haberi 'Atatürk'ün kızı ve Osmanlı tahtının varisi intihar etti', şeklinde verdiler. Atatürk, olayın fazla konuşulmasını istemedi. Ama yine de Türkiye'de çıkan bazı gazeteler küçük bir haber olarak yer verdiler. Ama hepsi Zehra Aylin'in ölümünü bir tren kazası olarak duyurdular.
Zehra Aylin'in talihsizliği ölümüyle de bitmedi. Zehra Aylin için ilk tören Amiens'te yapıldı. Ama bir kilisede...! Ardından cenaze Paris'e gönderildi. Burada Paris Büyükelçisi Suat Davas vardı ve Paris Belediye Başkanı da ona eşlik ediyordu. Kalabalık bir katılımla düzenlenen ikinci törenin ardından Zehra Aylin'in naaşı 'Teofil Gotye' vapuru ile Türkiye'ye yollandı. Ancak ilginçtir,Türkiye'de beklendiği gibi bir cenaze töreni düzenlenmedi. Hatta cenazeyi Galata Limanı'nda karşılayan bile olmadı. Defin işlmlerine devlet ricalinden kimse katılmadı. Cenaze Teşvikiye sağlık yurduna götürüldü. İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ naaşı buradan alıp sessiz sedasız bir şekilde Maçka mezarlığına gömdü. (Zehra Aylin'in hikayesini araştırdığım yıllarda mezarını bulabilmek için birkaç kez Maçka mezarlığına gittim. Ama mezar yeri belli olmadığı için bulamadım.) Zehra Aylin'in yetimhanede başlayan trajik hikayesi mezarı bile belli olmayan bir istirahatgahta son bulmuştu. Şimdi şu soruları sormak zorunlu...
1- Zehra Aylin devletin önem verdiği biri değilse neden Londra büyükelçimiz Türkiye dönüşünde ona trenle eşlik ediyor?
2- Yok eğer çok önemliyse ve kazayla öldüyse neden cenaze töreni düzenlenmiyor?
3- Fransızlar, Müslüman bir ülkenin mensubunun cenazesinde hangi bilgiye dayanarak kilisede tören düzenliyorlar?
4- Zehra Aylin'in, Amasya'da siyaset yapan akrabalarına, Atatürk'ün hissedarı olduğu için İşbankası'ndan bir ödeme yapıldı mı? Bu soruların cevabı araştırmacılarını bekliyor...
Atatürk’ün tartışmalı evlatlıkları ve şüpheli ölümleri!
Pek çoğu yakın tarihlerde vefat etmesine rağmen Atatürk’ün manevi evlatları şüpheli ölümleri, aile bağları, hatta kaç kişi oldukları ile bile hâlâ tartışma konusu. Abdürrahim, Zehra, Rukiye, Sabiha, Afet, Nebile, Sığırtmaç Mustafa, Ülkü isimleri Atatürk’ün manevi evlatları olarak biliniyor.
Aksiyon Dergisi'nde yer alan yazıda; Kemalizm gölgesi altında geçinen Atatürkçüler dahi Mustafa Kemal hakkında doğru bilgi ortaya koymuş değil.Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusunun onca araştırmaya rağmen daha nicesine konu edilecek yönleri var. Manevi evlatları konusu da bunlardan biri. Pek çokları, sorduğunuzda, Atatürk’ün bilinen, belli başlı 4-5 manevi evladının ismini hatırlıyor ki onlar hakkında da pek bilgi sahibi olunmadığı anlaşılıyor. Kimileri manevi evlatlarının sayısını 11’e kadar çıkarırken, kimileri onların biyografilerinde hoşlarına gitmeyecek yanları ‘gizlemeyi’ tercih etmiş, ediyor.
Atatürk’ün manevi evlatları da vasiyeti gibi tartışma konusu. Atatürk’ün Fatma, Ahmet, Ömer ve Naciye gibi erken vefat edenlerin dışında hayatta kalan tek kardeşi Makbule Hanım bile, 1955 yılında kendisine sorulan bu soruya, düşünerek de olsa “Zühre, Afife, Abdürrahim ve İhsan” diyebilmişti. Zühre dediği, Mustafa Kemal’in 1924’te bir yetimler yurdunda görüp yanına aldığı ilk manevi evladı, 9-10 yaşlarındaki Zehra Aylin’di.
Zehra’nın dışında Rukiye, Sabiha, Afet, Nebile, Abdürrahim, Sığırtmaç Mustafa, İhsan, Ülkü isimleri Atatürk’ün manevi evlatları olarak biliniyor. Ancak bir kısmının ‘manevi evlatlığı’ tartışmalı iken bunlara, özellikle hayatlarının son anlarında Nuriye İdil, hatta Macide Tanır gibi isimler de eklenmişti kamuoyu tarafından.
Bugüne kadar yazılanlar Zehra Aylin’in ilk manevi evlat olduğunu söylüyordu. Ancak Mete Akyol’un, 1981’de, Milliyet Gazetesi’nde ‘Bu çocuğu yetiştirdi’ şeklinde manşetten duyurduğu ve Atatürk’e benzerliği ile hâlâ tartışma konusu olan bir de Abdürrahim Tuncak vardı. Öyle ki Tuncak, 3 yaşından beri Mustafa Kemal ve annesi Zübeyde Hanım’ın yanında kaldığını hatırlayıp beyan etmesine rağmen sıralamaya konmuyordu. Türkiye, Abdürrahim Tuncak’ı son 30 yıldır Mete Akyol’dan duymuştu belki ama gazeteci Şemsi Belli, Makbule Atadan ile yaptığı röportaj sırasında evde bulunduğundan onu da 1955 yılında tanıtmıştı. Abdürrahim’in Atatürk’e benzerliği ve çok küçük yaştan itibaren Zübeyde Hanım’ın yanında barındırılıp büyütülmesi, onun Fikriye Hanım’la Mustafa Kemal’in çocuğu olduğu iddialarını da yıllarca beraberinde sürüklemişti. Hatta Tuncak’ın, Akyol’a verdiği röportajda “Ben ana da bilmem, baba da bilmem” diyerek suallere kapalı cevaplar vermesi de iddialara gizem katmıştı. O kadar ki Sunday Times gazetesi muhabiri bile aradaki benzerliği fark edip Tuncak ile röportaj yapmaya Türkiye’ye gelmiş, ancak o İngiliz muhabirle görüşmemiş, muhabir de Akyol’dan ve yaptığı röportajdan faydalanmakla yetinmişti. Akyol, İngiliz gazeteciye, ‘Kendisi böyle bir şey söylemiyor, başkalarının da söylemesini istemiyor’ diyerek, ‘Tuncak, Atatürk’ün oğludur’ diye yazmamak şartıyla tüm bilgileri vermişti. Yazı, Sunday Times’da ‘Modern Türkiye’nin kurucusu Atatürk’e bir oğul (mu)?’ başlığıyla yayımlanacaktı.
Atatürk’ün ölümünden sonra kız kardeşi Makbule Atadan’ın Abdürrahim Tuncak’ı ‘nüfusuna almak istemesi de dikkat çekiciydi. Akyol’un, Milliyet’teki yazısında belirtildiği gibi Makbule Atadan, Abdürrahim’i evlat edinmek isteyecekti önce. Bazı kanuni engellerle karşılaşınca da bu sefer Tuncak’ın eşi Mualla Hanım’ı evlat edinecekti. Böylece Atatürk’ten Makbule Atadan’a kalan ‘özel mirası’ da Tuncak ailesine intikal edecekti.
Abdürrahim Tuncak, “Gerçek babamın Ali adlı bir memur olduğunu söylerler. Ancak annemin adını bilmiyorum” dediği yine Milliyet’te, bu sefer Perihan Çakıroğlu tarafından 1985’te yapılan röportajda, öksüz kaldıktan sonra babaannesi tarafından bakıldığını belirtmişti. O da ölünce babaannesinin Selanik’ten arkadaşı Zübeyde Hanım’ın himayesine geçtiğini anlatıyordu.
Bütün bunlara rağmen, “Atatürk’ün kendi oğlu muydu?” sorusuna 13 Ağustos 1999’da İstanbul’da vefat eden Tuncak’ın kızı Nuray Çulha “Ben böyle bir şeyi söylemeye söz sahibi değilim.” diye cevap verecek, konunun arafta kalması herkesin işine gelecekti anlaşılan.
Zehra Aylin’in şüpheli ölümü Mustafa Kemal’in evlatlıkları içerisinde en talihsiz olan Zehra Aylin’di demek yanlış olmaz. Amasyalı Mehmed adında bir babanın kızı olan 1912 doğumlu Zehra, 1916’da babasını, bir sene sonra annesini kaybetmiş, kimilerine göre, Atatürk’ün, Kağıthane’deki, kimilerine göre de Amasya’daki bir yetimler yurdunda görüp Çankaya Köşkü’ne aldığı biriydi. Hepsinde olduğu gibi eğitime önem veriyordu Mustafa Kemal. Amerikan Kız Koleji’nde yani bugünkü Robert Koleji’nde okumak için İstanbul’a gönderilmişti. Zehra, yükseköğrenimini edebiyat alanında yapması için de İngiltere’ye gidecekti. Havacılığa merakı vardı onun aslında. Zehra Londra’ya alışamadı, vatanını özlüyordu. Atatürk, eğitimini yarım bırakacağı endişesi ile Türkiye’ye dönmesini istemiyordu. Ama onun kararlılığını görünce izin verdi. Londra’daki Türk büyükelçiliği kanalı ile yakından takip edilen Zehra, Fransa üzerinden dönüş yapacaktı. 19 Kasım 1935’te, bindiği ekspres, Amiens civarında iken Zehra trenden aşağı bıraktı kendini. Bir başka rivayete göre ise mide bulantısını gidermek için çıktığı kompartımandan dengesini kaybederek düşmüştü. Fransızlar ‘Cumhur reisinin kızı ve Osmanlı tahtının vârisi kendini trenden atarak intihar etti’ diye duyurdu olayı ilk gün. Ve törenler yapıldı, naaşının geçirildiği yerlerde. İlk tören Amiens’te bir kilisede düzenlenmişti. Sonrasında Türkiye’ye uğurlandı cenazesi. Fakat genç kızın naaşı Türkiye’de, Galata Rıhtımı’nda aynı alakayı görmeyecekti. İstanbul gazeteleri de olayı arka sayfalarında tek sütunda basacaktı. Maçka Mezarlığı’na defnedildi Zehra. Ama bugün yeri kayıplar arasında sayılıyordu.
Zehra Aylin’in ölümü Atatürk’ün yakınında bulunmuş olanların hatıralarında da intihar olarak görünüyordu çoğunlukla. Atatürk’ün uşağı Cemal Granda intihar, Şevket Süreyya Aydemir ‘intihara benzer bir ölüm’ diye naklederken Lord Knross ‘düşerek öldüğünü’ ifade etmişti.
Mustafa Kemal’in, yurt gezilerinde görüp takdir ettiği yetim kız çocuklarını Çankaya Köşkü’ne getirmesi ile Zehra’ya kısa zamanda başkaları da katılacaktı. Konya’dan Rukiye’nin ardından bir sene sonra Bursa’dan Sabiha, İzmir’den Afet, 1927’de İstanbul’dan Nebile katılacaktı bu ortama. Ülkü’nün doğmasına daha vardı. Daha çok kızları manevi evlat edinmişti. Abdürrahim Tuncak’ın dışında bir Yalova seyahatinde görüp yanına aldığı Sığırtmaç Mustafa (Demir) da erkek evlatlıklardan biriydi. İhsan diye bir isim de zikrediliyordu ancak hakkında detaylı bilgi yoktu.
Atatürk’ün yakın çevresinde bulunan Kılıç Ali’nin oğlu Altemur Kılıç, bu ve bazı isimlerin evlatlık olmadığını söylüyordu. Hatta Kılıç, kendilerini duyurmak için isimlerini ortaya attıklarını anlattı bize. Mesela İhsan’ın, kendisini evlatlık olarak iddia ettiğini ama böyle bir şeyin olmadığını ifade ediyordu. Kılıç, Sığırtmaç Mustafa için de aynı iddiada bulundu Aksiyon’a yaptığı açıklamalarda. Altemur Kılıç’ın bu ortamlarda bulunmuş eşi Güzide Esirgemez de bunun üzerine “Ben de söyleyebilirdim. Atatürk’le beraber dondurma yedim, yemek yedim. Yani ben de evladıydım desem…” şeklinde tepkisini ortaya koyuyordu.
Atatürk’ün eski eniştesi Mustafa Mecdi Bey’e dayandırılan bir çalışmaya göre bu isimlerin yerlerine başka isimler yer alıyordu. Bunlardan biri Abdürrahim’den sonra Atatürk’ün Bitlis’ten geri çekilme sırasında kendisine sığındığı 6-7 yaşlarındaki yetim Afife idi. Onun hakkında da pek bilgi yoktu. Sabriye ismi de duyulmuş bir evlatlık ismi değildi.
Afet İnan evlatlık değildi Bu isimler arasında Afet İnan’ın ayrı bir yeri vardı. O, manevi evlatlıktan ziyade bir yardımcı gibiydi. Altan Deliorman’ın Atatürk’ün Hayatındaki Kadınlar kitabında bu düşünceyle Köşk’e alındığı resmediliyordu. Araştırmacı Süleyman Yeşilyurt da ‘Ata’nın Hayatındaki On Dokuz Kadın’ kitabında Bulgaristan Şumnulu İsmail Hakkı Uzmay’ın kızı Afet İnan’ın Latife Hanım’dan sonra Köşk’ün ‘first lady’si olduğunu söylüyor. Afet Hanım’ın bu durumunu ‘Atatürk-İnönü Kavgası’ kitabında da ele alan Yeşilyurt, konuyu telefonda Sabiha Gökçen’e de açmış, Gökçen’den, konuyu geçiştirircesine “Evladım, Atatürk’e kim âşık olmadı ki!” cevabını almıştı. Yeşilyurt, “Yıllar yılı onu manevi evlat gibi gösterip Atatürk’e iyilik yapacağım derken, farkında olmadan en büyük kötülükleri yaptıklarını” dile getiriyordu bununla. Lord Kinross da ‘Bir Milletin Yeniden Doğuşu’nda durumu “Yavaş yavaş Gazi için bir eşin alabileceği yeri aldı.” şeklinde değerlendirmişti. Altemur Kılıç’a göre ise “Afet Hanım Atatürk’ün manevi evladı değildi.” O da “Arkadaşı idi, fikir birliği yaparlardı. Danışmanı idi.” diyordu.
Bir kısmı, vefatından sonra ailesi tarafından tamamlanan ‘Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler’ kitabında Ayşe Afet İnan, annesinin ailesinin Selanik’in kazası Doyran’dan olduğunu anlatıyor. Peki, bunun ne önemi var? Önemi, ertesi gün Atatürk İnan’ın ailesini ziyarete gittiğinde, geçmişe dair bir bilgiyi de pekiştirmesinde. Atatürk, saklanmak zorunda olduğu dönemde Afet İnan’ın anneannesinin dayısının çiftliğinde kalmıştı. Aydınlığa kavuşması gereken bir bilgi daha vardı. Gazeteci Perihan Çakıroğlu, 1985’te Milliyet’te yayımladığı ‘Atatürk’ün evlatları’ dizisinde onun, Atatürk’le uzaktan akraba olduğunu yazmıştı.
1908’de Doyran’da doğan, eğitimini tamamlayıp Lozan’da Fransızca, Cenevre’de tarih okuyup, sosyoloji doktorası yapan Afet İnan, Atatürk’ün ölümünden iki yıl sonra, 1940’ta, Doktor Rıfat Bey’le evlenmiş, Arı adında bir kızı ve Demir adında bir oğlu olmuştu. Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu gibi kurumların kurucu başkanlığını da yapan Afet Hanım, 1985’te vefat etmişti.
Zehra’dan hemen sonra Köşk’e gelen isim Rukiye idi. 1911 doğumlu Rukiye, Gürkan Hacır’ın Akşam gazetesindeki yazısına göre Atatürk’ün üvey babası Ragıp Bey’in kızı idi. Bunu doğrulayacak bir bilgiye ulaşamadık. Fakat, 1995 yılında İstanbul’da vefat eden Rukiye Hanım kendi ağzından Atatürk’le nasıl irtibatı olduğunu anlatmıştı. Aslen Konyalı idi. Babası, nasıl ve nerede olduğunu bilmediği bir şekilde Kurtuluş Savaşı sırasında Mustafa Kemal ile tanışmış, Cumhuriyet’in ilk yıllarında anne ve babasını kaybedince 4 kız kardeş yalnız kalmıştı. Bunu duyan Atatürk, Seydişehir’de yaşayan 4 kız kardeşin en küçüğünün Köşk’e gönderilmesini istedi. Atatürk onun da eğitimi ile yakından ilgilendi. Zehra ve daha sonra aralarına katılacak Sabiha gibi o da ilkokulu Çankaya İlkokulu’nda okudu. Sonrasında Atatürk onu Notre Dame de Sion’a gönderdi. Manevi evlatlarını, okul konusunda onlardan aldığı izlenime göre yönlendirmişti Atatürk.
Atatürk’ün manevi kızları her zaman Çankaya Köşkü’nde ikamet etmiyordu. Okullar bitince dönüyorlardı Köşk’e ancak. Böyle bir zamanda, 1930 yılının başında Atatürk Orman Çiftliği’ndeki koruma birliğinin komutanı Hüsnü Bey’in gözüne ilişmişti Rukiye. Büyükler, Hüsnü Bey’i evlendirmek istedikleri zaman da gönlünde birisinin olup olmadığını sormuşlar, o da Rukiye’yi beğendiğini ifade etmişti. Düğünleri 1930’da Dolmabahçe Sarayı’nda yapıldı. Rukiye-Hüsnü Erkin çiftinin bir oğlu oldu.
1913’te dünyaya gelen Sabiha (Gökçen) dünyanın ilk kadın savaş pilotu olarak nam salmıştı. Günümüzde hayli tartışma konusu yapılan 1937-38’deki Dersim operasyonlarında uçağı ile bölgeyi bombalayan pilotlardandı. Onun için Dersim tartışmalarıyla birlikte manevi evlatlar arasında ismi en çok gündeme gelenlerden biriydi. Onun manevi evlat olma hikâyesi de Atatürk’ün Latife Hanım’la Bursa ziyareti ile başlamıştı. Ermeni kökenli olduğu da gündeme geldi. Altemur Kılıç, kendisi inanmasa da eskiden de bu söylentilerin olduğunu söylüyordu.
Sabiha da İstiklal Savaşı yıllarında anne babasını kaybetmişti. Ağabey ve ablalarının yanında ikamet ediyordu. O ilkokula giderken Bursa, Yunan işgali altındaydı. Artık ağabeyine de yük olmak istemiyordu. Atatürk’e durumunu anlatma imkânı bulmuş, Atatürk ağabeyi ile de görüşerek karar vermiş, Sabiha da böylece Çankaya’nın yolunu tutmuştu. Eğitimlerinin ardından Atatürk onu havacılık konusunda teşvik etmiş, 1935’te Türk Hava Kurumu’nun Türk Kuşu Sivil Havacılık Okulu’na girmişti. Soyadı Kanunu çıkınca Atatürk ona Gökçen’i uygun gördü. Kardeş gibi anlaştıkları Zehra’nın ölümüne çok üzülmüştü. Gökçen, kadınların orduda görev yapmasına ilişkin yasa çıkmadığı için ordudan ayrıldı ve Türkkuşu Uçuş Okulu’na başöğretmen tayin edildi. Türk Hava Kurumu yönetimine de girdi, sonrasında. Ve 22 Mart 2001’de de vefat etti.
Nebile ‘manevi aile’ ortamına son katılanlardan biriydi, ama erken vefat edenlerden oldu; 1943’te menenjit ve tüberkülozdan hayatını kaybetti. Nebile konusu da Atatürk’le nasıl tanıştığından tutun ona duyduğu sevgisine kadar tam aydınlığa kavuşmuş değildi. Bir şeyh kızı ve İzmir Valisi Eşref Bey’in yeğeni diye tanıtılıyordu. Bir başka yerde ise Beylerbeyili, kimsesiz zeki bir kız çocuğu şeklinde ifadesini bulmuştu. Şemsi Belli ve Altan Deliorman’ın uzunca boylu, zarif kız diye tanımladığı Nebile, 1927’de Çapa Öğretmen Okulu’ndan Dolmabahçe Sarayı’na getirilen üç kız öğrenciden biri olarak Mustafa Kemal’in manevi kızları arasına girmişti. Sabiha Gökçen, Nebile’nin 1928’de aralarına katıldığını, dolayısıyla Atatürk’le en az onun beraber olduğunu anlatmıştı. Atatürk, kısa sürede onu hariciyeci Tahsin Bey ile evlendirdi. Düğünleri Ankara Palas’ta yapıldı. İki yıl evli kalabildiler. İkinci evliliğini İzmit Kâğıt Fabrikası’nda çalışan genç mühendis Sabahattin İrdelp ile gerçekleştirdi. Bu evlilikte de mutluluğu bulamayınca 1942’nin sonuna doğru yine boşandı. Atatürk’ün vasiyetine binaen 100 lira maaş bağlanmıştı kendisine.
Sığırtmaç (çoban) Mustafa (Demir), 1929’da, Atatürk’le Yalova’da yolu kesiştiğinde 11 yaşında idi. Bulgaristan göçmeni 3 çocuklu bir ailenin ortancası idi. Kızlar Çankaya Köşkü’nde kalabilirken erkekler Köşk’e hiç alınmamıştı.
Evlatlıklar konusu araştırmaya muhtaç Mustafa ilk eğitiminin ardından askerî okula gönderildi. Işık Lisesi’nin ardından Kuleli Askerî Lisesi’ne devam etti. 1941 yılında Kara Harp Okulu’ndan mezun oldu. Hayatını Rıfkiye Hanım’la birleştirdi. Makbule Atadan, 1954 yılında, Mustafa’yı manevi evlat olarak kabul etti. Binbaşı rütbesiyle, rahatsızlığı sebebiyle 1960’ta ordudan emekli oldu, 1987’de de vefat etti.
Ülkü Çukurluoğlu desek kimse hatırlamayacaktı ama Ülkü Adatepe dendiğinde herkesin bildiği bir isme dönüşecekti, geçen yıl ağustos ayında bir trafik kazasında kaybettiğimiz Atatürk’ün en küçük manevi kızı. Ülkü’nün ailesi, daha doğrusu annesi Vasfiye Hanım, Mustafa Kemal’in annesi Zübeyde Hanım’ın evlatlığıydı aslında. Selanikli Vasfiye Hanım, Gazi Orman Çiftliği’nde istasyon şefliği yapan Mehmet Tahsin Çukurluoğlu ile evlendirilmiş, bu evlilikten dünyaya gelen Ülkü de küçüklüğünden itibaren 6 yaşına kadar Çankaya Köşkü’nde ikamet etmişti.
Üsküdar Amerikan Kız Koleji’ndeki eğitiminin ardından henüz 16 yaşında iken, o zamanlar bir subay olup sonradan Kastamonu Milletvekilliği yapacak, aynı zamanda Sabiha Gökçen’in akrabası olduğu belirtilen Fethi Doğançay ile birleştirdi hayatını. Kendi ifadesi ile bu evlilikle beraber hayatındaki ‘her şey kendiliğinden bitmişti.’ Ülkü Hanım’ın, bu evlilikten, bugün CHP ve İş Bankası ile davalık olan çocukları Ahmet Kemal ve Ali Kemal Doğançay doğmuştu. Fethi Doğançay’dan boşanan Ülkü Hanım, ikinci evliliğini ise 1962 yılında, yağ tüccarı Yeşua Bensusen ile gerçekleştirince bazı çevrelerden ‘Atatürk’ün manevi kızı bir Musevi ile nasıl evlenir?’ tepkileri almıştı. Ülkü Hanım, bu evliliğini de yürütemeyince iş adamı Öke Adatepe ile evlendi bu sefer. Ve hayata Adatepe soyadı ile veda etti.
Manevi evlatların birbirleri ile hısımlıkları, Atatürk’ün onların aileleri ile Selanik’ten bağları-tanışıklıkları, hepsinden önemlisi Mustafa Kemal’in manevi evlatları, kaç kişi oldukları… Görüldüğü gibi şüpheli ölümleri ve daha pek çok bilinmez yönleriyle Atatürk’ün manevi evlatları aydınlanmayı bekliyor...
Pek çoğu yakın tarihlerde vefat etmesine rağmen Atatürk’ün manevi evlatları şüpheli ölümleri, aile bağları, hatta kaç kişi oldukları ile bile hâlâ tartışma konusu. Abdürrahim, Zehra, Rukiye, Sabiha, Afet, Nebile, Sığırtmaç Mustafa, Ülkü isimleri Atatürk’ün manevi evlatları olarak biliniyor.
Kemalizm gölgesi altında geçinen Atatürkçüler dahi Mustafa Kemal hakkında doğru bilgi ortaya koymuş değil.Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusunun onca araştırmaya rağmen daha nicesine konu edilecek yönleri var. Manevi evlatları konusu da bunlardan biri. Pek çokları, sorduğunuzda, Atatürk'ün bilinen, belli başlı 4-5 manevi evladının ismini hatırlıyor ki onlar hakkında da pek bilgi sahibi olunmadığı anlaşılıyor. Kimileri manevi evlatlarının sayısını 11'e kadar çıkarırken, kimileri onların biyografilerinde hoşlarına gitmeyecek yanları 'gizlemeyi' tercih etmiş, ediyor.
Atatürk'ün manevi evlatları da vasiyeti gibi tartışma konusu. Atatürk'ün Fatma, Ahmet, Ömer ve Naciye gibi erken vefat edenlerin dışında hayatta kalan tek kardeşi Makbule Hanım bile, 1955 yılında kendisine sorulan bu soruya, düşünerek de olsa "Zühre, Afife, Abdürrahim ve İhsan" diyebilmişti. Zühre dediği, Mustafa Kemal'in 1924'te bir yetimler yurdunda görüp yanına aldığı ilk manevi evladı, 9-10 yaşlarındaki Zehra Aylin'di.
Zehra'nın dışında Rukiye, Sabiha, Afet, Nebile, Abdürrahim, Sığırtmaç Mustafa, İhsan, Ülkü isimleri Atatürk'ün manevi evlatları olarak biliniyor. Ancak bir kısmının 'manevi evlatlığı' tartışmalı iken bunlara, özellikle hayatlarının son anlarında Nuriye İdil, hatta Macide Tanır gibi isimler de eklenmişti kamuoyu tarafından.
Bugüne kadar yazılanlar Zehra Aylin'in ilk manevi evlat olduğunu söylüyordu. Ancak Mete Akyol'un, 1981'de, Milliyet Gazetesi'nde 'Bu çocuğu yetiştirdi' şeklinde manşetten duyurduğu ve Atatürk'e benzerliği ile hala tartışma konusu olan bir de Abdürrahim Tuncak vardı. Öyle ki Tuncak, 3 yaşından beri Mustafa Kemal ve annesi Zübeyde Hanım'ın yanında kaldığını hatırlayıp beyan etmesine rağmen sıralamaya konmuyordu. Türkiye, Abdürrahim Tuncak'ı son 30 yıldır Mete Akyol'dan duymuştu belki ama gazeteci Şemsi Belli, Makbule Atadan ile yaptığı röportaj sırasında evde bulunduğundan onu da 1955 yılında tanıtmıştı. Abdürrahim'in Atatürk'e benzerliği ve çok küçük yaştan itibaren Zübeyde Hanım'ın yanında barındırılıp büyütülmesi, onun Fikriye Hanım'la Mustafa Kemal'in çocuğu olduğu iddialarını da yıllarca beraberinde sürüklemişti. Hatta Tuncak'ın, Akyol'a verdiği röportajda "Ben ana da bilmem, baba da bilmem" diyerek suallere kapalı cevaplar vermesi de iddialara gizem katmıştı. O kadar ki Sunday Times gazetesi muhabiri bile aradaki benzerliği fark edip Tuncak ile röportaj yapmaya Türkiye'ye gelmiş, ancak o İngiliz muhabirle görüşmemiş, muhabir de Akyol'dan ve yaptığı röportajdan faydalanmakla yetinmişti. Akyol, İngiliz gazeteciye, 'Kendisi böyle bir şey söylemiyor, başkalarının da söylemesini istemiyor' diyerek, 'Tuncak, Atatürk'ün oğludur' diye yazmamak şartıyla tüm bilgileri vermişti. Yazı, Sunday Times'da 'Modern Türkiye'nin kurucusu Atatürk'e bir oğul (mu)?' başlığıyla yayımlanacaktı.
Atatürk'ün ölümünden sonra kız kardeşi Makbule Atadan'ın Abdürrahim Tuncak'ı 'nüfusuna almak istemesi de dikkat çekiciydi. Akyol'un, Milliyet'teki yazısında belirtildiği gibi Makbule Atadan, Abdürrahim'i evlat edinmek isteyecekti önce. Bazı kanuni engellerle karşılaşınca da bu sefer Tuncak'ın eşi Mualla Hanım'ı evlat edinecekti. Böylece Atatürk'ten Makbule Atadan'a kalan 'özel mirası' da Tuncak ailesine intikal edecekti.
Abdürrahim Tuncak, "Gerçek babamın Ali adlı bir memur olduğunu söylerler. Ancak annemin adını bilmiyorum" dediği yine Milliyet'te, bu sefer Perihan Çakıroğlu tarafından 1985'te yapılan röportajda, öksüz kaldıktan sonra babaannesi tarafından bakıldığını belirtmişti. O da ölünce babaannesinin Selanik'ten arkadaşı Zübeyde Hanım'ın himayesine geçtiğini anlatıyordu.
Bütün bunlara rağmen, "Atatürk'ün kendi oğlu muydu?" sorusuna 13 Ağustos 1999'da İstanbul'da vefat eden Tuncak'ın kızı Nuray Çulha "Ben böyle bir şeyi söylemeye söz sahibi değilim." diye cevap verecek, konunun arafta kalması herkesin işine gelecekti anlaşılan.
Zehra Aylin'in şüpheli ölümü
Mustafa Kemal'in evlatlıkları içerisinde en talihsiz olan Zehra Aylin'di demek yanlış olmaz. Amasyalı Mehmed adında bir babanın kızı olan 1912 doğumlu Zehra, 1916'da babasını, bir sene sonra annesini kaybetmiş, kimilerine göre, Atatürk'ün, Kağıthane'deki, kimilerine göre de Amasya'daki bir yetimler yurdunda görüp Çankaya Köşkü'ne aldığı biriydi. Hepsinde olduğu gibi eğitime önem veriyordu Mustafa Kemal. Amerikan Kız Koleji'nde yani bugünkü Robert Koleji'nde okumak için İstanbul'a gönderilmişti. Zehra, yükseköğrenimini edebiyat alanında yapması için de İngiltere'ye gidecekti. Havacılığa merakı vardı onun aslında. Zehra Londra'ya alışamadı, vatanını özlüyordu. Atatürk, eğitimini yarım bırakacağı endişesi ile Türkiye'ye dönmesini istemiyordu. Ama onun kararlılığını görünce izin verdi. Londra'daki Türk büyükelçiliği kanalı ile yakından takip edilen Zehra, Fransa üzerinden dönüş yapacaktı. 19 Kasım 1935'te, bindiği ekspres, Amiens civarında iken Zehra trenden aşağı bıraktı kendini. Bir başka rivayete göre ise mide bulantısını gidermek için çıktığı kompartımandan dengesini kaybederek düşmüştü. Fransızlar 'Cumhur reisinin kızı ve Osmanlı tahtının varisi kendini trenden atarak intihar etti' diye duyurdu olayı ilk gün. Ve törenler yapıldı, naaşının geçirildiği yerlerde. İlk tören Amiens'te bir kilisede düzenlenmişti. Sonrasında Türkiye'ye uğurlandı cenazesi. Fakat genç kızın naaşı Türkiye'de, Galata Rıhtımı'nda aynı alakayı görmeyecekti. İstanbul gazeteleri de olayı arka sayfalarında tek sütunda basacaktı. Maçka Mezarlığı'na defnedildi Zehra. Ama bugün yeri kayıplar arasında sayılıyordu.
Zehra Aylin'in ölümü Atatürk'ün yakınında bulunmuş olanların hatıralarında da intihar olarak görünüyordu çoğunlukla. Atatürk'ün uşağı Cemal Granda intihar, Şevket Süreyya Aydemir 'intihara benzer bir ölüm' diye naklederken Lord Knross 'düşerek öldüğünü' ifade etmişti.
Mustafa Kemal'in, yurt gezilerinde görüp takdir ettiği yetim kız çocuklarını Çankaya Köşkü'ne getirmesi ile Zehra'ya kısa zamanda başkaları da katılacaktı. Konya'dan Rukiye'nin ardından bir sene sonra Bursa'dan Sabiha, İzmir'den Afet, 1927'de İstanbul'dan Nebile katılacaktı bu ortama. Ülkü'nün doğmasına daha vardı. Daha çok kızları manevi evlat edinmişti. Abdürrahim Tuncak'ın dışında bir Yalova seyahatinde görüp yanına aldığı Sığırtmaç Mustafa (Demir) da erkek evlatlıklardan biriydi. İhsan diye bir isim de zikrediliyordu ancak hakkında detaylı bilgi yoktu.
Atatürk'ün yakın çevresinde bulunan Kılıç Ali'nin oğlu Altemur Kılıç, bu ve bazı isimlerin evlatlık olmadığını söylüyordu. Hatta Kılıç, kendilerini duyurmak için isimlerini ortaya attıklarını anlattı bize. Mesela İhsan'ın, kendisini evlatlık olarak iddia ettiğini ama böyle bir şeyin olmadığını ifade ediyordu. Kılıç, Sığırtmaç Mustafa için de aynı iddiada bulundu Aksiyon'a yaptığı açıklamalarda. Altemur Kılıç'ın bu ortamlarda bulunmuş eşi Güzide Esirgemez de bunun üzerine "Ben de söyleyebilirdim. Atatürk'le beraber dondurma yedim, yemek yedim. Yani ben de evladıydım desem..." şeklinde tepkisini ortaya koyuyordu.
Atatürk'ün eski eniştesi Mustafa Mecdi Bey'e dayandırılan bir çalışmaya göre bu isimlerin yerlerine başka isimler yer alıyordu. Bunlardan biri Abdürrahim'den sonra Atatürk'ün Bitlis'ten geri çekilme sırasında kendisine sığındığı 6-7 yaşlarındaki yetim Afife idi. Onun hakkında da pek bilgi yoktu. Sabriye ismi de duyulmuş bir evlatlık ismi değildi.
Afet İnan evlatlık değildi
Bu isimler arasında Afet İnan'ın ayrı bir yeri vardı. O, manevi evlatlıktan ziyade bir yardımcı gibiydi. Altan Deliorman'ın Atatürk'ün Hayatındaki Kadınlar kitabında bu düşünceyle Köşk'e alındığı resmediliyordu. Araştırmacı Süleyman Yeşilyurt da 'Ata'nın Hayatındaki On Dokuz Kadın' kitabında Bulgaristan Şumnulu İsmail Hakkı Uzmay'ın kızı Afet İnan'ın Latife Hanım'dan sonra Köşk'ün 'first lady'si olduğunu söylüyor. Afet Hanım'ın bu durumunu 'Atatürk-İnönü Kavgası' kitabında da ele alan Yeşilyurt, konuyu telefonda Sabiha Gökçen'e de açmış, Gökçen'den, konuyu geçiştirircesine "Evladım, Atatürk'e kim aşık olmadı ki!" cevabını almıştı. Yeşilyurt, "Yıllar yılı onu manevi evlat gibi gösterip Atatürk'e iyilik yapacağım derken, farkında olmadan en büyük kötülükleri yaptıklarını" dile getiriyordu bununla. Lord Kinross da 'Bir Milletin Yeniden Doğuşu'nda durumu "Yavaş yavaş Gazi için bir eşin alabileceği yeri aldı." şeklinde değerlendirmişti. Altemur Kılıç'a göre ise "Afet Hanım Atatürk'ün manevi evladı değildi." O da "Arkadaşı idi, fikir birliği yaparlardı. Danışmanı idi." diyordu.
Bir kısmı, vefatından sonra ailesi tarafından tamamlanan 'Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler' kitabında Ayşe Afet İnan, annesinin ailesinin Selanik'in kazası Doyran'dan olduğunu anlatıyor. Peki, bunun ne önemi var? Önemi, ertesi gün Atatürk İnan'ın ailesini ziyarete gittiğinde, geçmişe dair bir bilgiyi de pekiştirmesinde. Atatürk, saklanmak zorunda olduğu dönemde Afet İnan'ın anneannesinin dayısının çiftliğinde kalmıştı. Aydınlığa kavuşması gereken bir bilgi daha vardı. Gazeteci Perihan Çakıroğlu, 1985'te Milliyet'te yayımladığı 'Atatürk'ün evlatları' dizisinde onun, Atatürk'le uzaktan akraba olduğunu yazmıştı.
1908'de Doyran'da doğan, eğitimini tamamlayıp Lozan'da Fransızca, Cenevre'de tarih okuyup, sosyoloji doktorası yapan Afet İnan, Atatürk'ün ölümünden iki yıl sonra, 1940'ta, Doktor Rıfat Bey'le evlenmiş, Arı adında bir kızı ve Demir adında bir oğlu olmuştu. Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu gibi kurumların kurucu başkanlığını da yapan Afet Hanım, 1985'te vefat etmişti.
Zehra'dan hemen sonra Köşk'e gelen isim Rukiye idi. 1911 doğumlu Rukiye, Gürkan Hacır'ın Akşam gazetesindeki yazısına göre Atatürk'ün üvey babası Ragıp Bey'in kızı idi. Bunu doğrulayacak bir bilgiye ulaşamadık. Fakat, 1995 yılında İstanbul'da vefat eden Rukiye Hanım kendi ağzından Atatürk'le nasıl irtibatı olduğunu anlatmıştı. Aslen Konyalı idi. Babası, nasıl ve nerede olduğunu bilmediği bir şekilde Kurtuluş Savaşı sırasında Mustafa Kemal ile tanışmış, Cumhuriyet'in ilk yıllarında anne ve babasını kaybedince 4 kız kardeş yalnız kalmıştı. Bunu duyan Atatürk, Seydişehir'de yaşayan 4 kız kardeşin en küçüğünün Köşk'e gönderilmesini istedi. Atatürk onun da eğitimi ile yakından ilgilendi. Zehra ve daha sonra aralarına katılacak Sabiha gibi o da ilkokulu Çankaya İlkokulu'nda okudu. Sonrasında Atatürk onu Notre Dame de Sion'a gönderdi. Manevi evlatlarını, okul konusunda onlardan aldığı izlenime göre yönlendirmişti Atatürk.
Atatürk'ün manevi kızları her zaman Çankaya Köşkü'nde ikamet etmiyordu. Okullar bitince dönüyorlardı Köşk'e ancak. Böyle bir zamanda, 1930 yılının başında Atatürk Orman Çiftliği'ndeki koruma birliğinin komutanı Hüsnü Bey'in gözüne ilişmişti Rukiye. Büyükler, Hüsnü Bey'i evlendirmek istedikleri zaman da gönlünde birisinin olup olmadığını sormuşlar, o da Rukiye'yi beğendiğini ifade etmişti. Düğünleri 1930'da Dolmabahçe Sarayı'nda yapıldı. Rukiye-Hüsnü Erkin çiftinin bir oğlu oldu.
1913'te dünyaya gelen Sabiha (Gökçen) dünyanın ilk kadın savaş pilotu olarak nam salmıştı. Günümüzde hayli tartışma konusu yapılan 1937-38'deki Dersim operasyonlarında uçağı ile bölgeyi bombalayan pilotlardandı. Onun için Dersim tartışmalarıyla birlikte manevi evlatlar arasında ismi en çok gündeme gelenlerden biriydi. Onun manevi evlat olma hikayesi de Atatürk'ün Latife Hanım'la Bursa ziyareti ile başlamıştı. Ermeni kökenli olduğu da gündeme geldi. Altemur Kılıç, kendisi inanmasa da eskiden de bu söylentilerin olduğunu söylüyordu.
Sabiha da İstiklal Savaşı yıllarında anne babasını kaybetmişti. Ağabey ve ablalarının yanında ikamet ediyordu. O ilkokula giderken Bursa, Yunan işgali altındaydı. Artık ağabeyine de yük olmak istemiyordu. Atatürk'e durumunu anlatma imkanı bulmuş, Atatürk ağabeyi ile de görüşerek karar vermiş, Sabiha da böylece Çankaya'nın yolunu tutmuştu. Eğitimlerinin ardından Atatürk onu havacılık konusunda teşvik etmiş, 1935'te Türk Hava Kurumu'nun Türk Kuşu Sivil Havacılık Okulu'na girmişti. Soyadı Kanunu çıkınca Atatürk ona Gökçen'i uygun gördü. Kardeş gibi anlaştıkları Zehra'nın ölümüne çok üzülmüştü. Gökçen, kadınların orduda görev yapmasına ilişkin yasa çıkmadığı için ordudan ayrıldı ve Türkkuşu Uçuş Okulu'na başöğretmen tayin edildi. Türk Hava Kurumu yönetimine de girdi, sonrasında. Ve 22 Mart 2001'de de vefat etti.
Nebile 'manevi aile' ortamına son katılanlardan biriydi, ama erken vefat edenlerden oldu; 1943'te menenjit ve tüberkülozdan hayatını kaybetti. Nebile konusu da Atatürk'le nasıl tanıştığından tutun ona duyduğu sevgisine kadar tam aydınlığa kavuşmuş değildi. Bir şeyh kızı ve İzmir Valisi Eşref Bey'in yeğeni diye tanıtılıyordu. Bir başka yerde ise Beylerbeyili, kimsesiz zeki bir kız çocuğu şeklinde ifadesini bulmuştu. Şemsi Belli ve Altan Deliorman'ın uzunca boylu, zarif kız diye tanımladığı Nebile, 1927'de Çapa Öğretmen Okulu'ndan Dolmabahçe Sarayı'na getirilen üç kız öğrenciden biri olarak Mustafa Kemal'in manevi kızları arasına girmişti. Sabiha Gökçen, Nebile'nin 1928'de aralarına katıldığını, dolayısıyla Atatürk'le en az onun beraber olduğunu anlatmıştı. Atatürk, kısa sürede onu hariciyeci Tahsin Bey ile evlendirdi. Düğünleri Ankara Palas'ta yapıldı. İki yıl evli kalabildiler. İkinci evliliğini İzmit Kağıt Fabrikası'nda çalışan genç mühendis Sabahattin İrdelp ile gerçekleştirdi. Bu evlilikte de mutluluğu bulamayınca 1942'nin sonuna doğru yine boşandı. Atatürk'ün vasiyetine binaen 100 lira maaş bağlanmıştı kendisine.
Sığırtmaç (çoban) Mustafa (Demir), 1929'da, Atatürk'le Yalova'da yolu kesiştiğinde 11 yaşında idi. Bulgaristan göçmeni 3 çocuklu bir ailenin ortancası idi. Kızlar Çankaya Köşkü'nde kalabilirken erkekler Köşk'e hiç alınmamıştı.
Evlatlıklar konusu araştırmaya muhtaç
Mustafa ilk eğitiminin ardından askeri okula gönderildi. Işık Lisesi'nin ardından Kuleli Askeri Lisesi'ne devam etti. 1941 yılında Kara Harp Okulu'ndan mezun oldu. Hayatını Rıfkiye Hanım'la birleştirdi. Makbule Atadan, 1954 yılında, Mustafa'yı manevi evlat olarak kabul etti. Binbaşı rütbesiyle, rahatsızlığı sebebiyle 1960'ta ordudan emekli oldu, 1987'de de vefat etti.
Ülkü Çukurluoğlu desek kimse hatırlamayacaktı ama Ülkü Adatepe dendiğinde herkesin bildiği bir isme dönüşecekti, geçen yıl ağustos ayında bir trafik kazasında kaybettiğimiz Atatürk'ün en küçük manevi kızı. Ülkü'nün ailesi, daha doğrusu annesi Vasfiye Hanım, Mustafa Kemal'in annesi Zübeyde Hanım'ın evlatlığıydı aslında. Selanikli Vasfiye Hanım, Gazi Orman Çiftliği'nde istasyon şefliği yapan Mehmet Tahsin Çukurluoğlu ile evlendirilmiş, bu evlilikten dünyaya gelen Ülkü de küçüklüğünden itibaren 6 yaşına kadar Çankaya Köşkü'nde ikamet etmişti.
Üsküdar Amerikan Kız Koleji'ndeki eğitiminin ardından henüz 16 yaşında iken, o zamanlar bir subay olup sonradan Kastamonu Milletvekilliği yapacak, aynı zamanda Sabiha Gökçen'in akrabası olduğu belirtilen Fethi Doğançay ile birleştirdi hayatını. Kendi ifadesi ile bu evlilikle beraber hayatındaki 'her şey kendiliğinden bitmişti.' Ülkü Hanım'ın, bu evlilikten, bugün CHP ve İş Bankası ile davalık olan çocukları Ahmet Kemal ve Ali Kemal Doğançay doğmuştu. Fethi Doğançay'dan boşanan Ülkü Hanım, ikinci evliliğini ise 1962 yılında, yağ tüccarı Yeşua Bensusen ile gerçekleştirince bazı çevrelerden 'Atatürk'ün manevi kızı bir Musevi ile nasıl evlenir?' tepkileri almıştı. Ülkü Hanım, bu evliliğini de yürütemeyince iş adamı Öke Adatepe ile evlendi bu sefer. Ve hayata Adatepe soyadı ile veda etti.
Manevi evlatların birbirleri ile hısımlıkları, Atatürk'ün onların aileleri ile Selanik'ten bağları-tanışıklıkları, hepsinden önemlisi Mustafa Kemal'in manevi evlatları, kaç kişi oldukları... Görüldüğü gibi şüpheli ölümleri ve daha pek çok bilinmez yönleriyle Atatürk'ün manevi evlatları aydınlanmayı bekliyor...
Atatürk’le beraber Samsun’a çıkan 18 kişiden biri de Hüsrev Gerede’dir. Yazmış olduğu anıları, 2003’de son baskısını yapsa da, Kurtuluş Savaşı dönemimize ışık tutan ender bilgiler içerir. Anılarının son bölümünde Atatürk ve Devrimler başlığı altında; Atatürk’le yaşadıklarını, Atatürk’ün dış görünüşünü oldukça samimi bir dille yazan Hüsrev Gerede, ‘Manevi Çocukları’ başlığıyla da bol dedikodulu, kısmen gerçek kısmen de abartılı olarak, oldukça ilginç bir bölüme yer vermiş. İşte okurken bazı bölümlerinde ihtimal hayretler içinde kalacağınız o satırlar:
Manevi Çocukları (Hüsrev Gerede’nin anıları, s.269-272)
Afet, Nebile, Sabiha, Zehra adlarındaki bu beş genç kızın Cumhurbaşkanlığı Köşkü’ne alınmalarından çok önce, eski Dışişleri memurlarından Yenişehirli Deli Fahrettin Hayri’nin teyzesinin kızı Fikriye adında genç bir kadın vardı.
Eski köşkte gördüğüm bu kadının, Gazi’nin hizmetinde bulunduğunu o zaman söylemişlerdi.
Akrabası Deli Fahri de Fikriye’nin bu hizmeti yapmasından şikayet eder dururdu.
Deli Fahrettin’in, Dr. Refik Saydam’dan duyduğum bir de şantaj öyküsü vardır.
Saydam’ın anlattığına göre Deli Fahri çapkınlığı ile de tanınırmış.
Bursa’da genç bir öğrenci kızı baştan çıkarmış ve hamile bırakmış.
Genç kız, Deli Fahri’nin baskısıyla Gazi’ye bir mektup yazmış, “Paşam, Bursa’da sizinle görüştükten sonra hamile kaldım.” demiş. Gazi mektubu Dr. Refik’e göstererek “Sen, benim çocuğumun olmayacağını bilirsin.(!) Şu işin aslını bir araştırın.” der. Olay araştırılır, genç kıza mektubu yazdıranın Deli Fahrettin olduğu ortaya çıkar. Sonunda kız Fahrettin’le evlendirilerek iş kapatılır.
Fikriye Hanım ciğerlerinden hastalanarak İsviçre’ye tedaviye gönderilmiş. Dönüşünde Gazi kendisini kabul etmemiş. Kadını eski saray hademelerinden Abbas Salâhi Nesib karşılamış ve içeri bırakmamış.
Nöbetçi yaver Muzaffer, Fikriye’yi saklandığı tuvaletten çıkararak üzerini aramış ve eteğinin altında gizlediği tabancayı bulmuş. Genel Sekreter Hasan Rıza Soyak’tan dinlediğim bu olaydan kadının geliş amacını pek anlayamadım.
Oysaki kadının Çankaya’da intihar ettiği söyleniyordu. (!)
O zamanki Muhafız Alayı Komutanı İsmail Hakkı Tekçe’den de, Fikriye’nin görüşme isteğinin Atatürk tarafından geri çevrilmesine çok üzüldüğünü, bu yüzden bahçedeki ufak yoldan dönerken intihar ettiğini duymuştum.
Fikriye olayı ile ilgili başka bir söylentiyi de diş hekimi Dr. Sami Gunzberg’ten dinlemiştim.
Dr. Gunzberg, Harp Okulu öğrenciliğimden beri benim otuz küsür yıllık dişçimdi. Kendisi çok zeki, bilgili, başarılı bir diş hekimi idi. Aslen Yahudi olan Sami Gunzberg önceleri Osmanlı Sarayı’nın dişçibaşısı imiş. Cumhuriyetten sonra bu görevini Gazi’nin yanında sürdürmeye başlamış.
Gazi’ye, kızlarına, hizmetçilerine, Başbakan İsmet Paşa ve bakanlarına, birçok milletvekiline dişçilik yapmış. Fikriye hakkında bana anlattıklarını bizzat Gazi’nin kendisinden dinlemiş.
Dr. Sami Gunzberg’in aktardığı olay: “Fikriye, Lâtife Hanım zamanında İsviçre’den dönmüş, Yaver Muzaffer’e görünmeden Gazi’nin odasına kadar çıkmış. Kıskançlığından Gazi’ye suikast tasarlamışsa da başarılı olamayarak bahçeye kaçmış, yakalamaya gelenleri görünce tabancasını kendi başına sıkmış.”biçimindedir.
Bu konuyu Yaver Muzaffer’le de görüştüm. Muzaffer dürüst, terbiyeli kibar bir insandı. Tutum ve davranışlarıyla öbür arkadaşlarına hiç benzemezdi. Atatürk’ün ölümünden önce Çankaya’daki görevinden ayrılarak sivil yaşama geçti, yağ ticaretiyle uğraştı, fabrika sahibi oldu. (!)
Muzaffer dedi ki: “Ben nöbetçi yaverdim. Arap Nesip, Fikriye’nin geldiğini haber verdi. Aslında ciğerlerinden hasta olan ve tedaviye gönderilmiş olan bu kadının Kurtuluş Savaşı’nın sıkıntılı günlerinde gerek Gazi’ye özenle bakması, gerekse yaverlerine varıncaya kadar ilgi göstermesi kendisine sempatimizi uyandırmıştı.
Gazi yukarıda Latife Hanım’la oturuyordu. Kendilerine sormadan Fikriye Hanım’ı onların yanına bırakamazdım. Davranışlarında da heyecan ve sinirlilik göze çarpıyordu. Gazi’nin dinlendiğini, çıkıp haber vereceğimi, kendisini kabul edebileceği zamanı soracağımı söyleyerek onu yatıştırmaya çalıştım.
Nöbetçi ile Arap Nesim’i de ben aşağı ininceye kadar Fikriye Hanımı yukarı bırakmamaları konusunda uyardım. Yanlarına çıkıp durumu Gazi’ye bildirdim. Latife Hanım birden bire ‘Niye gelmiş, ne işi var? Kovunuz, dışarı atınız!’ diye öfkeyle söylenmeye başladı. Paşa da buna karşı bir şey diyemedi, aynı görüşü benimsedi. Aşağı indim, Fikriye Hanım’a Paşa’nın şimdi kabul edemeyeceğini, uygun zamanı daha sonra kendisine bildireceğimi söyledim. Kadın büsbütün öfkelendi. ‘Ne demek efendim, Paşa beni muhakkak kabul eder. Siz yalan söylüyorsunuz. Burası benim evim demektir!’ gibi sözlerle direnince bu işin içinden yalnız çıkamayacağımı anlayarak Kurmay Albay Tevfik Bey’le Yüzbaşı Rusuhi Bey’i telefon edip yanıma çağırdım.
Tevfik Bey kadını soğukkanlılıkla yatıştırmaya çalışırken, Rusuhi öfkelenip tehdit etmeye başladı. Hatta girdiği tuvaletin kapısını çalarak ‘çık dışarı!’ diye bağırdı. Sonunda kadını dışarıda bekleyen arabaya bindirerek yola çıkardık. Bir süre sonra silah sesi duyuldu. Nöbetçi koşarak geldi, kadının kendisini vurduğunu söyledi. Hemen Mahmut Bey’e telefon ettim. Arabanın yanına gitmesini ve yakınındaki doktoru çağırtmasını rica ettim. Mahmut Bey kısa bir süre sonra döndü. Kadının öldüğünü,(!) doktor çağırtmaya gerek kalmadığını söyledi.”
Bu ayrıntılı bilgiye göre Fikriye’nin kıskançlık duygusu ile geldiği, yanında taşıdığı tabanca ile de suikast tasarladığı düşünülebilir. Kadının ilk geldiğinde üstünün başının aranıp tabancasına el konulmaması büyük bir gaflettir. Yaver Muzaffer, Mahmut’un doktoru çağırtmamasını yerinde bir davranış olarak görmediğini söylemiştir.
Bazı kişiler bu Fikriye Hanım’ın, Tayyare Cemiyeti Başkanı Fuat Bulca’nın akrabası olduğunu söylüyorlar, kadının araba ile giderken intihar etmiş olmasını kabul etmiyorlar. Ya Yaver Salih veya büyük olasılıkla Yaver Rusuhi’nin öldürmüş olduğunu iddia ediyorlar. Doktor çağrılmaması, adli herhangi bir kovuşturma veya soruşturma yapılmamış olması bu görüşleri haklı gösterebilir. (!)
Manevi kızlarından en gözdesi Afet Hanım’ı İzmir’de öğretmenken Gazi Karşıyaka Kulübünde görmüş, beğenmiş, yanına almıştır.
Bu kızı bir tarih profesörü yapmak için çok uğraşmıştır. Kendi tarih incelemelerini buna ezberletir, sofradaki konukları karşısında sorular sorar, aldığı karşılıklardan memnun kalırdı. Hatta askerlik görevi üzerine Afet’le hiç de ilgisi olmayan bir de kitap yazdırıp dağıttırmıştı.
Lozan’a konferans vermeye göndermiş, bu kıza Cumhurbaşkanlığı köşkünde âdeta resmî bir mevki kazandırmıştı.
Manevi kızlarının en güzeli olan Nebile bir şeyh kızıydı ve annesi tarafından getirilmişti.
Bu kızın okumadan çok dans ve şarkıya ilgisi vardı. Gazi de bunu pek severdi. Sofrada şarkı söyletir, Kur’an okutur, dans ettirir seyrederdi.
Afet’in Nebile’yi çok kıskandığı bir gerçektir. Bunun etkisiyle Nebile’yi evlendirmek zorunda kalmıştır.(!)Ona Maçka’da ufak bir apartman, çok sayıda mücevher ve eşya vermiştir.
Önce Dışişleri kâtiplerinden Çerkez Tahsin (Baç) ile evlenen ve onunla birlikte Paris’e giden bu iyi kalpli fakat şımarık kız, sert ve savruk olduğu söylenen Tahsin ile geçinemedi, ayrıldılar. Hatta Tahsin’in Paris’te çok para harcamasından ve Nebile’nin şikâyetlerinden kuşkulanan Gazi’nin Hasan Rıza Soyak’ı olayı araştırmak üzere Paris’e gönderdiğini anımsarım.
Nebile, ikinci evliliğini Brüksel Büyükelçiliği memurlarından Kâmil Bey’in boşta gezen oğlu ile yapmış ve hiç mutlu olamamıştır.
Kâmil Bey Birinci Dünya Savaşı’ndan önce Selanik Konsolosluğunda çalışan yeteneksiz, sıradan bir görevli idi. Gazi’nin kız kardeşi Makbule Hanım’a pasaport verdiği için korunmuş, yıllarca Brüksel’de tutulmuştu. Nebile bu adamın oğlu ile yaptığı mutsuz evliliği izleyen günlerde menenjite yakalanmış, gözleri kör olmuş, uzun süre hasta yattıktan sonra ölmüştür.
Cumhurbaşkanı İsmet İnönü Nebile’yi önce Yakacık Sanatoryumunda, daha sonra da Taksim’deki Fransız Hastanesinde tedavi ettirmiş, hasta ile ilgilenilmesi için Vali Lütfı Kırdar’a emirler vermiş, bu konuda büyük bir insanlık örneği sergilemiştir. Nebile de tüm mal varlığını, hastalığında kullanılmak üzere İnönü’nün emrine bırakmıştı. Nebile’nin annesi kızının ölüm acısına daha fazla dayanamayarak kısa bir süre sonra ölmüştür.
Rukiye’yi Aksaray Milletvekili Kâzım Bey getirmiş, bir süre bu kızı öbürleri gibi sofrada, dost ziyaretlerinde yanında bulundurduktan sonra bir jandarma yüzbaşısı ile evlendirmiştir.
Sabiha’yı Bursa’da, eniştesinin yanında görerek almıştır. Bu kızı da okutmak istedi. Fakat okumaya karşı yeteneksiz ve isteksiz, bunun yanında pek de inatçı olan bu kızı patakladığını bana birkaç kez anlatmıştı. Bilmem belki öbürlerini kıskanmasından olacak bu kız hem suratsız, hem de inatçı idi. Sonradan tayyareciliğe heves etti. İyi bir tayyareci oldu. O zamanın gazeteleri “Gazi’nin kızı Tayyareci Sabiha” diyerek yol yordam gereğince dalkavuklukta epey çaba harcadılar. Gazetelere resimlerini bastılar, uçuşlarını yazdılar.
Havacı bir subayla evlenen bu kızın Atatürk’ün ölümünden sonra adı pek duyulmaz oldu.
Zehra öksüzler yurdunda büyütülmüştü. Gazi bu küçük kızı Robert Kolej’e verdi, sonra da eğitim için İngiltere’ye gönderdi. Londra’da başarısız bir öğrencilik yaşamı sürdüren Zehra, Türkiye’ye geri dönerken kendini trenden atarak intihar etmiştir.
Genel Sekreter Hasan Rıza Soyak intihar nedenini genç kızın eğitimdeki başarısızlığına bağlıyor. Fransız güvenlik güçleri yaptıkları incelemelerde, vagon kapısının demirinde kızın eldiveni ile et parçaları bulmuşlar.
Başyaver Celal de durumu incelemek için Fransa’ya gönderilmiş. Celal, pulman vagonu camlarının alçak, ancak kapalı olduğu kanısına varmış. Dişçi Sami’nin görüşü daha değişik. O, Zehra’nın Afet Hanım’ı kıskandığını(!), İngiltere’de de başarısız bir gönül serüveni yaşamış olabileceğini tahmin ediyor, intihar olayını bu nedene bağlıyor.
Hasan Rıza Soyak’tan bu kızların tümünün bakire oldukları söylentisinin aslını sordum.(!) Ondan aldığım karşılıktan, kızların Gazi tarafından Prof. Dr. Refik Hayri’ye muayene ettirildiğini ve bakire olduklarının anlaşıldığını öğrendim.
Hüsrev Gerede’nin Anıları, Hazırlayan Sami Önal, Literatür Yayınları
Mustafa Kemal Atatürk’ün en yakın çocukluk arkadaşlarından rahmetli Salih Bozok’un hatıralarındaki şu satırları bilmem hatırlar mısınız?
“Mustafa on, on iki yaşlarında iken sekiz yaşında bir komşu kızına aşık olmuştu. Akşamları mektepten çıkar çıkmaz evine koşar, derhal elbiselerini ütületir, oyun seyretmek bahanesiyle zıpzıp oynayan çocukların yanına giderdi. Fakat, asıl maksadı, komşu kızını pencereden görmekti.”
MUSTAFA KEMAL’İN İLK AŞKI KÜÇÜK EMİNE
İşte şimdi 1894 yılında Selânik Rüştiyesi’nde okuyan Mustafa Kemal’in 8 yaşındakı komşu kızı Emine ile karşı karşıyaydım.
Yarım asırdan çok fazla bir zaman geçmişti aradan. Harpler olmuş… Rejimler değişmiş… Düşman istilaları görmüş, geçirmişti bu toprağın insanları… Ama, Selânik Merkez Kumandanı Şevki Paşa’nın kızı Emine’nin duyguları, aşkı 70 sene önce nasılsa, hep aynı heyecanla aynı tazelikte idi. Ve karşımda olan Emine Hanımefendinin gönül bahçesinde tek bir çiçek halinde kalan bu aşkın daha da olgunlaştığını görüyordum.
Evet, 8 yaşında ve kafesin arkasındaki küçük Emine o zamandan bu zamana evlenmemiş, duygularına sadık kalmıştı.
EMİNE HANIMEFENDİNİN EVİNİ NASIL BULDUK
Mustafa Kemal’in yakın arkadaşlarının hatıralarında sık sık adı geçen bu ilk aşkın, çocukluk aşkının küçük Emine’sinin değil bugün, senelerce önce de hayatta olmadığı söylenmiş ve öyle yazılmıştı.
Mutlu bir tesadüf veya meslek şansıyla böylesine mühim bir olayın kahramanı küçük Emine’nin hayatta olduğunu duyunca önce inanmamıştım… Sonra araştırmalara başlayıp bazı ipuçları elde edince Emine Hanımefendinin hem de sıhhatli olarak hayatta bulunduğunu öğrendim… Teşvikiye taraflarında ev ev dolaşmaya başladım… Nihayet modern apartmanların yanı başındaki bir küçük ahşap evin çok mütevazi dekoru içinde Selanik Merkez Kumandanı Şevki Paşa’nın kızı Emine Hanımefendi’yi bulduğum andaki sevinci kolay kolay unutamayacağım…
HERKESİN GÖNLÜNDE BİR EMİNE YATAR
Eminem şarkısını sevmesinin sebebini asıl şimdi öğrendiğimiz Mustafa Kemal’in yakınlarına sık sık söylediği şu sözleri herhalde hatırlarsınız: “Herkesin gönlünde bir Emine yatar.”
İşte şimdi O’nun bu ilk aşkının hikâyesini geliniz bizzat Emine Hanımefendinin ağzından beraberce dinleyelim:
İstanbul’da doğmuş ve 3-4 yaşındayken Selânik’e götürülmüştüm. Babam Selânik Merkez Kumandanı Şevket Paşa… Zübeyde Hanımefendi, Makbule Hanımefendi ve Gazi ile aynı sokakta senelerce oturduk… Çocukluğumuz hep beraber geçti… Annem, babam ve onun annesi sık sık beraber otururduk… Bizim zamanımızda pek küçük yaşta evlenildiğini bilirsiniz. Bu yüzden kızlarla erkekler pek kolay karşı karşıya gelemezdik.. Gazi yakışıklı bir çocuktu. Kıyafetine çok itina eder ve herkesin hayranlığını çekerdi… O Askeri Rüştiye’ye devam ettiği sıralarda bizim evin önünden taburla beraber geçer ve ben de aşk içinde dolu olarak kendisine bakar dururdum… O da tebessümle gözlerini bizim pencereye diker. bana mukabele ederdi. Rüştiye talebeleri arasında pek çok yakışıklı gençler vardı, ama Gazi’nin hali herkesten başkaydı. Lacivert çuhadan ceketinin göğsünde tek sıra ay yıldızlı düğmeler, kol kapaklarında üç sıra şerit, dar ve yeşil pantolon içinde o kadar alımlı o kadar zarif yürüyüşü vardı ki bu asla gözlerimin önünden silinmiyor…
KAPI EŞİĞİNDE 2-3 DAKİKALIK KAÇAMAK KONUŞMALAR
O’nu kötü bir atın üzerinde gördüğüm zaman teessüre gark olurdum. Daima O’nun en iyi şeylere sahip olmasını ister, bundan zevk duyardım. Çocukluk hayallerimin biri de Gazi’nin padişah olmasıydı. Kapının eşiğinde iki üç dakikalık kaçamak konuşmalar benim için tadına doyum olmayan ve büyük zevk halinde bütün benliğimi kaplar, bütün gece O’nun hayali ile uyurdum.
Bak sana bir şey söyleyeyim çocuğum. Ben Gazi’yi benimle evlenir diye sevmedim. O yaşıma rağmen bunları düşünebiliyordum. O benim için erişilmez bir varlıktı. Karşılıksız bir aşktı bu… Seneler böylece ben kafes arkasında, o mektepte zaman zaman aile meclislerinde karşılaşmamız ve konuşmamızla geçiyordu… Babam esasen çok mutaassıp bir adamdı. Nedense Gazi’ye karşı herkesten ayrı bir sevgi hissettiğini biliyordum.
Nihayet bir gün O Rüştiye’yi bitirdi. Manastır Askerî İdadisi’ne yazıldı… Böylece zaten pek nadir olan görüşmelerimiz büsbütün seyrekleşti… Ben 12 yaşına gelmiştim ki Gazi, Manastır İdadisi’ni bitirip İstanbul’a Harbiye’ye gitmeye hazırlanıyordu.
SİZDEN DE AYNI VEFAYI BEKLERİM…
Bir gün üzüntü içinde kendisine yakın dostlar vasıtasıyla haber gönderip “Harbiye’ye ne zaman gidiyorsun”diye sordum. Bana kendi el yazısıyla gelen cevap şuydu:
“Bu dakikada vapura gidiyorum. Bu an-ı meş’um bize kan ağlatacak. Bendeniz sizi unutmayacağıma vicdanen yemin eder sizden de aynı vefayı beklerim. Allahaısmarladık.”
Mustafa Kemal
Bu mektubu aldığım zamanki sarsıntıyı bilmem bugün nasıl anlatabilirim. Feci vaziyetteydim. Ama, bir yandan da O’nun nihayet Harbiyeye gidişine seviniyordum.
Sonra araya yıllar hadiseler girdi. Biz hâlâ Selânik’teydik. Gazi ise izinli olduğu sıralarda geliyor, annesini, kardeşini ziyaret ediyordu. Yine pek nadir görüşebiliyorduk O’nunla… Fakat bu defa görüyordum ki memleket meselelerine, milletin dertlerine bütün mevcudiyeti ile sarılmıştı… Selânik’teki askerî mahfelde veya diğer toplantı yerlerinde mütemadiyen arkadaşları ile görüştüğünü duyuyordum. Gazi O kadar mahmüldü ki eminim kendisine ayırabildiği hiç bir hususi hayatı yoktu…
ŞEVKİ PAŞA’NIN KIZI EMİNE EVLENDİ Mİ?
Harbiyeyi yüzbaşı olarak bitirdikten sonra O’nun staj görsün diye Şam’a sürüldüğünü biliyoruz. Oradan Trablus, Kahire, Balkanlar ve nihayet gizlice tekrar Selânik’e dönüş…
Fakat artık büsbütün olgunlaşmış ve kendisini tamamen milet ve devlet işlerine vakfetmiş bir Mustafa Kemal vardı karşımda. Ne bayram, ne seyran ve ne de aşk, hiç bir şey umurunda değildi…
Yalnız bu arada Makbule Hanımefendiden duyduğum bir konuşma beni dünyalara sahip olmuşcasına sevindirmişti.
Gazi gelir gelmez annesine sormuş:
-Şevki Paşanın kızı evlendi mi evlenmedi mi?
Zübeyde hanımefendi,
-Evlenmedi, demiş..
Gazi bundan fevkalâde memnun olarak:
-‘Hiç olmazsa şimdilik nikâh yapsak!’ diye bir arzu izhar etmiş. Ama yine araya giren büyük hâdiseler bizi bir evliliğe kadar götürmedi…
Mustafa Kemal, 1893'te, henüz 12 yaşındayken babasını kaybetti. Belki de bu duyguyu bildiği için zor durumda olan çocuklara babalık yaptı ve onların eğitimlerine önem verdi.
Vefatından önce düzenlediği vasiyetnamede, bütün manevi çocuklarına bankadaki payının yıllık gelirinden her ay belirli miktarda para ödenmesini istedi. Buna göre her ay, Afet İnan'a 800, Sabiha Gökçen'e 600, Ülkü Adatepe'ye 200, Rukiye ve Nebile'ye de 100'er lira ödenecekti. Sabiha'ya bir ev alınması için de gereken para verilecekti. Bu isimler haricinde haklarında çok bilgi olmayan İhsan, Ömer ve Afife isimlerinde de manevi evlatları olduğu söylenir.
İşte Atatürk'ün manevi evladı olma şerefine erişmiş şahsiyetler:
1. Sabiha Gökçen
1925'te Atatürk Bursa gezisine çıkmıştı. Sabiha ile burada tanıştı.
Sabiha'nın ağabeyi, Sabiha'nın güç şartlarda okuduğunu Atatürk'e anlattı. Atatürk, bundan sonra Sabiha'yı manevi evlat olarak kabul etti.
Sabiha'nın kaderi değişmişti. Ankara Çankaya İlkokulu'nu ve Üsküdar Kız Lisesi'ni bitirdi.
1935 yılında Türk Hava Kurumunun Havacılık Okulu'na girdi. Yüksek planörcülük kurslarına katılmak üzere Sovyetler Birliği'ne gitti. Dönüşte Eskişehir Hava Okulu'na girdi. I. Tayyare Alayı'nda av ve bombardıman uçakları alanında uzmanlaştı.
1937'de Ege ve Trakya manevraları sırasında başarılı uçuşlar yaptı.
Aynı yıl çıkan Şeyh Rıza İsyanı sırasında, havadan harekata katıldı. 1938'de uçakla yaptığı Balkan turu ile Avrupa'da ünlendi. 1938'de Türkkuşu'nda başöğretmenliğe atandı. 1955'te Türk Hava Kurumu yönetim kurulu üyesi oldu.
İlk Türk kadın savaş pilotu Sabiha Gökçen 2001 yılında vefat etti.
2. Ülkü Adatepe
Ülkü'nün annesi Selanikli Vasfiye Hanım, Zübeyde Hanım tarafından evlatlık olarak alınıp büyütülmüştü.
Zübeyde Hanım ölünce Makbule Hanım'ın yanında kaldı. İlk kocasından dul kalan Vasfiye Hanım, Atatürk'e sığındı. Bir süre sonra da Atatürk Orman Çiftliği istasyon şefi Tahsin Çukuroğlu ile evlendi.
Vasfiye Hanım'ın 1932'de doğan çocuğuna Atatürk, ''Ülkü'' adını verdi.
Son günlerine kadar yanından ayırmadığı Ülkü'yü, yurt gezilerine götürmüş ve yanından ayırmamıştı.
Türkiye, Atatürk'ünü kaybettiğinde Ülkü Hanım henüz 6 yaşındaydı.
Kendisini 1 Ağustos 2012'de geçirdiği trafik kazasında kaybetmiştik.
3. Ayşe Afet İnan
Mustafa Kemal, 1925 yılında İzmir'e geldiğinde gezdiği bir ilkokulda Afet İnan ile karşılaştı. Afet İnan, Selanikliydi. Ailesi Yunan işgalinden sonra Anadolu'ya göçmüştü. Afet İnan da İzmir Redd-i İlhak ilkokulu'nda okuyordu.
Atatürk, Afet İnan'ın ailesinden bir kısmını daha önceden de tanıyordu. Okuma isteği çok yüksek olan Afet'i yabancı dil öğrenmesi için yurt dışına gönderdi.
Afet, ailesinin de izniyle 1925'te, İsviçre'nin Lozan kentine Fransızca öğrenmeye gitti.
İstanbul Fransız Kız Lisesi'nde (Notre Dame de Sion) 1929'a kadar öğrenimini sürdürdü. Ortaöğretim tarih öğretmenliği sınavını kazanarak öğretmenlik belgesi aldı. Ankara Musiki Öğretmen Okulu'na Tarih ve Yurt Bilgisi öğretmeni olarak atandı (1929-1930).
Türk Tarih Kurumunun kuruluş çalışmalarında yer aldı. TTK'de uzun yıllar asbaşkanlık yaptı.
''Türk Tarihi'nin Ana Hatları'' adlı eseri vererek Türk Tarih Tezi'nin temellerini attı. Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Müdürlüğü görevinde bulundu. 1938'de doktorasını verdi. 1942'de doçent, 1950'de profesör oldu.
Atatürk, ''Vatandaş İçin Medeni Bilgiler '' kitabını Afet İnan'a yazdırmıştı.
Afet İnan, Atatürk'ün pek çok konudaki düşüncelerini ve kişilik özelliklerini yansıtan hatıralarını da tarihe yaptığı tanıklık ile birlikte eserlerinde aktardı.
8 Haziran 1985'te vefat etti.
4. Nebile İrdelp
1927 yılının Temmuz ayında üç kız öğrenci, İstanbul Çapa Öğretmen Okulu'ndan Dolmabahçe Sarayı'na getirilmişti. Bunların içinde Nebile de vardı.
Atatürk'ün manevi kızı Nebile, öğrenimine devam etmesi için Ankara'ya getirildi.
Viyana Büyükelçiliği Başkatibi Tahsin Bey ile evlendi. Düğünü 17 ocak 1929'da Ankara Palas'ta yapıldı.
Baba-kızın dansı.
Atatürk'ün hastalandığı dönemde Nebile de hastaydı. Bu hastalıktan kurtulamayan Nebile, babasının vefatından 5 yıl sonra yaşamını yitirdi.
5. Rukiye Ergin
(Fotoğrafın sağındaki. Soldaki ise Afet İnan)
Atatürk, manevi kızı Rukiye'yi Konya gezisinde tanıdı. Kimsesiz Rukiye Ankara'ya getirildi, okutuldu, büyütüldü.
Rukiye, Yüzbaşı Hüsnü Erkin ile evlendi. Nikahları Ankara Belediyesi'nce kıyıldı.
Düğünleri İstanbul'da Dolmabahçe Sarayı'nda yapıldı. Atatürk, düğündeki ilk dansı manevi kızı Rukiye ile yapmıştı.
Bu evlilikten bir oğlu ve iki kız torunu olan Erkin, 1966 yılında eşini kaybettikten sonra yaşamını Nişantaşı'nda sürdürmüştü.
1995 yılında hayatını kaybetti.
6. Abdürrahim Tuncak
Abdürrahim, Mustafa Kemal'in Van'dan evlatlığına aldığı kimsesiz bir çocuktu. İstanbul'a Mustafa Kemal tarafından getirildiğinde henüz 8 yaşındaydı.
Zübeyde Hanım'ın oturduğu Beşiktaş Akaretler'deki evde büyüdü. Kurtuluş Savaşı sonrası Ankara'ya getirildi. Salih Bozok'un oğlu Cemil ile birlikte Çankaya Köşkü yakınlarında bir okula yazıldı. Sanayi Mektebi'nde okudu. Latife Hanım ile Atatürk evlenince Ankara'dan İzmir'e Zübeyde Hanım'ın yanına geldi. Atatürk'ün boşanması ile Ankara'ya geri döndü.
1929'da Berlin Teknik Üniversitesine gönderildi. Mustafa Kemal, manevi oğlunun tüm giderlerini kendisi karşıladı.
Fotoğraf: Manevi kızı Sabiha Gökçen, kardeşi Makbule Hanım, manevi oğlu Abdürrahim Tuncak
1934 Soyadı Kanunu ile Abdürrahim, ''Tuncak'' soyadını aldı. Savarona Yatı'nın alınması görüşmelerinde Atatürk'e tercümanlık yapan Abdürrahim Tuncak, anılarında şunları belirtmişti:
''Kendimi bildiğimde annem olarak bildiğim Zübeyde Hanım'ı, ablam Makbule Hanım'ı, bir de paşamızı tanıdım. Benim ailem, bu aileydi. Ben, kendimi, bu ailenin çocuğu olarak kabul ettim. Hep de böyle kaldım. Gerçek annemin ve babamın kim olduğunu asla öğrenemedim. Rivayete göre babam bir memurmuş. Tayin edildiği Diyarbakır'da annemi akrep sokmuş. Annem ölmüş. Babam beni İstanbul'a getirmiş ve hemen arkasından askere alınmış, cepheye gönderilmiş. Bir daha da dönmemiş. haber de alınmamış...''
Mustafa Kemal'e benzerliği nedeniyle Abdürrahim'in Atatürk'ün gerçek oğlu olduğu iddia edilir.
Fakat tarihi belgeler, bunun bir dedikodudan ibaret olduğu gösterir. Ayrıca Abdürrahim Tuncak, verdiği röportajlarda; Atatürk'ün biyolojik babası olmadığını, Atatürk'ü yetiştiren Zübeyde Hanım'ın elinde yetiştiğini, Atatürk'ün aldığı kültürü, terbiyeyi aldığını, Atatürk'ün büyüdüğü ellerde, havada, ortamda yetişmenin bu fani dünyadaki en büyük feyz kaynağı olduğunu belirtmişti.
1999 yılında hayatını kaybetti.
7. Mustafa Demir (Sığırtmaç Mustafa)
Atatürk'ün Yalova'da tanıyıp evlatlık aldığı fakir bir çocuktu. Ailesi Bulgar göçmeniydi. 1929'da sığır güttüğü bir sırada Gazi Paşa ile tanıştı. Beslenmesi, bakımı iyi değildi. Hastaydı.
Okuma isteğiyle dolu bir çocuktu. Bu durumu gören Gazi Paşa, Mustafa'yı Şişli Çocuk Hastanesi'ne tedavi olması için gönderdi. Sonra Beşiktaş'ta ilkokula yazdırdı.
Mustafa, Atatürk'ün himayesinde ilkokulu, ortaokulu, askeri liseyi, Harbiye'yi bitirdi.
Bir zamanların sığır çobanıyken okuyup subay olmuştu. Emekli olduktan sonra Yalova'ya yerleşen Sığırtmaç Mustafa, 15 Ocak 1987'de vefat etti.
8. Zehra Aylin
Atatürk onu bir Dar-ül Eytam (yetim) yurdu ziyaretinde tanıdı. Yetim çocuklardan 8-9 yaşındaki bir kız çocuğu dikkatini çekmiş ve bu kara kaşlı kara gözlü kıza adını sormuştu. Küçük kız "Zehra" diye cevap verdi. Atatürk "Benimle gelir misin?" diye sordu. Zehra başını öne eğdi. Atatürk'ü tam olarak tanımıyordu. "Olur" diye mırıldandı. Zehra Aylin için ondan sonra Çankaya günleri başladı.
Babası Mehmet, savaşta hayatını kaybetti. Annesini de erken yaşta kaybetti. Amasyalı'ydılar. Zehra Aylin, ailesini hiç hatırlamıyordu.
İçine kapanık, biraz da dalgın bir yapısı vardı.
Sırasıyla; Rukiye, Sabiha, Afet ve Zehra
İlkokulu Çankaya Köşkü'nde okudu. Orta eğitim için Atatürk'ün isteği üzerine Arnavutköy Kız Koleji'ne gönderildi. Edebiyata ilgisi vardı. Bunu öğretmenleri de fark etmişti. Zehra Aylin'in edebiyatta yetenekli olduğu bilgisi Atatürk'e ulaştırıldı.
Gazi, yaz tatillerinde Zehra Aylin'le uzun edebiyat sohbetleri yapıyordu. Ama eğitimini daha da geliştirmesi için yurtdışına gitmesi gerektiğini söylüyordu. "Ben Afet'le tarih, Zehra'yla edebiyat konuşacağım" diyordu.
Zehra'nın bir diğer ilgi alanı da havacılık olmuştu. Sabiha ile beraber havacılık eğitimi almak istiyordu ama bu merakı yarım kaldı. Tahsil için İngiltere'nin yolunu tuttu. Londra'da eğitime başladı.
1935 yılında Paris ekspresine bindi. Tren Amiens Gölü kıyılarındaki istasyona varmak üzereyken, Zehra içinin daraldığını, midesinin bulandığını söyledi ve kompartımandan çıkıp koridordaki pencereye yanaştı.
İşte ne olduysa o anda oldu. Bir anlatıma göre dengesini kaybedip hareket halindeki trenden düştü, bir diğer iddiaya göre de intihar etti...
Zehra Aylin oracıkta yaşamını yitirmişti. Tren biraz ileride durduktan sonra herkes Zehra'nın yanına koştu, ama cansız bedeniyle karşılaştılar.
Amiens'te yapılan törenin ardından cenazesi İstanbul'a getirildi, 21 Kasım 1935’te Maçka Mezarlığı'na defnedildi. Ölümü gazetelerde büyük yer tutmuş, intihar ettiği söylentileri yayılmış; bu söylentileri Atatürk'ün bir diğer manevi kızı olan Sabiha Gökçen yalanlamıştır.
"Çocuklar her türlü ihmal ve istismardan korunmalı, onlar her koşulda yetişkinlerden daha özel ele alınmalıdır" diyen ve 23 Nisan'ı çocuklara armağan eden dünya güzeli bir insandı Mustafa Kemal.
En önemlisi de, bütün çocukları evladı gibi gördüğünü her fırsatta dile getirirdi.
Abdurrahim Tuncakhayatını kaybettiği 1999 yılına kadar gözlerden uzak mütavazi bir hayat sürdü.91 yıllık ömründe bu konuda sadece bir kez konuştu.Resmi tarihe göre Mustafa Kemal ATATÜRK tarafından 1918 yılında Osmanlı - Rus savaşında tüm ailesini kaybettiği için 8 yaşında Atatürk tarafından evlatlık alınmıştır. Atatürk'ün annesi Zübeyde Hanım tarafından büyütülmüştür.Bu bilgiler vikipedi'den bile öğrenebileceğiniz resmi bilgilerdir. Ancak bu bilgiler kısmen doğrudur. Bugün tarihçiler ve bu işin ilgilileri Abdurrahim Tuncak'ın Atatürkün manevi oğlu olmadığını biyolojik oğlu yada kardeşi olduğu konusunda hemfikir. Bu konuda ortaya atılan 2 iddia vardır. Abdurrahim Tuncak'ın Atatürkün üvey babası Ragıp beyden olma anneden bir babadan ayrı kardeşi olduğudur. İkinci bir iddia ise Abdurrahim Tuncak'ın Atatürk'ün fikriye hanımından olma öz oğlu olduğudur.Abdurrahim Tuncak'ın fiziki olarak Atatürk'e benzerliğine bakılırsa manevi oğlu olmadığı aralarında kan bağının olduğu mutlak anlaşılacaktır.Ancak hangi iddianın doğru olduğu teyide muhtaç bir bilgidir.Şimdi bu konuda meselinin muhatapları ne demişler ona bir göz atalım.
1- Abdurrahim Tuncak 1981 yılında gazeteci Mete Akyol'a verdiği repörtajda kendisine Atatürkün gerçekten oğlumusunuz sorusuna "Bazı sırlar benimle beraber mezara gidecek" demiş ve e soruyu yanıtsız bırakmıştır.Ömrü boyunca da gözlerden uzak mütavazi bir hayat yaşamış ve bu konuda konuşmamıştır.
2- Latife hanımın yeğeni Mehmet Sadık ÖKE "Teyzem Latife" kitabında Abdurrahim Tuncak'ın Mustafa Kemal Atatürk'ün Fikriye hanımdan oğlu olduğu bu gerçeğin teyzesi latife hanım tarafından söylendiği Latife hanımın Atatürk ile evlilik yaptığı zamanda herkes tarafından bilindiğini yazmıştır.
3- Abdurrahim Tuncak'ın kızı Nuray Çulha ise üstü kapalı olarak Abdurrahim Tuncak'ın yalnızca Atatürkün manevi oğlu olmadığı organik bağı olduğunu söyledi ancak babasının vasiyeti üzerine daha fazla konuşamayacağını bildiklerinin bir sır olarak kalacağını söyledi.Nuray hanımında yandaki resmine bakılırsa kız halaya çeker misali büyük halası Makbule hamına benzerliği dikkat çekmektedir.
4- Bilgisine ve sözüne çok güvendiğim gazeteci Murat Bardakçı ise bu konuda bazı şeyleri bildiğini ancak ailenin isteği üzerine söyleyemeyeceğini açıklamıştır.Yine geçtiğimiz yıllarda hayatını kaybeden ittihat ve terrakki uzmanı Erol Şadi Erdinç Abdurrahim Tuncak'ın Atatürkün oğlu olmadığını Zübeyde hanımın Ragıp beyle olan ikinci evliliğinden olma üvey kardeşi olduğunu söylemiştir.
Sonuç Abdurrahim Tuncak'ın Atatürkün kardeşi olma ihtimali üzerine şöyle bir hesap yapacak olursak zübeyde hanım 1857 doğumlu Abdurrahim Tuncak ise resmi kayıtlarda 1908 doğumlu ancak tuncak'ın şu anda hayatta olan kızı Nuray hanım babasının 1902 doğumlu olduğunu söylüyor. Yani Tuncak'ın Atatürkün kardeşi olması durumunda Zübeyde hanım en erken 45 en geç 51 yaşında doğum yapmış olması lazım.Bu kadar ileri yaşta doğumun zayıf bir ihtimal olduğu göz önüne alınırsa Abdurrahim Tuncak'ın Atatürk'ün oğlu olma ihtimali daha da güçlenmektedir. Bunun tam manasıyla anlaşılması için devlet kararı ile Atatürk ve Abdurrahim Tuncak ve Zübeyde hanım'ın naaşlarından alınacak örneklerle DNA testinin yapılması gerekmektedir.DNA testi yapılana kadar Tuncak'ın Atatürkün oğlu mu yoksa erkek kardeşi mi olduğunu kesin olarak bilemeyeceğimiz aşikardır.Ancak Tuncak'ın sadece Atatürkün manevi oğlu olmadığı da biyolojik bir bağının olduğu da ortadadır. Kaynak : Abdurrahim Tuncak Atatürk'ün oğlu mu ? | MaviYazar
Atatürk hakkında neden koruma kanunu vardır? Tarihin en kadim milletlerinden biri olan Türk milleti ve onun son devleti üzerinde bu kadar müessir bir etkisi bulunan bir devlet adamının niye bunca sırlarla örülü, gizlenen, saklanan geçmişi olduğuna akıl erdiremem bir türlü. Bunu kendisi mi istemiştir, yoksa kendini devlet yerine koyan birileri mi buna karar vermiştir onu da bilemiyoruz.
Mustafa Kemal Atatürk'ün bir oğlunun olması, yahut bir kardeşinin bulunması niye saklanır, bunda nasıl bir mahzur telakki edilir, anlamam keza... Oğlunun ya da kardeşinin olması ayıp bir şey midir ki saklanır?::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::
Can Dündar’ın ‘Mustafa’ filminin yankıları devam ediyor. Filmle ilgili yapılan eleştirilere; Atatürk’ün manevi oğlu Abdurrahim Tuncak’ın kızı da katıldı. Abdurrahim Tuncak’ın kızı Nuray Çulha, Vatan’da yayınlanan röportajında; “Abdürrahim Tuncak’ın üç buçuk aylıktan itibaren Zübeyde Hanım’ın evinde olduğunu, evlat edinmek diye bir şeyin olmadığını, zaten kendisinin de Atatürk’ün kız kardeşlerine babaanne dediğini” söyledi.
İşte bu açıklamalar, “Atatürk’ün manevi oğlu diye bilinen Abdurrahim Tuncak’ın, gerçekte öz evladı mı” sorusunu akla getirdi.
Nuray Çulha verdiği röportajda ayrıca ‘Konuşmuyorum, acım büyük. Mete Akyol ile konuşun.’ dedi.
Abdurrahim Tuncak’ın kızının işaret ettiği isim olan Mete Akyol, Abdürrahim Tuncak ile konuşan ilk gazeteciydi.
Biz de Odatv.com olarak yeniden alevlenen bu tartışmanın cevaplarını gazeteci Mete Akyol’a sorduk.
İşte 90 yaşındayken kaybettiğimiz Abdurrahim Tuncak’la röportaj yapan gazeteci Mete Akyol’un bu konuyla ilgili açıklamaları:
“Söylenen her şeyi yazdım. Tane tane ve söylediklerini daha sonra da TRT’de iki ayrı bölümde program olarak yayınladık. Ayrıca TRT’de bir de 90 dakikalık bir söyleşim oldu Abdürrahim Bey’le o yayınlanmadı. O TRT’nin arşivinde duruyor. Hatta üstüne de tarihsel belgedir, asla silinmeyecektir diye not koyuldu.
Abdurrahim Tuncak, Atatürk’ün öz oğlu mudur? Değil midir? Bu konuda kendisinin bir iddiası yok ki. “Benim için bu olayın şerefi, onun yetiştiği evde yetişmiş olmak, onu yetiştiren anne tarafından yetişmiş olmam yaşamdaki en büyük onurum şerefimdir.” Sözü budur. Biyolojik çocuğu mu? Ben nereden bileyim? Kimse bana bir şey demedi, elimde bir belge yok, böyle bir şeyi nasıl iddia edebilirim. Birkaç kez aynen bu yanıtları verdi. Nuray Hanım Abdürrahim Bey’in kızı Sabiha Gökçen’e de ‘Hala’ derdi. Sabiha Gökçen de Abdürrahim Tunca’ya ‘Ağabey’ derdi. Kişilerin böyle birbirlerine hitap etmeleri ille de bir kan bağının olmasını gerektirmiyor tabi. Bu kendi ağzından görüntü bantlarda da var, benim notlarım da var, ve ben de kaç kez yazdım.
Şöyle başlar “Hayatta hatırladığım en eski anım, üç buçuk yaşındaydım, Akaretler’deki evimizdeydik, Zübeyde annemin kucağındaydım.” Kendi ifadesi kelime kelime budur. Üç aylık değil tabi üç buçuk yaşında. Dediği o. Hatırladığım diyor en eski anım “Üç buçuk yaşındayım, Akaretler’deki evimizdeyiz, Zübeyde annemin kucağındayım.” diyor.”
Eski Anıtkabir Müze Komutanı, Yrd. Doç. Ali Güler'in Atatürk’ün Saklanan Ailesi adlı kitabı Atatürk’ün ailesiyle ilgili dikkat çekici belgeler yer alıyor.
Atatürk'ün seceresi ve aile yaşamı ilgili araştırmalar yapan eski Anıtkabir Müze Komutanı ve Hacettepe Üniversitesi Tarih Bölümü’nde öğretim üyesi olan Yrd. Doç. Ali Güler, “Benim Ailem – Atatürk'ün Saklanan Ailesi” adlı yenikitabı ile Atatürk’ün ailesine ışık tutuyor.
Milliyet’ten Mert İnan’ın aktardığı habere göre kitapta Mustafa Kemal Atatürk’ün seceresi ve aile bilgileriyle ilgili çok sayıda belge bulunuyor. Bunların içinden en dikkat çeken kısımlardan biri Atatürk’ün kızkardeşi Makbule Hanım'ın mahkeme kararı ile evlatlık edindiği kişiler hakkında. Makbule Hanım, İstanbul 12. Asliye Hukuk Hakimliği'nin kararıyla Atatürk'ün manevi evladı Mustafa Demir ile bir diğer manevi evladı Abdürrahim Tunçak'ın eşi Hatice Mualla Tunçak'ı evlatlık edinmiş.
LK KEZ GÜN YÜZÜNE ÇIKTI
Yrd. Doç. Ali Güler Güler, ilk kez gün yüzüne çıkarılan Makbule Hanım'a ait mahkeme kararıyla ilgili şu bilgileri veriyor: “Katıldığım bir TV programından sonra sosyal medya aracılığıyla bana ulaşan Merter Dinç Bey, bir belge paylaşmak istediğini belirterek önemli bir mahkeme kararının suretini tarafıma ulaştırdı. Merter Bey, e-posta üzerinden yaptığımız yazışmalarda belgeyi çok yakın aile dostu olan Sığırtmaç Mustafa'nın kızı Tacinur Demir'in kendisine verdiğini belirtti. Belge, Makbule Hanım ölümünden (1956) yaklaşık iki yıl önce (1954) mahkeme kararıyla Atatürk'ün manevi evladı Abdürrahim Tunçak'ın eşi Hatice Mualla (Tunçak)'yı evlatlık edindiğini ortaya seriyor. Makbule Atadan, genç kızlığının geçtiği evde büyüyen Abdürrahim'i, abisinin ölümünden sonra da yalnız bırakmıyor. Onu kendi nüfusuna geçirmek isteyip bu engellenince, Abdürrahim Tunçak'ın eşi Mualla Tunçak'ı evlat edinip nüfusuna geçiriyor.”
Tunçak, belgedeki detaylar hakkında ise şunları aktarıtor: “Hatice Mualla (Tunçak)'ın Makbule Hanım tarafından evlatlık edinilmesi hususundaki karar İstanbul 12. Asliye Hukuk Hakimliği'nin kararında yer alıyor. Bize ulaşan belgede ‘evlat edinilen Hatice Mualla Hanım'ın kimlik bilgilerinin yanı sıra, Makbule Hanım'ın da kimlik bilgileri yer alıyor. Mahkeme'nin kararı 17 Kasım 1954 tarihli. Yani karar Makbule Hanım'ın ölümünden kısa bir süre önce. Elimizdeki mahkeme karar suretinin, Yalova Noter Muavinliği tarafından 30 Kasım 1954'te çıkartılmış olduğunu tespit ettik. 12. Asliye Hukuk Hakimi Nail Topaz tarafından görülen davanın katipliğini Ayşe Matlakan yapıyor. Makbule Hanım'ın avukatlığını Vecih Işık üstleniyor.”
ATATÜRK, AİLESİNİN ONAYINI ALIP TEDAVİ ETTİRMİŞ
Yrd. Doç Ali Güler, Atatürk, kız kardeşi Makbule Hanım'ın evlat edindiği ikinci kişi olan Mustafa Demir (Sığırtmaç Mustafa) hakkında şu bilgileri veriyor: “Atatürk, Sığırtmaç Mustafa'yı 1929'da himayesine alıyor. Mustafa'nın yakınları Bulgaristan'dan Yalova'ya yerleşen fakir bir göçmen aile. Okuma-yazma bilmeyen, 1918'de Varna'da doğan Sığırtmaç Mustafa, Atatürk'e yol tarif ederken tanıştığında sıtma hastalığına yakalanıyor. Atatürk, ailesinin de onayını alıp Mustafa'yı tedavi ettiriyor. Daha sonra da okula gönderiliyor. Demir, Kuleli Askeri Lisesi'ni bitirdikten sonra 1941'de Kara Harp Okulu'ndan Tankçı Teğmen olarak Türk Silahlı Kuvvetleri'ne katılıyor. Yüzbaşı rütbesindeyken Rıfkiye Hanım'la evlendikten sonra 1954'te, Makbule Atadan tarafından manevi evlat olarak kabul ediliyor.”
MAKBULE HANIM 4 ÇOCUK EVLAT EDİNMİŞ
Mahkeme kararına göre Makbule Hanım'ın evlat edindiği 4 kişi, Hatice Mualla (Tunçak), Mustafa Demir (Sığıtmaç Mustafa), Fikret Avcı ve Zeynelabidin Bey. Ancak Hatice Mualla Hanım ile Mustafa Demir Bey'in durumu çok özel. Beşiktaş Abbasoğlu Mahallesi'nde 1918'de doğan Hatice Mualla Hanım'ın eşi Atatürk'ün manevi evladı Abdürrahim Tunçak.
Abdürrahim Tunçak duruşma günü mahkemeye gelerek eşinin Makbule Hanım'a evlat olmasında muvafakati olduğunu beyan ediyor. “Sığırtmaç Mustafa aslında Atatürk'ün manevi evlatlarından. Demir, Atatürk tarafından okutulduktan sonra yarbay rütbesiyle TSK'dan emekli oluyor. 1918 doğumlu Demir'in eşi Rıfgıye Hanım, İstanbul 12. Asliye Hukuk Mahkemesi'nde görülen duruşmaya gelerek tıpkı Abdürrahim Tunçak gibi eşinin Makbule Hanım'a evlat olmasına muvafakati olduğunu beyan ediyor
Abdürrahim Tuncak’ın kızı Nuray Çulha, filme itiraz etti: “Babam 1908 doğumlu. Üç aylıktan itibaren o evde. 5 yaşında sünnet edildiğinde Zübeyde Hanım’ın yatağında çekilmiş sünnet fotoğrafı bile var”
Mustafa filminin yankıları sürüyor. Atatürk’ün 8 yaşında Van’da evlat edindiği anlatılan Abdürrahim Tuncak’ın kızı Nuray Çulha, filme itiraz etti: “Babam 1908 doğumlu. Üç aylıktan itibaren o evde. 5 yaşında sünnet edildiğinde Zübeyde Hanım’ın yatağında çekilmiş sünnet fotoğrafı bile var”
Can Dündar’ın yönettiği “Mustafa” filminde, Atatürk’ün 1916’da Doğu’da görevliyken 8 yaşındaki Abdürrahim’i evlat edindiği anlatılıyor ve Halep’te ikisinin birlikte çekildiği fotoğrafa yer veriliyor. Ancak, bu bilgilerin yanlış olduğunu iddia eden Abdürrahim Tuncak’ın kızı Nuray Çulha, VATAN’a çarpıcı açıklamalarda bulundu. 62 yaşındaki Nuray Çulha ’Babam 3 aylıktan itibaren Atatürk’ün evindeydi“ dedi.
* Atatürk babanızı 1916’da evlat edinmedi mi?
Babam 1908 doğumlu. Atatürk’ün annesinin Kuran’ında yazıyor. Zübeyde Hanım, babamın doğum tarihini Kuran’a kaydetmiş. ”Abdürrahim 1908“ diye yazıyor. Bir de kızı Naciye’nin ölüm tarihini yazmış. Atatürk’ün Naciye isminde bir kızkardeşi ölüyor veremden. Onun ölümünden sonra Akaretler’deki eve geliyorlar.
* Yani 8 yaşından çok önce Atatürk ile birlikteydi.
Atatürk’ün babamla resmi 1917’de çekilmiş. Babam 1908’de doğduysa, 1917’de 9-10 yaşında oluyor. Babam kendini bildiği zaman Akaretler’de Atatürk’ün evinde buluyor. 3 aylıktan itibaren o evde.
* Babanız ne zaman evlat edinilmiş?
Evlat edinilmiş diye bir şey yok. Babamın Akaretler’deki evde sünneti yaptırılıyor. 5 yaşındayken sünnet yatağında çekilmiş resmi var.
* Yani kendi oğlu mu?
Ben böyle bir şeyi söylemeye söz sahibi değilim.
* Peki Atatürk ile resmi nasıl çekilmiş?
Atatürk annesi Zübeyde Hanım’ı Halep’e çağırıyor ve ’çocuğu da al gel’diyor.
* Neden çağırıyor?
1917’de kum fırtınasında kör oldu diyorlar. Anne çok üzülüyor. Atatürk telgraf üstüne telgraf çekiyor ve ’Bir şeyim yok. Ama müsterih olmak istiyorsan ’çocukla bana gel’ diyor. Kara trenle 10 günde Halep’e gidiyorlar. Oraya ulaştıklarında Atatürk ’Bak diyor gözüm görüyor, hiçbir şeyim yok’ diyor. Bir hafta kalıyorlar. Ordunun terzisi babama oranın yerel kıyafetini dikiyor. Atatürk ”Şimdi resim çektireceğiz, tam asker oldun ama tabancan yok“ diyor. Kendi tabancasını çıkarıyor ve babamın beline takıyor. O zaman fotoğraf makinesi bir tek ordunun doktorunda varmış. Doktor resmi çekiyor. Yani Halep’te evlatlık alınma diye bir şey yok. O zamana kadar zaten o evde yaşıyor, okullara gidiyor. Ben Atatürk’ün kızkardeşine babaanne derdim, onun arzusu üzerine.
* Neden?
Karıştırmayın. Bundan yıldığımız için babam gazetecilerden uzak durdu. Babamdan ne duyduysam onu söylüyorum. Babam öldüğünde güzel bir cenaze merasimi oldu Bebek Camii’nde. İstanbul Belediye Reisi Tayyip Erdoğan bana dedi ki ’Daha büyük bir camide daha güzel bir şekilde yapalım merasimi.” Ama babam istemedi. Ancak bilenler geldiler. Cenazede üniversite rektörleri ve çok basın vardı. Orada bana çok sual soruldu neden açıklamıyorsunuz diye ’Konuşmuyorum acım büyük Mete Akyol ile konuşun’ dedim.
‘AKARETLER’DEKİ EVDE İKİ BAKICISI VARDI’
Abdürrahim Tuncak ’ın kızı Nuray Çulha, babasının ilk olarak Akaretler’deki evde Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım ve kız kardeşi Makbule Hanım ile birlikte yaşadığını söylüyor ve “2 tane de bakıcısı var. Birine Ayşe Abla derdi. Akaretler’deki evde otururken ilkokula gidiyor. Atatürk 1919’da Samsun’a çıkarken İngilizler öldürecekler diye o evi Şişli’ye taşıyor. Yani Şişli’deki ev ikinci oturdukları ev. Evin kirası 1 Lira olduğu için o sıra ödeyemeyecek durumdalar. Çünkü Atatürk Anadolu’da ve maaş yollayamıyor. O yüzden tekrar Akaretler’e geliyorlar” diyor. Bu fotoğrafta da Abdürrahim Tuncak, Zübeyde Hanım, Makbule Hanım ve bakıcılarıyla birlikte görülüyor.
Abdürrahim Tuncak'ın Ata'nın öz oğlu olduğunu öne süren Öke "Atatürk'ün bir oğlu daha vardı. Gerçeği bilirdi ama hiç dile getirmedi. Bu sırrını mezara götürdü" dedi
Atatürk'ün eşi Latife Hanım'ın kız kardeşi Vecihe İlmen'in torunu Mehmet Sadık Öke'nin "Teyzem Latife" isimli kitabında Atatürk'ün manevi oğlu Abdürrahim Tuncak'ın Fikriye Hanım ve Atatürk'ün öz oğlu olduğu iddiasına yer vermesi, eski bir tartışmayı yeniden alevlendirdi. Öke kitabında yer vermediği bir iddiayı ise SABAH'a açıkladı: "Atatürk'ün bir oğlu daha vardı ama çocuk, bir asker arkadaşının çocuğuymuş gibi nüfusa geçirildiği ve hiç anılmadığı için kitabımda yazmadım, ismini de asla söylemem." Geçtiğimiz günlerde piyasaya çıkan "Teyzem Latife" isimli kitap Atatürk'ün özel hayatıyla ilgili bilinmeyen pek çok iddiayı bir kez daha gündeme getirdi. "86 yıl sonra konuşmak, aile büyüklerini ikna etmek zordu" diyen kitabın yazarı Öke, "İlk ağızdan ailemden duyduğum gerçekleri yazdım. Teyzemin Atatürk'e verdiği konuşmama sözünü, ailesi olarak biz de tuttuk. Ancak artık bazı yanlışların düzeltilmesi gerek" ifadesini kullandı.
DİKKAT ÇEKİCİ BENZERLİK
Kitaba koymaktan vazgeçtiği pek çok anı olduğunu anlatan Öke, bunlardan birinin de Atatürk'ün diğer oğlu olduğunu söylüyor. "Çok düşündük ama başka birinin soyadını taşıdığı ve onun oğlu olarak bilindiği için ismini vermek bana düşmez, o ailenin tasarrufudur" diyen Öke, Atatürk'ün ikinci oğluyla ilgili şu bilgileri veriyor: "Bir başka hanım var, Atatürk'ün askeri İdadi'den bir arkadaşının ecnebi eşi. Kendisinin opera sanatçısı olduğunu biliyorum. Ancak Atatürk'ün subay arkadaşı evliliğinin 6'ncı ayında şehit olduktan sonra görüşmeleri kesilmemiş. Uzun zaman Atatürk ve bu hanım görüşüp yazışmışlar. O hanımdan Mustafa Kemal'in bir çocuğu oluyor. Mustafa Kemal'den daha uzun boylu, çok dikkat çekici benzerliği var ve Abdürrahim Bey'de de olduğu gibi hafif şehla. Kendisiyle oturduğu Tarabya'da görüşmüştüm. Kendisi ve etrafındaki herkes de bilirdi onun Paşa'nın çocuğu olduğunu ama ölünceye dek asla kabul etmedi. Bu sırrı Abdürrahim Bey gibi mezara götürdü."
MEKTUPLARDAKİ ŞİFRE... "O mektuplarda Kemal Paşa'nın çocuğu hiç sormadığı söyleniyor ve kendi çocuğu olsa sorardı deniyor" diyen Öke "Mustafa Kemal, mektuplarda hanımın kız kardeşini sorar. İşte bu Atatürk ve o hanımın arasındaki şifre aslında. Kız kardeşini sorarak aslında oğlunu soruyor" şeklinde konuştu. NURDENİZ ERKEN
:::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::
Abdürrahim Tuncak, yoksa Atatürk’ün Fikriye Hanım’dan doğma oğlu mu?
Size Latife Hanım’ın kardeşi, Vecihe Hanım’ın torunu Sadık Öke’nin, Fatih Bayhan’la birlikte hazırladığı “Teyzem Latife” kitabından bahsetmiştim.
Kitabı okudukça sevdim, Sadık Öke’nin Latife Hanım’ı anlatırken kullandığı dilin samimiyeti hoşuma gitti.
Çünkü ben de Latife Hanım’ı Atatürk’süz anlatmanın mümkün olmayacağına inananlardanım.
Bu da anlatacağınız birçok şeyi ürkerek, çekinerek anlatmanıza neden olabilir, bütün kitabı yapay bir hale getirebilir. Ama Sadık Öke neredeyse buna hiç yenik düşmemiş, hatta bazı yerlerde insanı şaşırtacak kadar cesur hikâyeler anlatmış.
Kitaptan çok şey öğrendim Atatürk ve Latife Hanım’la ilgili...
***
Latife Hanım; kendisine yazılmış mektupları, ayrıldıktan sonra özellikle bir iç hesaplaşma gibi Atatürk’le yaşadığı olayları, yazdığı notları, bütün evrakları, Paşa’nın bazı nutuklarının asıllarını, beraber yazdıkları yazıları ve daha birçok şeyi saklamış.
Bunların hepsi ölümünden sonra Türk Tarih Kurumu’na bağışlanmış.
O belgelerin hepsi şu an sır. Çünkü aile, toplumun henüz bu belgelere hazır olmadığını düşündüğünden, Latife Hanım’a zarar vermemek için, AİHM kararınca bu belgelerin 2074 yılına kadar açılmasını engellemiş.
Latife Hanım’ın ölümünden 99 yıl sonra açılabilecek yani...
“O belgelerde ‘Ben kocamla Adana’ya gittim, beni arabada soluna oturttu, bir kadına bu yapılmaz. Kadın her zaman sağda oturtulur’ ya da ‘Yeter artık çok içtin, bu ne rezalet!’ ya da ‘Hiç sevmiyorum şu arkadaşını, amma yaramaz adam, karısına ne biçim davranıyor?’ gibi her kadının kocası hakkında söyleyebileceği, ‘Bunu yapmaması gerekirdi’ gibi daha çok asker ve mahalle arkadaşlarına yönelik şeyler var.
Bunlar çok normal...
Ama açıldığı zaman “insan” Mustafa Kemal ortaya çıkacak diye buna tahammül edemeyen Mustafa Kemal’den geçinmeciler, kurdukları sistem çökerse kişisel çıkarları da çöker diye bu belgelerden korkuyor. Dincinin yobazı kadar lâikin yobazı da bu sistemden faydalanıyor. Bunun için Ata’nın ailesine bile zarar verirler” demiş Sadık Öke, belgeleri neden şimdi açıklamadıklarını anlatırken.
***
Atatürk 15 gün kaldığı Uşşakizadeler’in köşkünde evin kızı Latife ile tanışıyor ve onu beğeniyor.
“Dört gece arka arkaya konuştuk” diye anlatmış Latife Hanım o günleri gazeteci Niyazi Ahmet Banoğlu’na...
Latife Hanım’ın bir Türk gazetecisine verdiği tek röportajmış bu.
Sadık Öke, bazı çok özel anıları da anlatıyor:
“Mustafa Kemal, Latife Hanım’dan o kadar etkileniyor ki, beraber olmak istiyor. Latife Hanım bunu kabul edecek bir yapıda değil. Ancak birbirlerine ilgilerini açıkladıkları gece ilk önce Latife Hanım ilgisini açıklıyor.
Latife Hanım onunla evlenebilirdi ama metresi olamazdı.
Paşa, birliktelik teklifini bir adım ileri götürüp gece vakti İzmir sokaklarına çıkıp müftü bularak imam nikahı ile evlenme teklif etmiş.
Latife Hanım, babası yanında olmadan bunu yapmak istemiyor.
Paşa ısrar ederek beğenisinin gerçek olduğunu göstermek için Latife Hanım’ı öpmek için eğilmiş, Latife Hanım masadaki silahı alıp havaya üç el ateş etmiş. Devam ederse dördüncüyü kendisine sıkacağını, çünkü memleketin Paşa’ya ihtiyacı olduğunu söylemiş.”
Atatürk’le ayrıldıktan sonra 50 yıl yaşamış Latife Hanım...
Ben o 50 yılı, Mustafa Kemal’le geçirdiği 2.5 yıldan daha çok merak ediyorum. “Teyzem Latife” kitabında Sadık Öke gerçekten insanı sarsan bir açıklıkla pek çok şeyi anlatmış. Abdürrahim Tuncak...
Atatürk’ün evlat edindiği çocuk...
Sadık Öke şöyle anlatıyor:
“Abdürrahim’in kendi anlattığına göre, 1911’de evlat edinilmiş. Oysa Zübeyde Hanım Selanik’ten 1912’de geldiğine göre, bu evlat edinme ancak İstanbul’da 1912’de olabilir.
Demek Paşa, annesi İstanbul’a gelmeden bu çocuğu evlat edinmiş. Paşa’nın çocuğu olmuyor, böbreklerindeki sorunlar ve geç bir yaşta kabakulak geçirdiği için...
Paşa 1907’de Selanik Ordu Merkezi’nde. Yıl olarak bakınca bu çocuğun Paşa’nın bir Selanik macerasının meyvesi olma olasılığı çok yüksek. Bizim bildiğimiz Abdürrahim, Paşa’nın oğludur. Bir ihtimal de Fikriye Hanım’dan olma oğludur.” Galiba bazı gerçekler 2074’ü beklemeyecek ortaya çıkmak için.
Atatürk’ün oğlu olduğunu ispatlamak için 16 yıldır uğraşan 80 yaşındaki Halil İbrahim Atalay, gerçeklerin ortaya çıkmasından korkulduğunu öne sürerek, soyadını kullanmak istediği Atatürk’ün mal varlığının kendisine verilmesini istiyor. Antalya’da yaşayan ve bugüne kadar AİHM de dahil olmak üzere 9 kez dava açan Atalay, iddiasını ispatlamak için DNA testi yapılmasını da talep ediyor
ANTALYA’da yaşayan 80 yaşındaki Halil İbrahim Atalay, 16 yıldır Atatürk’ün oğlu olduğunu ispatlamaya çalışıyor. Bugüne kadar açtığı biri AİHM’de olmak üzere 9 davadan da ‘Ret’ cevabı alan Halil İbrahim Atalay, DNA testi yapıldığı takdirde gerçeklerin ortaya çıkacağını belirterek, soyadını kullanmak istediği Atatürk’ün mal varlığının da kendisinin olması gerektiğini söyledi.
‘BENİ DELİ SANDILAR’ Antalya Güzeloba Mahallesi’nde 60 metrekarelik bir giriş katında yoksulluk içinde yaşayan Halil İbrahim Atalay, 16 yıldır Atatürk’ün oğlu olduğunu ispat etmeye çalışıyor. Atatürk’e 6 yıl hizmet etmiş olan Nazile Hanım’ın oğlu olduğunu belirten Bağ-Kur emeklisi Atalay, Tekirdağ ve Antalya’da açtığı davaların sonuçsuz kalmasının kendisini yıldırmayacağını, para bulur bulmaz yeni dava açacağını söyledi. “Atatürk’ün oğlu olduğum gerçeğini ortaya çıkarmak için ömrümün sonuna kadarmücadele edeceğim” diyen Atalay, “Tekirdağ ve Antalya’da 8 ayrı dava açtım. Yargı beni görmek istemiyor. Davalarımsudan gerekçelerle kapatıldı. Hatta deli olduğumu düşünüp beni hastaneye sevk ettiler. Aklımın yerinde olduğuna dair rapor aldım. Bir kez DNA testi yaptırsalardı Atatürk’ün babamolduğu ortaya çıkacaktı” dedi.
‘ANNEM ANLATTI’ Gerçeğin ortaya çıkmasından korkulduğunu öne süren Halil İbrahim Atalay, “Atatürk’ün babam olduğunu 1961 yılında öğrendim. Halsizlik yüzünden doktora gittiğimde kan testi sonuçlarında nadir görülen bir durumum olduğunu ve ailemden geldiğini söylediler. Akrabalarımda hiç kimsenin aynı özelliği taşımaması üzerine şüphe duyup anneme sordum. Annem ağlayarak babamın Atatürk olduğunu söyledi. Notere götürmek istediğim sırada annem hastalanıp vefat etti” dedi.
‘TEST ORTAYA ÇIKARIR’ Atatürk’ü 4 yaşında gördüğünü hatırladığını söyleyen Atalay, “Gerçeği öğrendikten sonra 15 yıl sustum. Sonra tanıdığım bir emekli hâkime durumu anlattım. Emekli hâkim, benim ortaya çıkmamın aileme zarar verebileceğini söyleyince korkup sustum. Çocuklarım okullarını bitirip iş sahibi olunca 1994 yılında dava açmaya karar verdim. İlk davayı da dünyaya geldiğim Tekirdağ’ın Muratlı İlçesi’nde açtım” diye konuştu. Açtığı ilk davanın kabul edilmediğini, ancak sonrasında yeni davalar açtığını belirten Atalay, “Yaklaşık 4 yıl önce Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurdum. Bana gönderdikleri cevapta eksik bilgi gösterdiğim söylendi. Mahkemelerden tek isteğim DNA testi yapılması. Gerçek o zaman ortaya çıkacak. Atatürk’ün soyadını kullanmak istiyorum. Sonrasında da, Atatürk’ün mal varlığının bana verilmesini isteyeceğim” dedi.
‘VAZGEÇMEM’ İstanbul’da saatçilik yaparken emekli olduğunu, gelirinin düşük olması nedeniyle güçlükle geçindiğini, ancak mücadelesinden vazgeçmeyeceğini ifade eden Halil İbrahimAtalay, “Paramolmadığı için avukat tutamıyorum. Bana inanan birisi çıkana kadar uğraşacağım” dedi.
‘Atatürk, oğlu olduğumu kabul etmiş ve bunu bir kâğıda yazıp anneme vermiş’
HALİL İbrahim Atalay, annesi Nazile’nin ve babası bildiği İbrahim oğlu Hüseyin’in, Bulgaristan göçmeni olduğunu belirterek şöyle diyor: “Annem, Ali kızı Nazile, İbrahim oğlu Hüseyin ise manevi babamdır. Annem Muratlı’daki evinde otururken, aralarında Atatürk’ün kaldığı çiftlik sahibinin hanımı da olan komşularını ziyarete gelmiş. Çiftliğin hanımı annemi temiz, iyi görünce çiftliğinde hizmetçilik yapması için teklifte bulunuyor.
‘AYAKLARINI YIKAMIŞ’ Annem, 1928’de Hasan Tosun’un çiftliğine hizmetçi gidiyor. Aradan 3 ay geçtikten sonra, Atatürk çiftliğe geliyor. Annem Atatürk’e hizmet etmekle görevlendiriliyor. Annem, Atatürk her geldiğinde Hasan Tosun’un çiftliğinde kalıyor. Ayağını yıkıyor, kahve veriyor, ona hizmet ediyor. Annem bu süre içinde 1929 yılında hamile kalıyor ve 1930 yılında ben dünyaya gelmişim. Annem, Atatürk’e kendi oğlu olduğumu söylemiş, Atatürk, oğlu olduğumu kabul ettiği el yazısını anneme vermiş. Annem bu yazıyı, Atatürk’ün kıyafetlerinden birinin cebine koymuş ve bu kıyafet şu anda Anıtkabir’de sergileniyor. 1934 yılında Atatürk bizzat kendisi bana ‘Atalay’ soyadını vermiş.”
PROF. DR. YUSUF HALACOĞLU (Eski Türk Tarih Kurumu Başkanı):
CİDDİYE ALINMAMALI Son yıllarda Atatürk’ün oğlu, kızı, akrabası olduğunu iddia eden çok sayıda kişiyle karşılaşıyoruz. Bunların doğruluğunu bilemeyiz. Ne kayıt var ne başka bir şey. Çok ciddiye almamak gerektiğini düşünüyorum. Çünkü her kafadan bir ses çıkıyor. Bu tür haberler sansasyondan başka bir şeye yaramaz.
MURAT BARDAKÇI: HABERTÜRK Gazetesi Yayın Danışmanı:
ALLAH AKIL VERSİN Şimdiye kadar gördüğüm belki 50’nci Atatürk çocuğu iddiası... Bu iddialar değişik sebeplerle ortaya atılıyor. Adam ya çatlak oluyor ve kendisine baba olarak sadece Atatürk’ü layık görüyor veya gerçekten de inanıyor. En kötüsü de böyle inananlar. Atatürk’ün özellikle son yılları bütün ayrıntılarıyla bilinir. Yakından tanıyanlar, daha önce de ortaya atılan bu iddiaya gülmüşlerdir. Allah akıl versin.
PROF. DR. METİN HULAGÜ (Tarihçi-Kayseri Üniversitesi Rektör Yardımcısı):
İDDİADAN ÖTEYE GİTMEZ İlk etapta akla, bu tür bir iddiayı ortaya atanın akli dengesi yerinde mi, amacı nedir gibi sorular geliyor. Çünkü böyle bir iddianın ciddiye alınabilmesi için DNA testi gerekir. Bu da yapılabilecek bir şey değil gibi gözüküyor. Bırakın Atatürk’ün gerçek çocuğu olduğu konusunu, Atatürk’ün manevi evlatlarının sayısı bile tam olarak bilinemiyor.