30 Ocak, 2019

HİLAFET : 3 Mart 1924 - Lozan ve lord curzon:ARTIK TÜRKİYE MAHVOLMUŞTUR ZİRA ONUN MANEVİ KUVVETİNİ YOK ETTİK Kİ BU HİLAFET VE İSLAMDIR..!






6 yıl önce


Derin MilletIsa Imamoğlu ile birlikte.
lozan antlaşmasını hazırlayan lord Curzon'a gazeteciler sorar: Arap ülkeleri işgal edildiği halde türkiyeye neden bağımsızlık verildi??
lord curzon'un verdiği cevap aynen şu :ARTIK TÜRKİYE MAHVOLMUŞTUR ZİRA ONUN MANEVİ KUVVETİNİ YOK ETTİK Kİ BU HİLAFET VE İSLAMDIR..!

//////////////////////////////////////////
Bu gün 3 Mart
ve 3 Mart 1924
Halife gitti.. Lozan "bitti"..
Lozan'ın imzası için öne sürülen şartlar kabul edildi.
Bu şartlar içinde Hilafetin "hal"li de söz konusuydu. İslam birliğinin parçalanması için olmazsa olmaz şart idi.
Rıfat Börekçiye tehditle attırılan (B..) imza ile yasa teklifi kabul ettirildi.
Evet, halifeyi sürmekle Makamı kaldırdılar ancak Hilafeti değil.
Hilafeti; belki lazım olur yada gün ola harman ola diye olsa gerek; meclisin manevi şahsiyetine sardılar ..
O nedenle dışarı da yapılan Hilafet girişimleri, Türkiyesiz akim kaldı.
Gün ola harman ola..
....................
Birinci Meclis, Misak-ı Milli'den taviz vermedi.
Lozan görüşmeleri kesildi.
Meclis, Lozan'a giden heyeti geri çağırdı.
Bu arada meclis fesh edildi.
Meclis yoken Lozan'a giden heyete Haim Naum ismindeki Robert Kolleji öğretmeni katıldı.
l. Meclisin kabul etmediği tüm maddeler kabul edilerek Ortadoğu’yu Avrupalı güçler arasında bölüştüren gizli Sykes Picot antlaşmasına uygun olarak Lozan imzalandı.
Muhalefetin olmadığı II. Meclisin önüne getirilen ve milletvekillerinin içinde ne olduğunu bile bilmediği 464 maddelik anlaşma iki saatte kabul edildi.
- 1925-1930 arasında bir çok hukuki düzenleme yapıldı. Fakat bu düzenlemeleri hazırlayanların hiç biri Türk hukukçular değildi.
/////////////////////////////////////
Sadece Gümüşhane mebusu Zeki Bey 'in Kurtuluş Savaşı’nın halifeyi kurtarmak vaadiyle kazanıldığını ileri sürmesine rağmen 
 3 Mart 1924  günü kabul edilen  Hilafetin İlgası kanununun Hânedan üyelerinin yurt dışına çıkarılmasına dair  2 maddesine  göre  Hânedan üyelerine yurt dışına çıkmaları için on günlük bir süre tanınmışken Abdülmecid Efendi aynı gece on bir kişilik ailesiyle beraber Çatalca İstasyonu’ndan trene bindirildi; sınıra kadar kendisine İstanbul valisi ve emniyet müdürü refakat ettiler. 
...................
Ä°lgili resim
Ä°lgili resim



Ä°lgili resim


halifenin sürgünü ile ilgili görsel sonucu






/////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////

TARİHTE BUGÜN;  Haiafetin kaldırılması
Kiliç Bahadir bir gönderi paylaştı.
5 saat · 
NE ZAMAN ECDADIN İZİNDE YÜRÜMEYE BAŞLARSAK ALLAH BU MİLLETE YENİDEN CİHAN SULTANLIĞI BAHŞADECEK



https://www.facebook.com/Safak2023/photos/pcb.2313193362285818/2313193182285836/?type=3&theater





Görüntünün olası içeriği: bir veya daha fazla kişi


3 Mart 1924'te kaldırılması..600 küsür sene bu ülkeye hizmet etmiş bir ailenin vatansız bırakıldığı, Yani Osmanlı Hânedanının sınır dışı edildiği gün..
Bugün tarihimize, ecdadımıza, töremize, geçmişimize ve belkide son bin yıllık tarihimize yapılan en büyük ihanetin yıl dönümüdür aynı zamanda. .
Osmanlı İmparatorluğu'na adını veren ailenin Osmanlı Devleti'nin çöküşünden sonraki pek bilinmeyen öyküsüne kısa bir yolculuğa çıkmak isteyenler buyursun...
Osmanlı İmparatorluğu'na adını veren ailenin Osmanlı Devleti'nin çöküşünden sonraki pek bilinmeyen öyküsü: Yabancı Müslüman hanedanlara mensup prenslerle evlenen birkaç sultan dışında hanedan mensubu erkeklerin hemen hepsi hayatlarını çalışarak kazandılar ve başka kralların maiyetlerinde görev yapmaktan sabun satıcılığına ve hatta mezar bekçiliğine kadar her işi gördüler. Sirkeci İstasyonu'ndan 1924'ün 5 Mart akşamı saat dokuza çeyrek kala bir tren kalktı. Aynı anda istasyonun hemen arka tarafındaki rıhtımdan da bir gemi demir alıyordu. Tren İsviçre'ye gidecek olan 'Simplon Ekspresi'ydi. Gemi ise o zamanlarda büyüklüğü dillere destan olan 'Julio Sezari' isimli yolcu vapuruydu ve kaptan rotayı Beyrut'a çizmişti.
Saat tam dokuza çeyrek kala tren düdüğünü çaldı, vapur istimini bıraktı. Bu sesler Anadolu'nun, Ortadoğu'nun, Balkanlar'ın, Doğu Avrupa'nın ve Kuzey Afrika'nın tarihini 600 küsur yıl boyunca etkilemiş, hatta etkilemekten de öte bizzat yazmış bir ailenin artık bu toprakları terkettiğinin ilánıydı: Osmanlı hanedanı, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 3 Mart 1924 günü kabul ettiği 431 sayılı kanun uyarınca Türkiye sınırları dışına çıkartılıyordu. Hanedan mensuplarının herbirine dönüşü olmayan, sadece 'gidişe mahsus' birer pasaportla ikişer bin İngiliz lirası verildi, mal varlıkları tasfiye edildi ve Türkiye'ye değil girmeleri, Türk topraklarından transit geçmeleri bile yasaklandı. SÜRGÜN 15 GÜNDE BİTTİ Sınırdışı edilmede öncelik Osmanlı ailesinin o andaki reisi olan Halife Abdülmecid Efendi'ye verilmişti. Halife bir gece önce kızı Dürrüşehvar Sultan'la, oğlu Şehzade Ömer Faruk Efendi'yle ve kadınlarıyla beraber bir gece önce, 4 Mart akşamı çoktan Türkiye dışına çıkartılmış, İsviçre'ye gönderilmişti. Hemen ertesi günü, Türkiye'yi 24 saat içerisinde terketmeye mecbur tutulan şehzadeler yani Osmanlı hükümdarlarının soyundan gelen prensler yola çıktılar. Simplon Ekspresi'yle Julio Sezari vapuru işte şehzadeleri yani günün birinde Osmanlı tahtında hak iddia edebilecek olan imparatorluk prenslerini sürgüne götürüyordu. Hanedanın sürgünü on günde tamamlandı. Şehzadelerden sonra kendilerine Türkiye'yi terketmeleri için on gün süre verilmiş olan sultanlar, yani padişahların kızları ve kız torunlarıyla onların çocukları olan 'hanımsultan' ve 'beyzadeler' gönderildi. Mart'ın sonuna yaklaşıldığında Türkiye'de Osmanlı hanedanının artık hiçbir mensubu kalmamıştı. 431 sayılı kanun sürgüne gidecek olan Osmanlılar'ın sayısını 155 olarak belirlemişti; 1924 Mart'ında Türkiye'de 36'sı erkek, 48'i kadın ve 60'ı çocuk olmak üzere 144 adet Osmanlı vardı ve bu 144 kişiden 140'ı 15 Mart akşamı artık Türkiye'de değildi. Memleketi son terkeden Osmanlı, Sultan Beşinci Murad'ın kızı Fatma Sultan oldu. Sürgün kanunu çıktığı sırada sultan bügün Ortaköy'deki Yüzme İhtisas Klübü'nün yanında ilkokul olarak kullanılan yalı-sarayında kızamıktan yatıyordu ve iyileşene kadar Türkiye'de kalmasına izin verildi. Fatma Sultan üç cocuğuyla beraber üç hafta sonra trenle Viyana'ya gidecek ve sürgün tamamlanacaktı. Sürgün hanedanın kadın mensupları için 28, erkekleri için 50 yıl sürdü. Kadınlara Adnan Menderes hükümeti tarafından 1952'nin 16 Mart'ında çıkartılan bir kanunla hakları iade edildi, Türkiye'ye dönüp yeniden Türk vatandaşı olmalarına izin verildi. Erkekler ise bu haklara 1974'te Bülent Ecevit'in ilk başbakanlığı sırasında çıkartılan genel af yasasıyla kavuşabildiler. Padişah torunlarının bir kısmı Türkiye'ye döndü, bir kısmı ise yıllar önce kurdukları düzenlerini bozamayarak önceden yerleştikleri ülkelerde yaşamaya devam ettiler ama çoğu 1974'ten sonra Türk vatandaşlığına geçti.
Osmanlılar'ın sürgün yılları son derece acılı geçti ve birçoğu hayatını çok zor şartlar altında sürdürdü. Yabancı Müslüman hanedanlara mensup prenslerle evlenen birkaç sultan dışında erkeklerin hemen hepsi hayatlarını çalışarak kazandılar ve başka kralların maiyetlerinde görev yapmaktan sabun satıcılığına ve hatta mezar bekçiliğine kadar her işte çalıştılar. Bugün Osmanlı ailesinin Türk vatandaşlığına geçmiş olan mensupları 'Osmanoğlu' soyadını kullanıyor, bizden biri olarak yaşıyor ve tarihin en büyük devletlerinden olan Osmanlı İmparatorluğu'nun hanedan tarihini onlar devam ettiriyorlar.
TAHTIN VÁRİSİ BÖYLE Defnedildi...
Osmanlı hanedanının eski reisi olan Şehzade Mehmed Orhan Osmanoğlu'nun cenazesi Nice'deki bir karma mezarlığa 14 Mart 1994 günü böyle defnedildi. Cenazede Sultan Abdülhamid soyundan Bülent Osman ve Sultan Abdülmecid'in torunları Melike ve Emire hanımsultanlarla eşleri vardı, namazı ise dört Tunuslu kıldı.
HANEDAN REİSİ...
1912 doğumlu Şehzade Osman Ertuğrul Efendi eşi Prenses Zeynep Osman'la beraber. Şimdi New York'ta yaşayan ve Osmanlı ailesinin en büyük şehzadesi olan Osman Ertuğrul, Osmanlı Devleti devam etseydi 'Dördüncü Osman' veya 'Birinci Ertuğrul' adıyla tahta geçecekti.
Halife Abdülmecid Efendi, Güney Fransa'nın Nice şehrinde acı ve ızdırap dolu bir hayattan sonra vefat etti.
BİR HAYATA İKİ SÜRGÜN...
Halife Abdülmecid Efendi'yle Sultan Vahideddin'in torunu olan ve şimdi İstanbul'da yaşayan 'Büyük' Neslişah Sultan, sürgünü iki defa tattı. Önce üç yaşındayken ailesiyle beraber Türkiye'den çıkartıldı; sonra Kavalalı Mehmed Ali Paşa soyundan olan Mısır Kral Naibi Prens Muhammed Abdulmunim'le evli olduğu için de 1952'deki Nasır darbesiyle Mısır'dan da sınırdışı edildi. 700. yıl kutlamalarına katılması için Ankara’dan resmî davet alan ilk Osmanlı, Neslişah Osmanoğlu’ydu. Sabun da sattılar, mezar da beklediler
ABDÜLKERİM EFENDİ
OTEL ODASINDA CESEDİ BULUNDU
Sultan İkinci Abdülhamid'in torunuydu. İkinci Dünya Savaşı sırasında Çin'in istilá eden Japonlar'dan Türkistan tahtına oturma ve Türkistan İmparatoru olma teklifi aldı. Tokyo'yla temasları devam ederken New York'taki küçük bir otelin odaında tabancayla vurulmuş olarak bulundu. İntihar mı ettiği yoksa bir cinayete mi kurban gittiği hiçbir zaman anlaşılamadı.
EV ev DOLAŞIP SABUN SATTI
Sultan Abdülhamid'in en küçük oğluydu. Paris'te siyaset bilimi okudu ama hayatı sıkıntılar içinde geçti. Yıllarca Fransa'da kapı kapı dolaşıp sabun sattıktan sonra Beyrut'a yerleşti, Suudi Arabistan Kralı Faysal'ın bağladığı küçük bir aylıkla geçinmeye çalıştı ve hayata 1973'te orada veda etti.
BOKS RİNGİNDE CAN VERDİ
Sultan Abdülmecid'in soyundandı. Fransa'da Renault fabrikasında çalışırken bir yandan da profesyonel boksörlük yaptı ve hayatını 1950'de Paris yakınlarındaki bir boks müsabakasında kaybetti.
YOKSUL AYLIĞI ALIYORDU
Babası Sultan Abdülaziz'in, annesi Sultan Abdülhamid'in torunuydu. İstanbul'da doğdu, küçük yaşya yakalandığı bir hastalık yüzünden hayat boyu kötürüm kaldı, son yıllarında gözlerini de kaybetti . Fransız Hükümeti’nden fakir aylığı alıyondu. Yüzünün güzelliği Fransız ressam Henri Matisse’e ilham vermiş ve Matisse ünlü ‘Beyazlı kadın’ tablosunda Nermin Sultan’ın yüzünü kullanmıştı. Sultan hayattan geçen yıl Orta Fransa'daki bir kimsesizler yurdunda ayrıldı.
SULTANLARIN EN GÜZELİ...
Halife Abdülmecid Efendi'yle Sultan Vahideddin1in torunu olan Hanzade Sultan 1924'te Dolmabahçe Sarayı'nda doğdu, Mısır Prensi Mehmed Ali İbrahim’le evlendi ve hayata 1998 Mart'ında Paris'te veda etti. Bir zamanlar ailenin en güzel kadını olarak kabul edilirdi..
KADRİYE SULTAN
HASRETTEN VEREM OLDU
Sultan Abdülmecid'in soyundan geliyordu. 1895'te İstanbul'da doğdu, 1924 sürgününden sonra Nice'e yerleşti ve orada 1935'e kadar son derece sıkıntılı bir hayat sürdü ve tüberkülozdan can verdi. Kadriye Sultan'ı tanıyanlar ölümüne Fransa’da yakalandığı tüberkülozun değil memleket hasretinin ve İstanbul’u bir daha görememe endişesinin sebep olduğunu söylüyorlar..
Ve daha nice hanedan mensubu nice acı hikayelerle bu dünyadan vefat ettiler ki buraya yazsak ciğerlerinizi dağlar. ..
Ekrem buğra ekinci ve üstad kadir mısıroğlunun hanedan sürgünü kitaplarını okumanızı tavsiye ederim.
Son olarak İnsan soruyor işte;, Hilafeti kaldırdığınızda fener rum patrikhanesi ve yahudi sinagoglarını neden kapatmadınız..
Ama mümkün olmadı, sahipleriniz izin vermedi dimi..
Formun Üstü

Necati Çavdar Bahadır, yukarıda..ABDÜLKERİM EFENDİ'den bir azcık bahsedilmiş..
O olay doğru..
Japonların derdi; doğudan kuşatıp işgal etikleri Çin’i batıdan da sararak kendilerini güvenceye almak ve de SOVYETler karşısına kendileri ile hiç kavga etmemiş bir gücü tampon olarak yerleştirmek idi.
Olayı duyan Rusya daki esir Türkler, Asyanın ortasından Hint kıtasına kadar Türkler ve Bölge halkları; tanınmış ve saygı duyulan bir Osmanlı Hakanı’nın ve İslam halifesinin torunu geliyor diye adate seviçten uçarak ayağa kalktılar.. 
Şehzaden’in isminin duyulması bile bölgede adeta yer yerinden oynamasına yetti..
Zira Şehzade Abdülkerim Efendi’nin devletin başında bulunması Osmanlı Haneda-nı’nın tekrar ihya olması anlamına geldiği gibi Hilafet kurumu da şehzade eliyle tekrar tesis edilecek ve dünya Müslümanları bu yolla birliğe kavuşacaktı.
Büyük bir “Türkistan imparatorluğu” kurulacak korkusuyla 
Başta İngiltere, Rusya, Fransa, Çin ve diğer emperyalistler tutuştular..
Hatta “ Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Sovyetler Birliği’nin Japonya destekli bu operasyonu bertaraf etmek için ortak hareketettikleri şeklinde kuvetli kanat sözkonusu.. Lahey Adelet divanında açılacak dava ile “musul petrollerine” hanedan üzerinden yenden ulaşmaya ramak kala “ret eden” ve Japonya da bir sahtekarlık davası açılarak şehzadeyi elaaleme rezil etmek üzere Rus bağlantılı Osman ismindeki “ajan”ın avukat teminini Türkiye’nin japon’ya daki elçiliğinin üstlenmesi 1993 yılında açıklanan KGB raporlarına göre; KGB ve Türk istihbaratınca yakından izlendiğine bakılınca ister istemez Türkiye’nin de olayın içinde olduğu anlaşılıyor.
Tıpkı bir zamanlar FRANSIz hatırına 1,5 milyon Cezayirlinin katili Fransa yanında yer aldığı gibi..
Rus esaretindeki Tatarlarla da teması olan Şehzede Abdülkerim Efendi’yi Sovyet – Rusyası çok yakın takip eder hakkında kominist parti yayınorganı Pravda’da aleyte haberler çıkar.
Bunun üzerine japonya”nın “Yeni japon Muhbiri “ gazetesine verdiği demeçte 
“Turan milletlerinden birisiolan Türk milletinden olduğum için, Turancılığa muhabbetim olması tabiidir. Dünya seyahatim esnasında Japonya’ya geldim. Japonya’yıgörmek ve Türk şehitleri ziyaretine ve İmparator Meiji ziyaretgâhını zi-yaret etmek için geldim. Türkistan Çin’indeki olaylarla kesinlikle hiç-bir alakam yoktur. “ diyecektir..
Fakat Uygur, Kazak, Kırgız ve Çinli Müslümanlardan oluşan ve Halifenin yöneteceği bir devlet, ne bir çok islam halklarını barındıran rusyanın, ne de Hint kıtasında ingilterenin işine gelmiyordu.
Şehzade Japon’yadan ortasaya’ya geçer.. “Türkistan İmparatorluğu'nun başına halife ve de saygı duyulan Abdülhamid Han'ın torunu Şehzâde Abdülkerim Efendinin geçmiş olduğu haberi Doğu ve Batı Türkistan'da yayılınca her tarafta istiklal rüzgârları estirdi..
Amerika ve İngiltere Japonya'ya karşı Çin'e dostlardı. Rusya da yine Japonya'ya karşı olduğu için Çin'e dosttu. Çin'le Japonya savaşmaktaydı...
Ve Timur’un tahtına oturacak endişesiyle hepsi birden ÇİN’i destekleyerek yeni yeni oluşan Abdülkerim Efendinin ordusunun yenilmesini sağlayıp bölgeden uzaklaştırdılar.
Abdülkerim Efendi, siyâsî mülteci sıfatıyla Amerika'ya iltica etti. Önce California'ya sonra New York'a gitti..

Ancak yinede peşini bırakmayarak “Potansiyel tehlike “ diye henüz 29 yaşındaki Abdulkerim efendi, kaldığı otel odasında bir gece intihar süsü verilerek Ağutos 1935 de YOK edildi.
Olaydan japonlar şüpheli dendi., bölgede işleri ve çıkarları bozulacak olan İngiliz, Rus, Çin… Hilafet’den çekinenler. Ve onlar adaıan iş yapanlar… Hasılı iç içe geçen bir ajanlar sarmalı mustakbel imparatoru yok etti.
Vefatı hâlinde İslâm topraklarına gömülmesini vasiyet etmişti. Vasiyet, yerine getirilemedi, New York'a defnedilerek mezarı da YOKlar listesine dahil edildi. Fakat “Kayıp mezar” son senelerde torunları tarafından bulundu...
1
Kiliç Bahadir Necati Çavdar amca bilgi için çok teşekkür ederim size
///////////////////////////////////////////////////////////////////////////

"Hilafeti meclisin manevi şahsiyeti içine aldık."

ATATÜRK
Enis Berberoğlu
http://www.circassiancenter.com/cc-turkiye/arastirma/0333-ataturk.htm
Cumhuriyet’in onuncu yıldönümü... 1933 yılının 29 Ekim gecesi. Gazi Mustafa kemal kordiplomatik için verdiği resmi yemek erken bitince Ziraat Bankası’nın giriş holünde düzenlenen Cumhuriyet Balosu’na uğradı. Orkestra Gazi’nin gelişiyle birlikte çaldığı parçayı yarıda keserek “Dağ Başını Duman Almış” marşına döndü... Gazi’nin keyfi yerindeydi, holün orta yerine masa konuldu... Atatürk baloya katılanlarla sohbete koyuldu.

Gazi’nin söz verdiği Tıbbiye’den yeni mezun Doktor Zeki sordu:

“(*) Gazi Paşam: saltanatı kaldırdık.
Hilafeti meclisin manevi şahsiyeti içine aldık. Bunlar yapılana kadar bir milletin ideali olabilirler. Fakat yapıldıktan sonra yeni bir düzen kurulur ve işler. Onun iyi işlemesi, kötü işlemesi ideal değildir. Yaptığımız öteki devrimler de yapıldıkları an ideal olmaktan çıkar. Artık ideallerimiz yaşadığımız gerçekler haline dönüşmüştür. İyi ya da kötü sonuç vermesi, bizim sorumluluğumuzun sonuçlarını belirler. Ama bir de milletlerin babadan oğula sıçrayan uzun vadeli idealleri vardır. Siz, bize böyle bir ideal aşılamadınız. Yahut bundan haberim yok. Bunu bize açıklar mısınız Gazi hazretleri...

Gazi genç doktoru yanıtlamadan önce bir kadeh şampanya istedi.

- Elbette bu milletin bir ülküsü olacaktır. Ama bu ülküler devletler tarafından açıklanmaz: millet tarafından yaşanır. Nasıl bakarken gözlerimizi görmüyor ama onlarla her şeyi görüyorsak, ülkü de onun gibi farkında olmadan vicdanlarımızda yaşar ve her şeyi ona göre yaparız. Ben devlet başkanıyım. Sorumluluklarım vardır. Bu sorumluluklarım altında konuşamam. Bu konuda genç arkadaşımla ayrıca konuşacağım.

Bu kısa açıklamanın ardından Gazi, Doktor Zeki’yi yanına alarak Ziraat bankası’nın genel müdür odasına geçti. Atatürk’ün oturduğu koltuğun arkasındaki duvarda Türkiye haritası vardı. Gazi karşısında oturan Doktor Zeki’ye sordu:

- Benim arkamdaki haritayı görüyor musun?
- Evet paşam.
- O haitada Türkiye’nin üstüne abanmış bir blok var. Onu da görüyor musun?
- Evet görüyorum Paşa Hazretleri.
- Hah işte o ağırlık benim omuzlarımın üstündedir. Omuzlarımın üstünde olduğu için, ben konuşamam. Düşün bir kere Osmanlı İmparatorluğu ne oldu? Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ne oldu? Daha dün bunlar vardılar. Dünya’ya hükmediyorlardı. Avrupa’yı ürküten Almanya’dan bugün ne kaldı?..Demek hiçbir şey sürgit değildir. Bugün ölümsüz gibi görünen nice güçlerden, ilerde belki pek az şey kalacaktır. Devletler ve milletler bu idrakin içinde olmalıdırlar.

Gazi’nin Doktor Zeki’ye verdiği ders, 50 yıl sonrasını görebildiğinin kanıtıydı.

Bugün Sovyet Rusya dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir. Devlet olarak bu dostluğa ihtiyacımız var. Fakat yarın ne olacağını kimse bilemez. Tıpkı Osmanlı İmparatorluğu gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan İmparatorluğu gibi parçalanabilir. Bugün elinde sımsıkı tuttuğu milletler, avuçlarından sıyrılabilir. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir.

İşte o zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir. Bizim bu dostumuzun (Sovyetler) yönetiminde dil bir, inanç bir, öz bir kardeşlerimiz vardır. Onları arkamıza almaya hazır olmalıyız. Hazır olmak yalnız o günü susup beklemek değildir, hazırlanmak lazımdır. Milletler buna nasıl hazırlanırlar? Manevi köprülerini sağlam tutarak. Dil bir köprüdür, inanç bir köprüdür, tarih bir köprüdür. Bugün biz bu toplumlardan cil bakımından ayrılmış, çok uzağa düşmüşüz. Bizim bulunduğumuz yer mi doğru, onların mı? Bunun hesabını yapmakta fayda yoktur. Onların bize yaklaşmasını bekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gerekli. Tarih bağı kurmamız lazım. Folklor bağı kurmamız lazım. Dil bağı kurmamız lazım.

Bunları kim yapacak? Elbette biz! Nasıl yapacağız? İşte görüyorsunuz dil encümenleri, tarih encümenleri kuruluyor. Dilimizi onun diline yaklaştırmaya, tarihimizi ortak payda haline getirmeye çalışıyoruz. Böylece birbirimizi daha kolay anlar hale geleceğiz. Bir sevgi parlayacak aramızda: tıpkı bir vücut gibi, kaderde ve mutlulukta birbirimizi duyacağız ve arayacağız. Ortak bir dil amaçladığımız gibi, ortak bir tarih öğretimiz olması gerekli. Ortak bir mazimiz var. Bu maziyi bilincimize taşımamız lazım. Bu sebeple okulda okuttuğumuz tarihi Orta Asya’dan başlattık. Bizim çocuklarımız orada yaşayanları bilmelidirler. Orada yaşayanlar da bizi bilmeli.

İşte bunu sağlamak için de Türkiyat Enstitüsü kurduk. Kültürlerimizi bütünleştirmeye çalışıyoruz. Ama bunlar açıktan yapılmaz. Adı konarak yapılacak işlerden değildir. Yanlış anlaşılabildiği gibi, savaşlara da sebep olabilir. Bunlar devletlerin ve milletlerin derin düşünceleridir.

İşitiyorum, benim dil ve tarihle uğraştığımı gören kısa düşünceli bazı vatandaşlarımız: ‘Paşa’nın işi yok dil ile tarihle uğraşmaya başladı’ diyorlarmış. Yağma yok. Benim işim başımdan aşkın. Ben bugün çağdaş bir Türkiye kurmaya ne kadar çalışıyorsam, yarının Türkiye’sinin temellerini atmaya da o kadar dikkat ediyorum. Bu yaptıklarımız hiçbir millete düşmanlık değildir. Barıştan yanayız, barıştan yana kalacağız.

Ama durmadan değişen dünyada, yarının muhtemel dengeleri için hazır olacağız. Bunları sana, akıllı bir genç olduğun için söylüyorum, kulağına söylüyorum. Sen bil, gerekçesini kimseye söylemeden böyle davran: çevrenin de böyle davranması için gerekeni yap. İdealler konuşulmaz yaşanır. İşte senin sorunun karşılığını da böylece vermiş oldum.
Alıntı: İsmet Bozdağ, Atatürk’ün Avrasya Devleti. Tekin Yayınevi İstanbul 1998 s .20
////////////////////////////////////////////////////////////
///////////////////////////////////////////////////////

MEHMET RİFAT BÖREKÇİ

MEHMET RİFAT BÖREKÇİ

1860 - 5 Mart 1941

Hilafeti kaldırma değilde ...
Hilafet makamındaki sürgün edilip adeta Hilafet, “meclisin manevi şahsiyetine” sarmalanarak tatile sokulması hadisesinde yasa çıkarken karşı çıkanlar olur..
Mustafa Kemal;

“Çağırın bana aşağıdan Rıfat Hoca’yı”
“Çağırdılar Hoca hem öfkeli, hem sıkılgandı. Mustafa Kemal yüzüne bile bakmaksızın:
“Hoca şu takriri imza et, dedi.
“Ama paşam, Hilâfetin ilgası gibi ciddi bir konuda, müzakere filan olmaksızın… Sonra biz, din adamları bunu istemi…”
“Hoca imza et dedim, keyfini bozarım sonra..”
diye tehdit edilir. 
“O günlerde İstiklâl Mahkemeleri, her gün birçok kişiyi sallandırmakta zaten… Sonradan Diyanet İşleri Başkanı olan Rıfat [Börekçi] Hoca biraz yutkundu, ama mecburen imzaladı. Üzgün, öfkeli bir halde aşağı inince hocalar etrafını sardılar. Onun, ‘Şöyle bağırdı, böyle zor kullandı’ demesine vakit bırakmadan:
“Neee? Yoksa takriri imzaladın mı? Diye bağırdılar. Hoca:
“Canım, imza değil de, ne yaparsın! Şöyle bir boktan Rıfat attık işte”.
“Neee? Yoksa takriri imzaladın mı? Diye bağırdılar. Hoca:
“Canım, imza değil de, ne yaparsın! Şöyle bir boktan Rıfat attık işte”.
O imzalayınca diğerleri de imzalar..Direnç gösterilmemesi için ilk imzayı buna attırırlar..
O gece yaşananları “Kemalist” Falih Rıfkı Atay anlatır..
- Ahmet Kabaklı 15 Ağustos ’90 tarihli tercüman
////////////////////////////////////////////////////////

Hangisi UYDURMA :
İsmet Bozdağ ve Çalayangil anlatımları çok farklı 


 İsmet Bozdağ'dan:

1933 yılı 29 Ekim gecesi, herkes Cumhuriyet’in 10. yılını kutluyor. Atatürk o sırada Türk Ocağı’nda yabancı diplomatlara yemek veriyor, davetliler gecenin ilerleyen saatlerinde birer ikişer dağılırlar. Atatürk yakın arkadaşları Salih Bozok, Kılıç Ali, Nuri Conker’i kastederek “Bizimkiler nerede?” diye sorar. Tevfik Rüştü Aras (Atatürk’ün Dışişleri Bakanı) Ziraat Bankası salonundaki baloda olduklarını söyler. Hep beraber Ziraat Bankası’nın balo salonuna giderler. İçerisi tıklım tıklımdır. Atatürk gelince herkes alkışlar, “Yaşa Gazi Paşam” şeklinde tezahürat yapar. Atatürk halkıyla sohbet etmeyi çok sevdiği için sandalye ve masa ister ki isteyenler ona sorularına sorabilsinler. Soru sormak için gelen kişilerden biri Zeki isimli 25 yaşlarında bir doktordur. Şunu sorar;

Gazi Paşam! Saltanatı kaldırdık, hilafeti meclisin manevi şahsiyetinin içine aldık; bunlar yapılana kadar bir milletin ideali olabilirler, fakat yapıldıktan sonra yeni bir düzen kurulur ve işler. Onun iyi işlemesi, kötü işlemesi, ideal değildir, iyi işlemesini sağlamaya mecburuz! Yaptığımız öteki devrimler de yapıldığı an ideal olmaktan çıkar. Artık ideallerimiz, yaşadığımız gerçekler haline dönüşmüştür. İyi ya da kötü sonuç vermesi bizim sorumluluğumuzun sonuçlarını belirler. Ama bir de milletlerin babadan-oğula sıçrayan uzun vadeli idealleri vardır. Siz bize böyle bir ideal aşılamadınız! Yahut benim bundan haberim yok! Bunu bize açıklar mısınız Gazi Hazretleri?

Atatürk bu soruya şöyle cevap verir:

Bunlar vicdanımıza yazılmış gerçeklerdir; konuşulmaz, yaşanır! Elbet bu milletin bir ülküsü olacaktır ama bu ülküler devletler tarafından açıklanmaz; Millet tarafından yaşanır! Nasıl, bakarken gözlerimizi görmüyor, onunla herşeyi görüyorsak, Ülkü de onun gibi, farkında olmadan vicdanlarımızda yaşar ve herşeyi ona göre yaparız. Ben Devlet Başkanıyım! Sorumluluklarım vardır! Bu sorumluluklarım altında konuşamam! Bu konuda genç arkadaşlarımla ayrıca konuşacağım.

Sonra Atatürk halkın Cumhuriyet bayramını tekrar kutlar ve Dr. Zeki’yi yanına alarak Genel Müdür’ün odasına çıkar. Atatürk’ün arkasında duvarda bir Türkiye haritası vardır. Karşısında oturan Dr. Zeki’ye:

-Benim arkamdaki haritayı görüyor musun?

-Evet Paşam.

-O haritada Türkiye’nin üstüne abanmış bir blok var, Onu da görüyor musun?

-Evet, görüyorum Paşa Hazretleri.

-Hah. İşte o ağırlık benim omuzlarım üstündedir. Omuzlarım üstünde olduğu için, ben konuşamam!

Düşün bir kere... Osmanlı İmparatorluğu ne oldu? Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ne oldu? Daha dün bunlar vardılar... Dünyaya hükmediyorlardı! Avrupa’yı ürküten Almanya’dan bugün ne kaldı? Demek hiçbir şey sür-git değildir! Bugün ölümsüz gibi görünen nice güçlerden, ileride belki pek az birşey kalacaktır. devletler ve milletler, bu idrakin içine olmalıdırlar.

Bugün Sovyet Rusya dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir. Devlet olarak bu dostluğa ihtiyacımız var! Fakat yarın ne olacağını kimse kestiremez. Tıpkı Osmanlı İmparatorluğu gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan İmparatorluğu gibi parçalanabilir! Bugün elinde sımsıkı tuttuğu Milletler, avuçlarından sıyrılabilirler. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir! İşte o zaman Türkiye, ne yapacağını bilmelidir! Bizim bu dostumuzun yönetiminde dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Onları arkalamaya hazır olmalıyız! “Hazır olmak” yalnız o günü susup beklemek değildir, “hazırlanmak lazımdır”. Milletler, buna nasıl hazırlanırlar? Manevi köprülerini sağlam tutarak! Dil bir köprüdür, inanç bir köprüdür, tarih bir köprüdür! Bugün biz, bu toplumlardan dil bakımından, gelenek, görenek, tarih bakımından ayrılmış, çok uzağa düşmüşüz! Bizim bulunduğumuz yer mi doğru, onlarınki mi? Bunun hesabını yapmakta fayda yoktur! Onların bize yaklaşmasını bekleyemeyiz; Bizim, onlara yaklaşmamız gerekli… Tarih bağı kurmamız lazım... Folklor bağı kurmamız lazım... Dil bağı kurmamız lazım... Bunları kim yapacak? Elbette biz! Nasıl yapacağız? İşte görüyorsunuz, “Dil Encümenleri”, “Tarih Encümenleri” kuruluyor. Dilimizi, onun diline yaklaştırmaya, tarihimizi ortak payda haline getirmeye çalışıyoruz. Böylece, birbirimizi daha kolay anlar hale geleceğiz. Bir sevgi parlayacak aramızda, tıpkı bir vücut gibi, kaderde ve mutlulukta birbirimizi duyacağız ve arayacağız. Ortak bir dil amaçladığımız gibi, ortak bir tarih öğretimiz olması gerekli. Ortak bir mazimiz var, bu maziyi, bilincimize taşımamız lazım. Bu sebeple okullarda okuttuğumuz tarihi Orta Asya’dan başlattık! Bizim çocuklarımız, orada yaşayanları bilmelidirler. Orada yaşayanlar da bizi bilmeli... İşte bunu sağlamak için de “Türkiyat Enstitüsü”nü kurduk. Kültürlerimizi, bütünleştirmeye çalışıyoruz! Ama bunlar, açıktan yapılmaz. Adı konarak yapılacak işlerden değildir. Yanlış anlaşılabildiği gibi, savaşlara da sebep olabilir. Bunlar, devletlerin ve milletlerin derin düşünceleridir.

İşitiyorum: Benim dil ve tarih ile uğraştığımı gören kısa düşünceli bazı vatandaşlarımız; “Paşanın işi yok! Dil ile Tarih ile uğraşmaya başladı” diyorlarmış. Yağma yok! Benim işim başımdan aşkın. Ben bugün çağdaş bir Türkiye kurmaya ne kadar çalışıyorsam, yarının Türkiye’sinin temellerini de atmaya o kadar dikkat ediyorum. Bu yaptıklarımız, hiçbir millete düşmanlık değildir. Barıştan yanayız, barıştan yana kalacağız! Ama durmadan değişen dünyada, yarının muhtemel dengeleri için hazır olacağız.

Bunları sana, akıllı bir genç olduğun için söylüyorum. Açıktan söylemiyorum, kulağına söylüyorum. Sen bil, gerekçesini kimseye söylemeden böyle davran, çevrenin de böyle davranması için gerekeni yap! İdealler konuşulmaz, yaşanır! İşte senin sorunun karşılığını da böylece vermiş oldum!

Gece ilerlemişti. Atatürk arkadaşları ile birlikte, bulvara çıktığı zaman, taze bir sabah Ankara göklerinde ışımaya başlamıştı.

Kaynak: İsmet Bozdağ, Atatürk'ün Avrasya Devleti, s.35-38-39-40


Resim


Resim

http://www.arkabesli.com/viewtopic.php?f=56&t=1527&start=10



İhsan Sabri Çağlayandan nakil..


Hiç yorum yok:

kim nerde görmüş ise öyle bilir....... Necati Çavdar

  https://www.facebook.com/photo/?fbid=10155049048712700&set=a.10153847261797700 https://www.facebook.com/photo/?fbid=10150497860737700...