30 Ocak, 2020

1917 de ne Filistin diye ucube bir oluşum ne de İsrail diye yapay durum vardı.. bizim , çoğrafya da VATAN parçalarımızda Ayyıldızlı bayrak, yani TÜRK ve HİLAL gitti. HUZUR BİTTİ..

     

Necati Çavdar

TÜRK - HİLAL-; gitti... HUZUR ;Bitti



1917 de ne Filistin diye ucube bir oluşum ne de İsrail diye yapay durum vardı.. Bizim toprakları birilerine peşkeş çektiler.. "Filist "diye bir güruh aptal da olayı yuttu.. Şimdi de onları; Siyonistler yutuyor...
Şimdi."Yüzyılın Anlaşması’ diye  Osmanlıyı oradan silen ve ‘bölgeyi bölen Sykes-Picot Anlaşması’yla çizilen haritanın bir güncellemesi’ ve ‘yeni bir Balfour Deklerasyonu’ olarak  ortaya atılan plan; oyunun aynen devam ettirilerek sergilendiğini gösteriyor.
Tek güçlü İslam devleti olan Osmanlıyı içten çökertmek için bazı aptalları ayartıp "büyük Arabistan imparatorluğunu kurup ve Hilafeti de size vereceğiz " diye kandırdılar.. Ellerine de HAÇLIlar ; şimdi FİLİSTİN bayrağı dedikleri İSYAN ve İHANET paçavrasını tutuşturdular. Milli bayrak karşısına İşgalcilerin tasarımları Flamayla çıktılar.
Bölgeyi işgal edince de başta Şerif Hüseyin olmak üzere HAYAL alemine DALANLARI ekarte ederek başka sadık bendeler bulup kabile şeflerine "bizim istediğimiz "şekilde davranmak şartıyla OTORİTE tayin ediyoruz diye cetvellerle VATANı parsellediler..
son darbeyi de yine bize vurdurdular.. BM uzlaşma komisyonu olan üç devletten biri olan Türkiye İdarecisi İnönü, katakulliye getirilerek YAHUDİ devleti/işgali ne EVET dedi..
O gün bu gün bölge HUZUR arıyor.
İş aslına dönmeden HUZUR olacağı da yok.. HAÇla SİYON yıldızıyla Huzur YOK
İşin tek çözümü var.
Oda HAÇ ve Siyon yıldızına karşılık "ayyıldızlı bayrak" altında Hilal ile çıkmak..
O zaman Yahudi de.
Hristiyan da
Müslümanda HUZUR içinde yaşama ve ibadet etme HAKKINI elde edebilir
Şarkın şanlı hükümdarı Selahattin de Barış mimarı Osmanlı da yüzyıllarca HUZUR buldukları gibi.
Kimse kimseyi kandırmasın..
Aksi çabalar ;
Yahudi içinde
Hristiyan içinde
Müslüman içinde boş HAYAL..
Zira bizim , coğrafya da VATAN parçalarımızda Ay-yıldızlı bayrak, yani TÜRK ve HİLAL gitti. HUZUR BİTTİ..
//////////////////////////////////////////////////
BALFOUR DEKLARASYONU
Osmanlının  en önemli vilayetlerinden biri olan  Kudüs  topraklarında  bir Yahudi devleti kurulması konusunda İngiliz hükümetinin kendilerine destek vereceğini bildiren mektuba ‘Balfour Deklarasyonu’ ismi veriliyor.
Dönemin İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur James Balfour, Siyonist hareketin önemli isimlerinden Baron Walter Rothschild'e  2 Kasım 1917 yazdığı mektupta Filistin topraklarında Yahudilere bir "vatan" kurulmasını vadediyordu.

İngilizler; Yahudi grupları kullanarak Birinci Dünya Savaşı’nda ABD ve Rusya’yı yanına çekmeye çalıştı. 
Bunun en önemli sebebi ise ABD Başkanı’nı Wilsın'ın aşırı "evanjelik"  olması ve  iki danışmanı ile  Sovyet devriminin iki numaralı ismi Leon Troçki’nin Yahudi oluşuydu.
İngilizleri Balfour Deklarasyonu’nu yayınlama konusunda ikna eden iki isim dikkat çekiciydi: Haim Weizmann ve N. Skolov. Bu iki isim, bölgede kurulacak Yahudi devletinin İngiltere’nin Orta Doğu çıkarları için de yararlı olacağı konusunda İngiliz yönetimini ikna etti. Bu arada Haim Weizman, 1949 yılında kuruluşunu ilan ettikten sonra İsrail’in ilk cumhurbaşkanı olacaktı.
Balfour Deklarasyonu’nun ilan edilmesinin ardından 9 Aralık 1917 tarihinde İngilizler Kudüs‘ü işgal etti.
 Bunun sonucunda Filistin’e yoğun bir şekilde Yahudi göçü gerçekleşti. 
Balfour Deklarasyonu ile Yahudilere Filistin’de toprak sözü veren İngilizler, Şerif Hüseyin’e de bölgede büyük bir Arap devleti kurulması konusunda da söz vermişti.
Bölgeyi İşgal eden Fransız ve İngilizler; 1923 de bir anlaşma yaparak Fransa'da kalan yere Suriye
"Filistin",denilen  ucube yer de  I. Dünya Savaşı sonrası Osmanlı  topraklarını işgal eden  İngiliz-Fransız emperyalist ve sömürgeci   anlayışın  bir ürünüdür.  İngiltere de kalan alana da Filistin dediler... 
Böylece güya Filistin diye bir bölge/alan icad ettiler.. Bu bölme işlemi sonucu  orayı sonradan  başka  memleketlerden  taşıyarak doldurdukları  YAHUDİ/ siyonistlere peşkeş çektiler.
////////////////////////////////

UNUTMA
"Şarkın SUKUNU" için yapılan LOZAN'a rağmen
Fransiz diplomat Francois Picot ve Ingiliz diplomat Mark Sykes tarafindan yapılan gizli anlaşma ve planlar hala yürürlükte..

Haydar Eren
YAHUDiLER VE GERCEKLER – 4
SiYONiST VALi HERBERT SAMUEL
“Suveys Kanalini koruyacagim” bahanesiyle ingiltere tek kursun atmadan koca bir orduyu Misir’a cikartmis, boylelikle Misir, Sudan ve Etopya yi kontrol ederek Rodezya (Zimbabwe) den itibaren Nil nehrinin tamamini da kontrol eder duruma gelerek elmas, altin ve diger madenlerin Nil vasitasiyla Avrupaya ulasmasinida garanti altina almisti. Bu durum Afrikanin guneyini kendi somurge alani olarak goren Almanya nin hic hosuna gitmiyordu.
Kendi ulusal birligini kurmakta bile aciz kalan, hala derebeyleri ve kucuk kralliklarin cekismesinin yasandigi zayif bir imparatorluk goruntusu veren, bu nedenle somurgecilik furyasindan nasibini alamayan Almanlari ingilizler de diger Avrupalilarda ciddiye almiyorlardi. Dolayisi ile hic bir ortak projede rol verilmiyordu.
1906 da Kahire deki bir toplantida ingiliz ve Fransiz diplomatlar Avrupanin Hasta Adami olan Osmanlinin parcalanmasi planlarini yapmislardi. En nihayet bu plan 1915-1916 yillarinda Fransiz diplomat Francois Picot ve Ingiliz diplomat Mark Sykes tarafindan bir anlasma haline getirilmisti. O anlasma yapildigi sirada 3. Imzaci durumunda olan Carlik Rusyasi temsilcisi, Sovyet Devrimi nedeniyle devre disinda kalmisti. Bu anlasmaya gore Osmanli topraklari (ekteki haritada oldugu gibi) pay edilecek, Filistinde de bir “Uluslararasi Bolge” kurulacakti. Bu “uluslararasi” ibaresinden pek hosnut olmayan o zamanki ingiliz Maliye Bakani Lloyd George, kendini Siyonist olarak tanimlayan milletvekili Herbert Samuel’e soz vermis “elbetteki orada bir Yahudi devleti kurulmasini ben de istiyorum” diyerek rahatlatmisti.
Almanyanin yenildigi, Osmanlinin yokedildigi savastan sonra bahsi gecen “Uluslararasi Bolge”ye Herbert Samuel Genel Vali olarak atanmisti. Yillar once Rothschild in Ingiliz hukumetine verdigi borc ne zaman, nasil ve ne kadar odendigi hakkindaki bilgiler hala tartismalidir.
***
iNGiLTERENiN MiRASCISI : ABD
1930 larda tekrar toparlanip eski gucune kavusan Hitler Almanyasi, birinci dunya savasindan dersini almis ve somurgeci Avrupalilarla uzak ulkelerde savasmak yerine… o Avrupa ulkelerinin kendisini isgal ederek onlarin somurgelerine el koymayi planlamisti.
Kafasindaki savas planini gerceklestirmek icin daha buyuk butceye ihtiyac duyan Hitler, para ve sanayi gucunun onemli kismini elinde bulunduran Yahudileri gozune kestirmisti.
Ve dusundugunu yapmaktada hic tereddut etmedi.
Buyuk acilar ve can kaybina sebep olan ikinci Dunya Savasi sona erdiginde o gune kadar super guc olan ingiltere perisan haldeydi. Onun bu mirasini artik savasin galibi Amerika almisti. Bu mirasa o “Uluslararasi Bolge” de yeni kurulacak olan devlet de dahildi.
Ozellikle Dogu Akdenizde Sovyet yayilmasina karsi guclu liman ve kozmopolitan yapisi itibariyla guclu istihbarat saglayabilen Israil, yine Sovyet isgali tehlikesi altinda bulunan ve NATO ya dahil edilen Turkiye ile birlikte Amerikanin bolgedeki cikarlarini, dunyanin petrol ihtiyacini ve siyasi/askeri etkileme alanini koruyan bir partnership olusturuyorlardi.
Cezayir in Fransadan bagimsizligini aldigi zaman Birlesmis Milletlerdeki oylamada cekimser oy kullanarak dunya ekonomi politiginin hangi tarafinda ne bedellerle yer aldigini resmi olarak ilan etmis olan Turkiye devlet rejiminin bugunku Filistin siyasetindeki durusunu iyi analiz etmek gerekir.

/////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////////

Görüntünün olası içeriği: açık hava


Ruhum daraldığında okurum, tekrar tekrar okur vazifemi hatırlarım...

"Yıllar önceydi, sene 1972. O zamanlar genç bir gazeteciydim. Türkiye’den bazı siyasiler ve iş adamları İsrail’e resmi ziyarette bulunuyorlardı. Biz de gelişmeleri izlemek için oradaydık. Bir sıcak mayıs akşamıydı. Her ziyarette olduğu gibi sıradan bir işti anlayacağınız.
Ziyaretin dördüncü günü bize tarihi ve turistik yerleri gezdirmeye başladılar, kafile olarak Mescid-i Aksa’ya vardık. Heyecanlanmıştım asırlık merdivenlerden yukarı çıkarken. Üstteki avluya ‘on iki bin şamdanlı avlu’ diyorlar. Yavuz Sultan Selim Han, Kudüs’e gelince bu avluda on iki bin şamdan mum yaktırmış. Koca Osmanlı ordusu yatsı namazını o mumların ışığında kılmış, adı oradan geliyor.
Avlunun kenarında biri dikkatimi çekti. Doksan yaşlarında bir adam… Üzerinde kendinden daha yaşlı bir asker üniforması; her yanı yama içinde, hatta bazı yamaların bile tekrar yamanmış olduğu bir elbise…

Asırlık ağaçların gövdesindeki halkalar misali yamaları yaşını göstermeye çalışıyordu sanki.
Orada ayakta bekliyordu, sırtına zorla yapıştırılmış gibi duran hafif kamburu da olmasa dimdik duracaktı. İki metreye yakın boyu ile yaşlıydı ama bir o kadar da vakur. Şaşırmıştım.
‘Acaba bu adam bu sıcakta güneş altında neden dikilip duruyor’ dedim içimden. Bizi gezdiren rehbere sordum; ‘Ben kendimi bildim bileli her gün buraya gelir. Akşama kadar bekler. Ne kimseyi dinler, ne de kimseyle konuşur. Sadece bekler, delinin teki herhalde.’ dedi. Bu yaşta bu sıcakta sebepsiz beklemeyeceğini biliyordum.
Bembeyaz sakalının hafif titremesi rüzgardan mıydı, senelerin bedene yüklediği ağır yükten mi bilemedim. Kafasında eski bir kalpak, sanki kanatlanıp gidecek bir kumru misali bekliyordu.
Konuşmakla konuşmamak arasında kararsız kaldım. Yanına yaklaştığımı fark etti, ama kımıldamadı. ‘Selamün aleyküm baba.’ dedim. Başını biraz bana doğru çevirdi, durakladı ve çatallanmış titrek bir sesle “Aleyküm selam oğul.” dedi. ‘Hayırdır baba sen kimsin, burada ne yapıyorsun?’ dedim.
“Ben…” dedi titreyen bir sesle. “Ben, Osmanlı Ordusu, Yirminci Kolordu, Otuz Altıncı Tabur, Sekizinci Bölük, On Birinci Ağır Makineli Tüfek Takımı Komutanı Onbaşı Hasan’ım.” Sesinde titreme kalmamıştı. Genç bir askerin tekmil vermesi gibi tekrarladı: “Ben Iğdırlı Onbaşı Hasan’ım. Bizim bölük Cihan Harbi’nde Kanal Cephesi’nden İngiliz’e saldırdı.

Cânım ordu Kanal’da yenildi. Artık geri çekilmek elzem idi. Ecdat yadigârı topraklar bir bir elden gidiyordu. İngiliz, sonra Kudüs’e dayandı, şehri işgal etti. Biz de Kudüs’te artçı bölük olarak bırakıldık.” dedi.
Osmanlılar, İngiliz girinceye kadar geçen zaman içinde mübarek belde yağmalanmasın diye oraya bir artçı bölük bırakır. Eskiden bir kenti ele geçiren devlet, asayiş görevi yapan yenik ordu askerlerine esir muamelesi yapmazmış. Zaten İngilizler de Kudüs’ü işgal ettikleri zaman halk çok tepki göstermesin diye küçük bir Osmanlı birliğinin şehirde kalmasını istemişler.
Sonra anlatmayı sürdürdü: “Bizim artçı bölük elli üç neferdi. Mütarekeden (Mondros Ateşkesi) sonra ordunun terhis edildiği haberi geldi. Başımızda kolağamız (yüzbaşı) vardı. ‘Aslanlarım, devletimiz müşkül vaziyettedir. Şanlı ordumuzu terhis ediyorlar, beni İstanbul’a çağırıyorlar. Gitmem gerek, gitmezsem mütareke emrini çiğnemiş, emre itaatsizlik etmiş olurum. İçinizden isteyen memleketine avdet edebilir, ama beni dinlerseniz sizden tek isteğim var: Kudüs bize Sultan Selim Han Hazretleri’nin yadigârıdır.
Siz burada nöbeti sürdürün. Sonra halk ‘Osmanlı da gitti, bundan sonra bizim halimiz nice olur!’ demesin. Fahri Kâinat Efendimiz’in ilk kıblesini Osmanlı da terk ederse gâvura bayramdır. Siz, İslam’ın şerefini, Osmanlı’nın şanını ayaklar altına aldırmayın.’ dedi.
Bölüğümüz Kudüs’te kaldı. Sonra upuzun yıllar bir anda bitiverdi. Bölükteki kardeşler teker teker Cenab-ı Hakk’ın rahmetine kavuştu. Düşman değil de yıllar biçti geçti bizi. Bir ben kaldım buralarda. Bir ben, koca Kudüs’te bir Onbaşı Hasan.” dedi.
Alnından akan ter, gözyaşına karışıyor, kırış kırış olmuş yüzünde kendi yol bulup akıyordu. Konuşmaya devam etti: “Sana bir emanet var oğul, nice yıldır saklarım. Emaneti yerine teslim eden mi?” dedi. ‘Elbette’ dedim. Sanki Türkiye’ye haber göndermek için birini bekliyordu. “Anadolu’ya vardığında yolun Tokat sancağına düşerse Mescid-i Aksa’ya beni nöbetçi bırakıp burayı bana emanet eden kolağam Mustafa Kumandanımın yanına git. Ellerinden benim için öp ve de ki: ‘Kudüs’ü bekleyen 11. Makineli Takım Komutanı Iğdırlı Onbaşı Hasan o günden bu yana bıraktığın yerde nöbetinin başındadır. Nöbetini terk etmedi, tekmili tamamdır hayır dualarınızı beklemektedir kumandanım.’ de.” ‘Tamam’, dedim. Bir yandan gözyaşlarımı gizlemeye, öte yandan dediklerini not almaya çalışıyordum.
Nasırlı ellerine sarıldım sonra öptüm öptüm. ‘Allah’a emanet ol baba’ dedim. “Sağ olasın oğul. Bizim için dünya gözü ile o mübarek Anadolu’yu görmek mümkün değil. Var sen selam götür tanıdık tanımadık herkese.” dedi. Kafileye geri döndüm, sanki bütün tarihimiz kitaplardan canlanmış da karşıma çıkmıştı. Rehbere durumu anlattım, inanamadı. Adresimi verdim, bu askeri takip etmesini, bir şey olursa bana mutlaka haber etmesini istedim.
Türkiye’ye gelince verdiğim sözü yerine getirmek için Tokat’a gittim. Askerî kayıtlardan Kolağası Mustafa Efendi’nin izini buldum. Vefat edeli yıllar olmuştu. Sözümü yerine getirememiştim. Ardından seneler birbirini kovaladı.
1982’de bir gün ajansa geldiğimde bir telgrafım olduğunu söylediler. Rehberden gelen bir tek cümle yazılıydı: “Mescid-i Aksa’yı bekleyen son Osmanlı askeri bugün öldü.”

Osmanlı Devleti'nin yıkılmasına rağmen Kudüs'ü terk etmeyerek 1982 yılındaki vefatına kadar Mescid-i Aksa'daki nöbetini sürdüren Osmanlı askeri Iğdırlı Onbaşı Hasan'a ait bir fotoğraf.
(Merhum Gazeteci İlhan Bardakçı’nın aktardığı hatırasından uyarlanmıştır. )

////////////////////////////////////////////////////////////////7777/////////////////////////////////////
1920 - 1940 arasındaki İngiliz manda yönetimi  sırasında ve de Nazilerin Avrupa'da 6 milyon Yahudiyi katletmesinden sonra bölgeye akan  Yahudilerin Tevrat'da kendilerine vaad edinen sözde  "kutsal topraklarda" bir devlet kurma rüyası gerçek olmuştu.
Filistinliler ise 1948'i "El Nakba" yani "Felaket" diye anar. Çünkü İsrail'in kuruluşu ile 750 bin Filistinli, topraklarından, evlerinden kaçmak zorunda bırakıldı ya da sürüldü ve bir daha geri gelmelerine asla izin verilmedi.


Filistin'de işgalin yolunu açan Balfour Deklarasyonu 100 yaşında

////////////////////////////















İngiliz Dışişleri Bakanı Balfour’un Siyonist lider Rothschild’e yazdığı mektubun tamamı şöyle:
  • "Saygıdeğer Lord Rothschild, 
  • Majestelerinin Hükümeti adına kabineye sunulan ve kabul edilen Yahudi Siyonist isteklerini sempati ile karşılayan müteakip deklarasyonu iletmekten memnuniyet duyarım.
  • Fotoğraf altı: Tarihe ‘Balfour Deklarasyonu’ olarak geçen 67 kelimelik mektupta Filistin topraklarında İsrail ‘vatanı’ oluşturulmasına verilen desteğin yanında bölgede mevcut halkın haklarına zarar gelmemesinin sağlanacağı da vaadediliyordu. Majestelerinin Hükümeti, Filistin'de Museviler için bir millî yurt kurulmasını uygun karşılamaktadır ve bu hedefin gerçekleştirilmesini kolaylaştırmak için elinden geleni yapacaktır. Filistin'deki mevcut Musevi olmayan toplumların sivil ve dini haklarına ve başka ülkelerde yaşayan Musevilerin sahip oldukları hak ve politik statülerine zarar verecek hiçbir şeyin yapılmayacağı açıkça anlaşılmalıdır. Bu deklerasyonu Siyonist Federasyonu'nun bilgisine sunmanızdan memnuniyet duyacağım. Saygılarımla Arthur James Balfour"













Dünyanın kalbini yakan 67 kelimelik mektup: Balfour Deklarasyonu
 OYNAT 01:00
Dünyanın kalbini yakan 67 kelimelik mektup: Balfour Deklarasyonu
 Müslüman coğrafyada yaşanan her bir elim hadise,  Balfour Deklarasyonu. Sadece 67 kelimelik bir mektupla, dünyanın kalbine derin bir yara açıldı


BEĞENDİM























///////////////////////////////////////////////////
TÜRK BASININDA 1967 ARAP-İSRAİL SAVAŞI

 OLGUN, Kenan TÜRKİYE/ТУРЦИЯ ÖZET
https://www.ayk.gov.tr/wp-content/uploads/2015/01/OMURBEKOV-T.-N.-%d0%9e%d0%9c%d0%a3%d0%a0%d0%91%d0%95%d0%9a%d0%9e%d0%92-%d0%a2.-%d0%9d.-%d0%a0%d0%be%d0%bb-%d1%8c-%d0%b8-%d0%bc%d0%b5%d1%81%d1%82%d0%be-%d0%b2%d1%8b%d0%b4%d0%b0%d1%8e-%d1%89%d0%b8%d1%85%d1%81%d1%8f-%d0%bb%d0%b8%d1%87%d0%bd%d0%be%d1%81%d1%82%d0%b5%d0%b9-%d0%b2-%d0%b8%d1%81%d1%82%d0%be%d1%80%d0%b8%d0%b8-%d0%9a%d1%8b%d1%80%d0%b3%d1%8b%d0%b7%d1%81%d1%82%d0%b0%d0%bd%d0%b0-XIX-%d0%b2..pdf
 1967 yılında yaşanan Arap-İsrail savaşı “6 Gün” savaşı olarak da anılmaktadır. İsrail’in ani bir hava saldırısı sonucu başlayan savaş, ilk gün Mısır hava kuvvetlerinin imhasıyla sonuçlanmış, hava üstünlüğünü ele geçiren İsrail bu avantajını çok iyi kullanmıştır. Bu çalışmada 6 gün süren ve İsrail’in, Mısır, Suriye ve Ürdün’e karşı yaptığı savaşta topraklarını birkaç misli genişletmesi ve ayrıca bu savaş neticesinde Kudüs’ün İsrail’in eline geçmesinin Türk kamuoyu tarafından nasıl görüldüğü incelenecektir. Anahtar Kelimeler: 1967 Arap-İsrail Savaşı, Kudüs, İsrail, Orta Doğu, Mısır. ABSTRACT 1967 Arab-Israeli War in Turkish Media The Arab-Israeli War fought in 1967 is known as ‘‘Six Dayswar’’ war, started by Israels’ air raid resulted in destruction of Egyptian Air Force and Israel used effectively the advantage of air domination. In this study, lasted 6 days and resulted in Israels’ expanding its territory against Egypt, Syria and Jordan; and how Turkey considered Jerusalem going under the rule of Israel will be examined. Key Words: 1967 Arab-Israeli War, Jerusalem, Israel, Jarusselam, Middle East, Egypt. GİRİŞ İsrail Devleti’nin kurulduğu 1948 yılından itibaren Orta Doğu’da bir Arapİsrail sorunu başlamış, konumuz olan 1967 yılına kadar bu sorun, 1948 ve 1956 yıllarında olmak üzere iki defa savaşa dönüşmüştür. İsrail Devleti’nin kurulması sonrası başlangıçta gerilla mücadelesi şeklinde başlayan çatışmalar, gittikçe büyüyerek çevredeki Arap devletlerinin savaşa girmesine yol açmış, Araplar bu savaşa birlikte katılmak suretiyle beraberlik göstermişlerdir (Erendil, 1979: 9). 1956 Süveyş Savaşı’nın Arap-İsrail meselesi ile doğrudan bağlantısı yoktur (Armaoğlu, 1994: 115). Mısır’da General Necip ve arkadaşları bir darbeyle 1952 yılında Mısır Kralı Faruk’u ülkeden uzaklaştırmışlardır. 1954’te iktidarı ele geçiren Albay Cemal Abdül Nasır İngiltere’nin Süveyş Kanalı’ndan çekilmesini istemiştir. 26 Temmuz 1956 tarihinde de Mısır Süveyş Kanalı’nı millîleştirmiştir. 2232 Kanalın millîleştirilmesi buradaki çıkarlarına ters düşen İngiltere ve Fransa’yı birbirlerine yaklaştırmış, Mısır’a karşı ortak bir harekâta girişmelerine neden olmuştur. İsrail, İngiltere ve Fransa’nın Mısır’a karşı başlattığı harekâta paralel olarak 29 Ekim 1956’da harekete geçmiş, beş gün içinde Sina yarımadasının büyük bir bölümünü işgal etmiştir. Savaş, Birleşmiş Milletler ve Amerika’nın baskısı üzerine 7 Kasım 1956 tarihinde sona ermiştir. İsrail, görüşmelerden sonra işgal ettiği bölgeleri 6 Mart 1957’den itibaren terk etmiş, bu bölgelere Birleşmiş Milletler barış gücü yerleştirilmiştir (Konferans Broşürü, 1975: 53). 1956 savaşının gerçek sebebi Fahir Armaoğlu’nun da ifade ettiği gibi “Nasır’ın Arap dünyasının liderliğine oynaması, ‘Pan Arabizm’ veya ‘Arap Milliyetçiliği’ politikası ve bu liderliğin ve politikanın Batı’nın bölgedeki çıkarlarına ters düşmesi”dir (Armaoğlu, 1994: 115). 1967 Arap-İsrail Savaşı Araplarla İsrail arasındaki üçüncü savaştır. A. Savaş Öncesi Durum 1956 savaşını Birleşik Arap Cumhuriyeti (Mısır) kaybetmişti. Mısır Devlet Başkanı Nasır, bu savaşı İngiltere ve Fransa’nın İsrail’in yanında yer almasından dolayı kaybettiklerini düşünüyordu. Oysa İsrail’e yardım yapılmamış olsaydı yenilmesi muhakkaktı. Bu amaçla Nasır, iyice hazırlanmadan ve milletlerarası atmosfer müsait hâle gelmeden İsrail’le savaşmamaya dikkat etmiştir (Armaoğlu, 1994: 240). 1. Savaşın Nedenleri 1967 Mayısında Orta Doğu’daki kuvvetler dengesi, Arapların lehineydi. Zira İsrail’in yanında yer alan ABD’nin bir Vietnam sorunu vardı. Ayrıca İngiltere ve Fransa’nın da silahli desteğini uluslararası şartlar gözönünde bulundurulduğunda İsrail’in elde etmesi zordu (Kürkçüoğlu, 1972: 141). Oysa Sovyetler Birliği, 1955’ten beri Arapların yanındaydı. Onları devamlı bir surette silahlandırıyor, askerî eğitim için uzman desteği sağlıyordu. Araplar 1967 savaşı öncesi silah ve teçhizat bakımından İsrail’den üstün konumda gözüküyorlardı. Araplara göre 1967 savaşının sebebi; “İsrail’i çeviren Arap Devletlerinin topraklarına karşı” İsrail tarafından gerçekleştirilen “zalim saldırı ve kışkırtma” hareketleriydi. Araplar savaşın en önemli sebeplerinden biri olarak 1948 yılından beri var olan “Arap mülteciler meselesi”ni göstermekteydi. İsrail’in kurulması sonrası İsrail topraklarında yaşayan binlerce Filistinli yurtlarını terk etmek zorunda kalmış, çevredeki Arap ülkelerine sığınmıştı. Bu göçmenler Arap Devletlerinden İsrail’e saldırılar düzenlemekteydi. Türkiye’deki Arap Büyükelçilerinin 27 Mayıs 1967 tarihinde yayınladıkları ortak bildiriye göre Filistinlilerin bu saldırıları “Arap ülkesinin iradesinden uzak olarak” gerçekleştirilmekteydi. Filistinlilerin “gizli olarak teşkilatlanmaları münasebetiyle” de faaliyetlerinin herhangi bir Arap 2233 Devleti tarafından kontrol altına alınması imkânsızdı (Arap Büyükelçilerinin…, 1967: 3-4). Türk basınında Hürriyet gazetesinde özet (Hürriyet, 28 Mayıs 1967), Zafer gazetesinde ise tam metin olarak yayınlanan (Zafer, 2, 3, 4 Haziran 1967) Arap Büyükelçilerinin bildirisinde; Arap Devletlerinin “milliyetçilik ve insanlık açılarından” İsrail’in içinde askerî hedefleri vurmakta ısrar eden bu “komandoların kahramanlığını” takdir etmekten de kendilerini alamadıkları ifade ediliyordu. Araplar, mülteciler sorunundan hareketle İsrail’i ortadan kaldırmayı düşünürken, İsrail, mülteciler meselesinin çözümlendiği düşüncesindedir. İsrail Enformasyon Servisi tarafından yayımlanan “Arap Mülteciler Meselesi” isimli 29 sayfalık bir kitapçıkta bu sorun “siyasal ve sosyo-iktisadi yönleri olan” bir konu olarak iki kısımda ele alınıyordu. İsrail, ülkesinden göç eden mültecilerin geçen süreç içinde yaşadıkları yöreye uyum sağladığı, buradaki insanlarla dinleri ve dillerinin bir olduğu, gelenek ve medeniyetlerinin benzediği fikrindeydi. Böylece sorunun sosyo-iktisadi kısmı “kendi kendine” çözümlenmişti. Ancak, sorunun siyasi kısmı Arap liderlerinin sorunu “açık tutmaya ve İsrail’e karşı bir silah olarak kullanmaya kararlı gibi” olmalarından dolayı çözümlenememişti. Buna rağmen İsrail, “sağduyunun galip geleceğine” inanmaktaydı (Arap Mülteciler..., 1967: 3, 28). İsrail’e göre İsrail’in “varolma hakkı”nın zorla reddedildiği 1967 savaşı aslında Orta Doğu’da büyük güçlerin çıkar çatışmalarının bir sonucuydu. İsrail’e göre Sovyetler Birliği’nin “tek taraflı politikası” bu savaşa neden olmuştu. İsrail Dışişleri Bakanı Abba Eban’ın 19 Haziran 1967 günü Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmaya göre Sovyetler Birliği, 1955 yılından beri Arap Devletlerine, 1000’den fazlası Mısır’a olmak üzere 2000 tank vermişti. 700 modern jet avcı ve bombardıman uçağının yanı sıra yer füzeleri de temin etmişti. 1961’den beri Sovyet silahları, “Mısır’a İsrail’i fethetmek arzusunda” yardımcı olmuşlardı. Sovyetler İsrail’in niyetleri hakkında Arap Hükûmetleri nezdinde “alarm verici ve ateşleyici” raporlar yaymak suretiyle “tahrikçi” bir rol oynamıştı. Sovyetler Birliği’nin bu tavrı Arap kaynaklarında açıkça anlaşılıyordu (İsrail Dışişleri..., 1968: 21-24). 2. Savaşa Götüren Gelişmeler Türk basınında “Orta-Doğu Buhranı” (Zafer), “Ortaşark Buhranı” (Tercüman) olarak isimlendirilen 1967 Arap-İsrail savaşı, Suriye ile ilgili olan gelişmeler sonucunda başlamıştır. 1967 başından beri Suriye ile İsrail ilişkileri gergindi. İsrail, Filistinli gerillaların Suriye’den topraklarına girdiğini iddia ediyordu. 24 Mart 1967 tarihinde İsrail Genekurmay Başkanı İzak Rabin, bu saldırılar devam ettiği takdirde, Suriye’ye karşı harekete geçmenin gerekli olabileceğini söylüyordu. Nitekim iki taraf 2234 arasındaki gerginlik 7 Nisan 1967’de sınır savaşına dönüşmüş, hava çatışmasında 13 uçak düşmüştü (Hürriyet, 10 Haziran 1967). Bu durum karşısında İsrail Başbakanı Levi Eşkol da 14 Mayısta, Rabin’in sözlerini tekrarlamıştı (Kürkçüoğlu, 1972: 142). Türkiye’deki Arap Büyükelçileri de İsrail’in bu iddialarını doğrulamaktaydı. İsrail, Filistin fedailerinin hareket noktası olarak yapacakları veya faaliyetleri yolunda geçecekleri Arap ülkelerine saldıracağını açıklamıştı. İsrail’in bu açıklaması Araplara göre “Filistin mültecilerinin yaşadıkları bütün Arap Devletleri ile savaşmak istediği” anlamına gelmekteydi. Nitekim İsrail Başbakanı da Şam şehrini işgal edeceğini ilan etmişti. İsrail, Suriye sınırına büyük bir yığınak yapmaktaydı. Bu durum karşısında Arap Devletleri, “Suriye’yi savunmak” için birlikte hareket edeceklerini ve “herhangi bir siyonizm tehlikesine karşı” beraber olacaklarını ilan ediyorlardı (Arap Mültecileri..., 1967: 4-5). Mısır makamları İsrail’in Suriye’ye hücuma hazırlandığını ve böyle bir hücum hâlinde derhâl Suriye’nin yardımına koşmak için İsrail’e karşı harekete başlayacaklarını bildirmekteydiler. Doğu Bölgesi Komutanlığı’na atanan General Abdulmuhsin Murteza, birliklerinin “Yahudilere karşı kutsal bir savaş açmaya” hazır olduklarını belirtmişti (Hürriyet, 20 Mayıs 1967). Mısır Devlet Başkanı Nasır, 9 Haziranda yaptığı konuşmada: “Sovyetler Birliği’ndeki dostlarımız geçen ayın başında Moskova’yı ziyaret eden parlamento heyetimizi, Suriye’ye karşı bir taarruz planının mevcudiyeti hususunda ikaz etmişlerdir.” diyerek Sovyetler Birliği’nin Mısır’a, İsrail’in Suriye’ye saldıracağına dair bilgi verdiğini ifade ediyordu. İsrail tarafından Sovyetler Birliği, daha öncede ifade edildiği gibi savaşın başlamasında “önemli bir rol oynamakla” itham edilmektedir. İsrail Dışişleri Bakanı Eban, BM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada Sovyetler Birliği’nin savaşta oynadığı rolü ifade etmiş, Suriye meselesinde Sovyetlerin Mısır’a “yanlış” bilgi verdiğini belirtmiştir. Eban, 23 Mayıs tarihli bir TASS bildirisinde; “Knesset’in Dışişleri ve Güvenlik Komitesi 9 Mayısta Kabineye Suriye’ye karşı bir harp harekâtı yürütmesi için özel yetkiler vermiştir. Suriye hududuna yığılan İsrail kuvvetleri harp için alarm durumuna geçirilmiştir. Memlekette genel seferberlik ilan edilmiştir” denildiğini ifadeyle “bu hikâyenin” bir tek kelimesinin dahi doğru olmadığını söylemiştir. Eban’a göre bu haberler hikâye olmakla birlikte bunların Arap ülkelerinde yayılması “alevlendirici” bir netice verilmesine neden olabilirdi (İsrail Dışişleri..., 1968: 24). İsrail’in Suriye ile ilgili planları hakkında Mısır’a bilgi geldiğine dair Türk basınında da yazılar çıkmıştır. 10 Haziran 1967 tarihli Akşam gazetesinde yayınlanan “Nasır’ı kim yanılttı?” yazısında; 13 Mayıs günü Kahire’de Mareşal 2235 Amr’ın Suriye Savunma Bakanı Hafız Esat’tan “gizli ve önemli” kaydıyla bir mesaj aldığı, mesajda İsrail kuvvetlerinin Suriye sınırının zayıf noktalarında toplanarak yığınak yapmaya başladığının bildirildiği ve alınan tedbirlerin sıralandığı belirtiliyordu. Aynı gün Nasır’a Mısır gizli servisi, İsrail’in 16 Mayıs gecesi ani bir saldırıya geçmek için yığınak yaptığını bildirmiştir. Bunun üzerine Nasır, “üç gün içinde İsrail’in Suriye’ye yapacağı saldırıya engel olmak ve Arap âleminde kendisine karşı olan itimatsızlığı ortadan silmek.” düşüncesiyle Mısır kuvvetlerini harekete geçirmiştir (Akşam, 10 Haziran 1967). Bu arada Irak, İsrail’e karşı herhangi bir Arap harekâtını destekleyeceğini Nasır’a bildirmiştir. Bunun yanı sıra Irak Savunma Bakanı General Şakir Mahmut Şükrü de gazetecilerin sorularına: “1967 yılının Filistin davası için kesin bir yıl olacağına inanıyorum. Irak ordusu şimdi tamamiyle savaş düzenindedir ve Suriye kuvvetlerinin yanı başında çarpışmalara katılmaya hazırdır.” demekle Irak’ın, İsrail’in Suriye’ye saldırması hâlinde Suriye’nin yanında olacağını bir kez daha tekrarlıyordu. Mısır, bu bilgilerin ışığında İsrail’e karşı bir askerî harekât yönünde ilk adımı 16 Mayısta attı. Bu tarihte Mısır’da olağanüstü hal ilan edildi ve bütün silahlı kuvvetlerin savaşa hazır durumda oldukları açıklandı. Bunu Ürdün, Suriye, Irak ve Kuveyt’te de olağanüstü hal ilanları izledi. 18 Mayısta Nasır, BM Genel Sekreteri U-Thant ile görüşerek 1956 savaşından beri Gazze ve Sina’da bulunan BM Barış Gücü’nün geri çekilmesini istedi. Bu istek olumlu karşılanarak BM askerleri bölgeden çekilmeye başladı. 19 Mayısta bu kuvvetlerin yerini Mısır askerlerinin alması “durumu birden bire ciddileştirmiş” ve Mısır-İsrail sınırında “harp tehlikesine” neden olmuştu (Hürriyet, 20 Mayıs 1967). İsrail, BM Barış Gücü askerlerinin geri çekilmesini, İsrail’in askerî güvenliğine ve hayati deniz hürriyetine karşı meydana gelecek “zarar” nedeniyle kendi fikrinin alınmadan yapılmasına karşı çıkmıştı. İsrail BM’nin barışı koruma faaliyetleriyle ilgili tutumunun “bu tecrübeyle sarsıldığı” düşüncesindeydi. İsrail’e göre BM askerlerinin çekilmesi “ilk dumanlar ve alevler belirir belirmez ortadan kaybolan itfaiyecilerin durumuna” benzetilmekteydi (İsrail Dışişleri…, 1968: 11-12). İsrail BM’nin “barışı koruma “işlevini kaybettiğini düşünürken, Arap Devletleri, BM askerlerinin çekilmesinin nedenini İsrail’in bir saldırısı karşısında bu askerlerin “selametini korumak.” olarak belirtiyorlardı (Arap Büyükelçilerinin..., 1967: 5). 21 Mayıs 1967 tarihinde Mısır’da bütün ihtiyatlar askere çağrılmış, genel seferberlik ilan edilmişken (Hürriyet, 22 Mayıs 1967) İsrail’de ise kısmi seferberlik ilan edilmiştir. Orta Doğu’da durumun iyice gerginleşmesi üzerine ABD Başkanı Johnson, Sovyetler Birliği Başbakanı Aleksandır Kosigin’e gizli bir mesaj yollamış, Arap-İsrail anlaşmazlığının kontrolden çıkmasını önlemek için birlikte faaliyet gösterme teklifinde bulunmuştur (Zafer, 22 Mayıs 1967). Bu esnada askerî hazırlıklarını sürdüren Mısır, İsrail sınırına asker ve tank yığmaya 2236 devam etmiş, Irak, Suriye, Lübnan ve Ürdün ortak hareket için birleşmiştir (Tercüman, 23 Mayıs 1967). Mısır kuvvetleri Akabe Körfezi’nin girişinde yer alan stratejik Şarm el Şeyh Bölgesi’ne 21 Mayıstan itibaren yerleşmeye başlamıştır (Hürriyet, 23 Mayıs 1967). Mısır’ın bu bölgeye yerleşmesi Akabe Körfezini kontrol etmesi anlamına geliyordu. Zaten Mısır da bir süre sonra bu bölgeye yerleşmenin getirdiği avantajla savaşa giden yolda en önemli adımı atacaktı. 23 Mayısta Mısır, savaşa giden yolda en önemli adım olan Akabe Körfezi’nin girişindeki Tiran Boğazı’nı İsrail gemilerinin geçişine kapattı. Başkan Nasır, 23 Mayısta Sina’da Mısırlı havacılara hitaben yaptığı konuşmada “bundan böyle bütün İsrail bandıralı veya stratejik madde taşıyan gemilerin Akabe Körfezi’ne giriş ve çıkışları yasaklanmıştır.” demişti. Ayrıca “İsrail bizi savaşla tehdit etmek istiyorsa buyursun.” diyerek savaşa hazır olduklarını belirtiyordu. Nasır konuşmasında “Şimdi İsrail ile karşı karşıyayız. İsrail, İngiltere ve Fransa olmadan şansını denemek istiyorsa, kendisini bekliyoruz.” demekle de 1956 savaşında İsrail’in yanında olanların bu defa olmadığı ve savaşı kendilerinin kazanacağına emin olduğunu ifade ediyordu (Hürriyet-Zafer, 24 Mayıs 1967). Nasır bu sözleriyle aynı zamanda Araplar açısından İsrail’le savaş için uluslararası ortamın hazır olduğunu da belirmekteydi. Araplar Akabe Körfezi’ni “kapalı bir körfez” olarak görmekteydi. Mısır, Ürdün ve Suudi Arabistan’ın karasuları olarak görülen Akabe Körfezi’nin kapatılması, Mısır’ın “hükümranlığını teyit etmek” ve “düşman İsrail” gemilerine kapatılmak suretiyle istiklal ve güvenliklerini korumak yolunda alınacak en olağan tedbirdi (Arap Büyükelçilerinin..., 1967: 7-8). Oysa İsrail’e göre abluka, “silah zoruyla konan ve tatbik edilen bir harp hareketi”ydi. Tarihte hiçbir zaman abluka ve barış yanyana varolmamıştı. Abluka bir insanı yavaş yavaş boğarak öldürmekle eş değerde idi. Nitekim İsrail, Mısır’ın bu hareketini “savaş ilanı” kabul ediyordu (Tercüman, 24 Mayıs 1967). İsrail Dışişleri Bakanı Abba Eban’ın ifadesiyle “ablukanın tatbik edildiği andan itibaren fiili çatışmalar” başlamıştı. Artık İsrail, BM kararlarına uymak zorunda değildi (İsrail Dışişleri..., 1968: 17). Mısır Akabe Körfezi’ni kapatmakla İsrail’e gidecek mal ve özellikle petrolün önünü kesmişti. İsrail’in buna tepkisi ise yukarıda belirtildiği gibi İsrail gemilerine yapılacak bir saldırının savaş ilanı sayılacağını bildirmesiydi (Armaoğlu, 1994: 243). Türk basınında “Tehlikeli adım da atıldı.” şeklinde değerlendirilen bu olay, üçüncü dünya savaşına gidişte tehlikeli bir adım olarak görülmekte ve “Vietnem savaşı ile etrafa sıçramayan ateş, buradan mı acaba dünyayı saracak.” denilmekteydi (Tercüman, 25 Mayıs 1967). Sovyetler Birliği, 23 Mayısta bir açıklama yaparak bu bunalımda açıkça Arapları desteklediğini bildirmişti. Yapılan açıklamada “mütecavize karşı mukavemette 2237 bulunacağı” ifade edilmişti (Zafer, 25 Mayıs 1967). ABD Başkanı Johnson ise, Orta Doğu ülkelerini barışı bozacak davranışlardan kaçınmaya davet ediyordu. BM Genel Sekreteri U-Thant sorunu görüşmek üzere 23-25 Mayıs arasında Mısır’a gitmiş, karatmadan dolayı mum ışığı altında yenen yemekte Nasır, “İlk ateşi açan Mısır olmayacaktır.” demişti (Akşam, 10 Haziran 1967). U-Thant bu görüşmelerinde barış yönünde bir gelişme kaydedemiştir. Genel Sekreterin bu başarısızlığı savaşa bir adım daha yaklaşılması demekti. Orta Doğu buhranında Sovyetler Birliği Arapları desteklerken, Amerika İsrail’i desteklemekteydi (Hürriyet, 25 Mayıs 1967). ABD Başkanı Johnson Mısır Devlet Başkanı Nasır’a sert bir nota vererek “icabında zor kullanılacağı”nı bildirmişti. Amerikan 6. filosu Akabe Körfezi’nin açılmasına destek için Girit açıklarından Mısır’a hareket etmişti (Tercüman, 28 Mayıs 1967). Amerika’nın bu hareketi Orta Doğu buhranını bir kat daha şiddetlendirmişti (Hürriyet, 23 Mayıs 1967). Amerikan gemilerinin hareketi üzerine Sovyetler Birliği, Amerika’dan Akdeniz’deki filolarını geri çekmesini istedi. Bu sırada Mısır Savunma Bakanı Şemseddin Badran, ani olarak Moskova’ya gitti. Gerginleşen durum karşısında Fransa, harekete geçerek kendilerinin de dâhil olacağı İngiltere, Sovyetler Birliği ve ABD’nin katılacağı dörtlü bir konferans önerdi (Hürriyet, 26 Mayıs 1967). Fransa’nın girişimine rağmen sorun Arapları açıkça destekleyen Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye bir bildirimde bulunarak boğazlardan 30 Mayıs ile 7 Haziran arasında 10 savaş gemisinin Akdeniz’e geçirileceğini haber vermesiyle daha da derinleşmişti (Hürriyet, 30 Mayıs 1967). Amerikan 6. Filosu’na karşı basının tabiriyle “gövde gösterisi” için ilk Sovyet gemisi 31 Mayısta Boğazlardan geçmişti (Tercüman, 31 Mayıs 1967). Bu esnada İngiltere ise Akdeniz’deki hava ve deniz kuvvetlerini takviye etmişti. ABD Başkanı Johnson’un Mısır’a “İsrail ile Mısır sınırdaki yığınaklarını aynı zamanda çekmeli, Barış gücü, nihai karar verilinceye kadar Gazze ve Şarm el Şeyh’e geri dönmeli, Mısır, Akabe Körfezi’ndeki deniz ulaşımını hiçbir şekilde sınırlamayacağını resmen bildirmeli, Mısır kuvvetleri Gazze’den çekilmeli” şeklindeki isteklerini ihtiva eden teklifleri Nasır tarafından 26 Mayısta reddedilmişti (Tercüman, 27 Mayıs 1967). Nasır, Akabe üzerindeki haklarından vazgeçmeyeceklerini belirttiği gibi, “şavaşta gayemiz İsrail’i mahvetmek olacaktır” diyordu (Hürriyet, 27 Mayıs 1967). Türkiye’deki Arap Büyükelçileri ortak bir dildiri yayınlayarak Orta Doğu’daki buhrana İsrail’in sebep olduğu ve bu bildiriyle buhranın içyüzünün açıklanacağını ilan ediyorlardı (Hürriyet, 28 Mayıs 1967: Arap Büyükelçilerinin..., 1967: 3). Orta Doğu’da savaş atmosferinin hızla yoğunlaştığı sırada Mısır Millet Meclis 29 Mayısta, Başkan Nasır’a oy birliğiyle olağanüstü yetkiler verilmesini kabul etti (Tercüman, 30 Mayıs 1967). Nasır bunun üzerine yaptığı konuşmada “eğer 2238 Batılı ülkeler haklarımızı çiğnemeye çalışırlarsa bize saygı göstermeyi onlara öğreteceğiz” demişti (Tercüman, 31 Mayıs 1967). Nasır’a göre Akabe girişinde yer alan Tiran Boğazı Mısır’ın karasularıydı ve dünyada hiçbir kuvvet Mısır’ı topraklarına hâkim olmakta alıkoyamazdı. Oysa İngiltere Akabe Körfezini uluslararası bir su yolu sayıyordu. Bu gelişmeler karşısında ablukaya karşı müdahale yapılması ve ablukanın kaldırılması beklenmekteydi (Zafer, 31 Mayıs 1967). Fakat Mısır bu kararında azimliydi ve hiçbir kuvvet onları bu kararından alıkoyamazdı. Bu kararlılığını Akabe Körfezi’ne girmeye çalışan Liberya bandıralı bir tankeri durdurmakla göstermişti (Hürriyet, 31 Mayıs 1967). Bütün Arap Devletleri Arap topraklarını korumaya ve sularının ve topraklarının her karışına olan egemenliklerini savunmaya kararlıydılar (Arap Büyükelçilerinin..., 1967: 7). Savaşa hazırlık yolunda Mısır ile Ürdün arasında 30 Mayısta bir savunma anlaşması imzalandı (Hürriyet, 31 Mayıs 1967). Orta Doğu’da en buhranlı günlerin yaşandığı bu dönemde basında İsrail’in “yıldırım taarruzuna” girişebileceği (Hürriyet, 30 Mayıs 1967), İsrail’in Mısır’ı bir haftada yenebilecek güce sahip olduğu (Hürriyet, 24 Mayıs 1967) gibi haberler yer alıyordu. Mısır İsrail’in ani bir hava saldırısından çekinmekteydi (Zafer, 5 Haziran 1967). İsrail’in yıldırım harekâtına geçerek Mısır Halkı’nı “gafil” avlamaması için halktan verilen alarmdan sonra bütün ışıkları söndürmesi ve sığınaklara gitmesi isteniyordu. Ayrıca yaşları 18 ile 50 arasında olan herkes halk kuvvetlerine katılmaya çağrılmıştı (Hürriyet, 5 Haziran 1967). Bu arada İsrail, savaş için bir yandan askerî hazırlıklarına devam ederken diğer yandan da kabinede savaşa yönelik değişikliklere gitmiştir. 1956 savaşında Mısır’a karşı savaşmış olan Moşe Dayan Savunma Bakanlığı’na getirilmişti (Zafer, 2 Haziran 1967). Mısır, İsrail çevresindeki çemberi iyice daraltmak amacıyla Irak’ı 4 Haziranda Mısır-Ürdün savunma anlaşmasına bağlayan protokolü imzaladı. İmza töreni sonrası Nasır, Kahire Radyosuna verdiği beyanatta “sizi savaşla karşılıyoruz ve intikam alabilmek için savaşın başlaması arzusuyla yanıyoruz. Bu, dünyanın, Arapların ne olduğunu ve İsrail’in ne olduğunu anlamasını sağlayacaktır” diyerek artık savaşın kaçınılmazlığını dile getiriyordu (İsrail Dışişleri..., 1968: 14). Bu arada Çin de Mısır’a yardım teklif etmiş, Sovyetlerin taahhütlerinden vazgeçmesi hâlinde askerî yardım yapacağını bildirmişti (Hürriyet, 5 Haziran 1967). Savaşın başladığı 5 Haziran yaklaştıkça taraflar arasında yer yer küçük çaplı çatışmalar da yaşanıyordu. 2 Haziranda Suriye ve İsrail kuvvetleri İsrail toprakları içinde çarpışmış, iki İsrailli ve bir Suriyeli ölmüştü. Ayrıca Ürdün, bir İsrail helikopterine uçaksavarla ateş açmıştı (Hürriyet, 3 Haziran 1967). Türk basını Orta Doğu buhranını Mayıs ayı içinde yoğun olarak çoğu zaman sürmanşetten verirken Haziran ayının ilk günleri küçük puntolarla ve çoğunlukla ilk 2239 sayfanın alt sıralarında kısa haberler şeklinde vermiştir. Bunda iç siyasi gelişmeler etkili olmuştur diyebiliriz. Zira Cumhuriyet Halk Partisi’nden kopmalar, “ortanın solu” tartışmaları, Eski Başbakan Adnan Menderes’in oğlu Yüksel Menderes’e yazdığı 17 Eylül 1961 tarihli Vasiyetnamesi gazete sütunlarında ilk haber olarak yer almıştır. Hürriyet gazetesi 1 ve 2 Haziran günlerini sürmanşetten Menderes’in vasiyetine ayırırken diğer gazetelerde de benzer bir durum söz konusudur. 3. Türkiye’nin Savaş Öncesi Politikası Türkiye, iktidarda bulunan Adalet Partisi’nin Hükûmet programında yer alan “Orta Doğu’daki ve Magrip’teki kardeş Arap ve Müslüman memleketler ile her türlü şüphe ve teredütten uzak, hakiki ve yakın bir dostluk kurmak ve çeşitli sahalarda verimli bir iş birliğini geliştirmek başlıca amaçlarımızdan biri olacaktır… Arap memleketleri meşru davalarında Türkiye’nin anlayış ve desteğini görebilirler.” ifadesiyle Arapların yanında yer aldığını açıkça belirtmiştir. Türkiye’de sağ ve sol çevreler Araplara karşı izlenecek politikada birleşmişlerdir (Olaylarla…, 1987: 534). Orta Doğu buhranını yakından ve dikkatle takip eden Hükûmet, bu amaçla bazen Arap ülkelerinin büyükelçileriyle de görüşmeler yapmıştır (Zafer, 24 Mayıs 1967). Basında çıkan haberlere göre Türkiye, son zamanlarda Arap dünyası ile artan dostluk ilişkilerinin zedelenmemesini temin amacıyla Arapları desteklemiştir. Haberde “Türkiye’nin bir tek İsrail için Arap âlemini feda etmeyeceği” yazılmıştır (Zafer, 26 Mayıs 1967). Basında Türkiye’nin Arapları desteklemesi gerektiğine dair çıkan haberlerin çoğu Türkiye’nin Araplara yakın olmasından ziyade Kıbrıs meselesi gibi uluslararası sorunlarda yalnız kalmamak amacıyla böyle davranılmasını açıkça olmamakla birlikte ima etmektedirler. Basında Türkiye’nin Orta Doğu politikasının nasıl olmasına dair yazılar çıkarken Bakanlar Kurulu, 27 Mayısta yaptığı toplantıda Orta Doğu buhranını görüşmüş, Dışişleri Bakanlığı aracılığıyla yayımladığı bildiriyle Türkiye’nin tutumunu açıklamıştır. Bildiride; “Hükûmet, Orta Doğu buhranının gelişmesini büyük bir dikkatle izlemektedir. Bölgede barış ve güvenliğin hâkim olmasına büyük önem atfeden ve bu yolda her zaman elinden gelen gayreti sarfetmekten geri kalmamış olan Türkiye’nin barışı tehdit edici durumların meydana gelmesinden ciddi endişe duyacağı tabiidir. Türkiye, barışın ihlaline yol açacak bütün hareketlerden kaçınılması lüzumuna kani bulunarak, buhrana son verecek gayretleri desteklemektedir. Türk Hükûmeti, her zaman olduğu gibi, bu kerre de buhrana sebebiyet veren durumun mütelaasında, Birleşmiş Milletler yasası ile hak ve adalet prensiplerine dayanmak gerektiği inancındadır. Bu arada Hükûmetimiz, komşuları ile iyi dostluk münasebetleri çerçevesi içinde Türkiye ile Arap memleketler arasında mevcut yakın ilişkileri de gözönünde bulundurmaktadır.” 2240 denilmekle, anlaşmazlığın barışçı yollardan çözünlenmesi istenmiştir (Hürriyet, 29 Mayıs 1967). Bildirideki “mevcut yakın ilişki” sözü ile üstü kapalı olarak Arap ülkelerinin desteklendiği belirtilmektedir (Olaylarla..., 1987: 535). Gazete haberlerine bakıldığında da Hükûmet’in bildiriyle Arap ülkelerini desteklediği sonucuna varılabilir. Çıkan haberler Türkiye’nin Arapları desteklediği şeklindedir. Ayrıca Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, Irak Cumhurbaşkanı’na yazdığı mektupta da Türkiye’nin Arap dünyasını desteklediğini bildirmiştir (Zafer, 30 Mayıs 1967). Millî Türk Talebe Birliği de yayımladığı bir bildiriyle Türk yüksek öğrenim gençliğinin Arap-İsrail çatışmasında Arap ülkelerini desteklediklerini açıklamışlardır (Zafer, 1 Haziran 1967). Yurttaş diye başlayan bildiride açıkça Araplara destek belirtilmiş, bu savaşın Arapların İsrail’e karşı yaptığı bağımsızlık savaşı olduğu, bu savaşın iki tarafa da silah satan “emperyalistlerin” yararına olduğu, Kıbrıs meselesinin Arap ülkelerinin desteğine bağlı olduğu ifade edilmiştir. Ayrıca Türkiye’deki NATO üslerinin Arap ülkelerine karşı kullanılmaması istenmiştir. Türk Halkı’nı ve Millet Meclisi Üyelerini Arap ülkelerini desteklemeye çağıran bildiri “Mutlu ve güzel günler Türk ulusunundur.” ifadeleriyle sona ermektedir (Millî Türk..., 1967). Türk Hükûmeti buhranla ilgili resmî görüşünü 27 Mayısta ilan etmişti. Bildirinin yanı sıra Hükûmet yetkilileri Türkiye’deki NATO üslerinin Türkiye’nin izni olmadan kullanılamayacağını da ifade etmişlerdir (Hürriyet, 29 Mayıs 1967). Bu üsler konusu savaş döneminde daha fazla gündeme gelecektir. B. Savaşın Seyri 1967 Arap-İsrail savaşı 5 Haziran günü sabah erken saatte İsrail uçaklarının Mısır hava üslerine yaptığı ani saldırısıyla başlamış, 10 Haziranda ateşkesin kabulüyle sona ermiştir. Türk basınında birçok gazetenin “84 saatlik savaş” olarak değerlendirdikleri 1967 savaşı, Mısır’ın “beklediği” gibi İsrail tarafından yıldırım taarruzuyla başlamıştır. Bu taarruzda İsrail Mısır uçaklarının 393’ünü yerde kullanılamaz hâlegetirmiş, ilk günkü mücadelede Mısır’ın uçak kaybı 416 olmuştur. Aslında İsrail’in bu saldırısıyla “üç saat içinde” kazandığı savaş, fiilî olarak İsrail ile Mısır, Ürdün ve Suriye arasında olmuştur. Basında savaşla ilgili haberler savaş boyunca her gün en önemli haber olarak yer almıştır. Biz burada basında çıkan haberleri gün gün inceleyeceğiz. 1. Savaşın Birinci Günü İsrail tarafından “yaşamak veya yok olmak” şeklinde algılanan savaş (İsrail Dışişleri..., 1968: 20), yukarıda belirtildiği gibi İsrail’in 5 Haziran sabahı ani saldırısıyla başlamıştır. Gazeteler savaşın başladığını haber vermekle birlikte kimin başlattığı noktasında yeterli bir bilgi verememektedir. Savaş “Araplarla İsrail Arasında Savaş Başladı” (Zafer, 6 Haziran 1967), “Savaş Başladı” (Milliyet, 2241 6 Haziran 1967), “Orta-Doğu’da Harp” (Hürriyet, 6 Haziran 1967), “Arap-İsrail Savaşı Başladı” (Terciman, 6 Haziran 1967) gibi büyük puntolarla sürmanşetten okuyucularına duyurulmuştur. Zafer gazetesinin yarım sayfa ayırdığı haberde 42 İsrail, 10 Mısır uçağının düşürüldüğü, Necef Çölü’nde şiddetli çarpışmaların olduğu yazılmıştır. Aslında Zafer gazetesi ilk gün savaştan ziyade iç politikaya daha fazla ağırlık vermiştir denebilir. Zira 5 Haziran tarihli gazetenin “başmakale” kısmında Füruzan Tekil “YTP’nin Durumu” isimli bir yazı kaleme almıştır. Zafer’in ilk sayfasının yarısı iç siyasi meselelere ayrılmıştır. Türk basını savaşın ilk günü yaşananları haritalar eşliğinde göstermiş, tarafların askerî durumu hakkında bilgi vermiştir. Her gazetenin askerî güç hakkında verdikleri bilgiler çoğunlukla birbirini tutmamaktadır. Milliyet gazetesinde Mehmet Ali Birand’ın verdiği rakamlar Londra’daki “Stratejik İlimler Akademisi”ne dayandırılmaktayken Akşam gazetesinde sayıların nereden alındığına dair bir bilgi yoktur (Akşam-Milliyet, 6 Haziran 1967). Buna iki gazeteye göre tarafların asker sayısı, tank ve uçak sayıları şöyledir: ÜLKE ASKER SAYISI Akşam Milliyet TANK SAYISI Akşam Milliyet UÇAK SAYISI Akşam Milliyet İsrail 280.000 350.000 700 1000 450 350 Mısır (BAC) 300.000 270.000 1200 1000 500 550 Suriye 80.000 85. 000 400 600 150 130 Irak 100.000 80.000 400 400 200 200 Ürdün 50.000 50.000 250 200 50 50 Lübnan 12. 000 - 130 - 40 - Suudi Arabistan 50.000 200.000 150 500 40 78 Basında Arap-İsrail savaşı hakkındaki tarafların iddiaları genellikle ayrı ayrı verilmiştir. İsrail’in Mısır’ı, Mısır’ın da İsrail’i savaşı başlatan taraf olmakla suçladığı haberlerde, Ürdün, Suriye, Irak, Lübnan ve Mısır kuvvetlerinin İsrail’e karşı 5 Haziran günü Türkiye saatiyle saat 11.05’te harekete geçtiği, savaşın akşama doğru İsrail birliklerinin lehine geliştiği, Sina Çölü’ndeki İsrail birliklerinin Mısır topraklarına girerek ilerlemeye başladığı belirtilmiştir (Milliyet, 6 Haziran 1967). İsrail uçakları Mısır’ın çeşitli bölgeleriyle başkent Kahire’yi bombalarken Arap uçakları da İsrail’in askerî hedeflerine ve petrol bakımından önemli Hayfa’ya bomba yağdırmışlardır. Gazze ve Kudüs’te çok şiddetli çarpışmalar olmuştur (Hürriyet, 6 Haziran 1967). Arapların “Tel Aviv’de buluşalım, intikam saati geldi. Savaşın ilk kurşununu İsrail sıktı. 70 İsrail uçağını düşürdük.” sözlerine karşılık 2242 İsrail, “Tel Aviv İsrail’indir. Necef’te Mısır kuvvetleri geriliyor. Mısır’ın yaptığı ani hücum İsrail’i gafil avlayamadı. 150 Mısır uçağını düşürdük.” diye karşılık veriyordu (Tercüman, 6 Haziran 1967). Mısır silahlı kuvvetleri yayınladıkları bir bildiride İsrail kuvvetlerinin saat 9. 00’da Mısır’a karşı karadan ve havadan geniş çaplı bir “tecavüze” giriştiği, Mısır’ın bu tecavüze karşı koymak için harekete geçtiğini bildirmiştir (Milliyet, 6 Haziran 1967). Milliyet gazetesi savaş haberlerini en ayrıntılı veren gazetelerden biridir. Gazete cephe cephe savaşı vermiş, İsrail ve Arap taraflarının görüşlerini de yansıtmıştır. Bir yandan İsrail Başbakanı Eşkol’un “havadaki üstünlüğümüz tartışma kabul etmez.” dediği, hiçbir ülkenin İsrail’i bu defa fiilen desteklemediği, hava çarpışmalarında Mısır, Ürdün ve Suriye hava kuvvetlerine kesin bir darbe indirildiği haberi verilirken; diğer taraftan Mısır Silahlı Kuvvetler Komutanı’nın Mısır kuvvetlerinin İsrail topraklarına girmeye başladığı, İsrail saldırılarının püskürtüldüğü haberleri yer almıştır. Savaşı ayrıntılı veren diğer bir gazete olan Akşam gazetesinde savaşın sabah saat 7.30’da İsrail uçaklarının Mısır’a saldırısı ile başladığı, İsrail’de genel seferberlik ilan edildiği, Ürdün kuvvetlerinin Kudüs’ün İsrail tarafına ilerlemeye devam ettiği bildirilmiştir. Dikkati çeken bir haber ise, Papa VI. Paul’un Kudüs’ün “açık şehir” ilan edilmesini istemesidir (Akşam, 6 Haziran 1967). 1967 Arap-İsrail savaşı, 5 Haziran sabahı Kahire saatiyle sabah 8. 45’te İsrail uçaklarının Mısır havaalanlarına yaptığı “sürpriz” bir baskınla başlamıştır. İsrail, Mısır’ın hiç beklemediği ancak, ani bir baskın yapabileceğini bildiği bölgeden değil, Akdeniz üzerinden batıya oradan da güneye ve doğuya yönelmiş ve hava alanlarını bombalamıştır (Armaoğlu, 1994: 248-249). Milliyet yazarı Abdi İpekçi’ye göre bu savaş sürpriz değildir. Çünkü savaşın başlayacağı birkaç gün önceden kesinlikle bellidir. Bu savaş diplomatik çabalar başarılı olamadığı takdirde “şimdilik zayıf görülmekle birlikte” bir üçüncü dünya savaşına dönüşebilir (Milliyet, 6 Haziran 1967). Benzer bir düşünce Akşam gazetesinde de dile getirilmiştir. “Yorum” köşesinde yayımlanan “Buhrandan Savaşa” başlıklı yazıda; savaşı kimin başlattığının gelen haberlerden çıkartmanın imkânının olmadığı, savaşın “Orta Doğu petrolleri ve emperyalist devletlerin çıkarları uğruna çıktığı” belirtilmiş ve bu savaşın üçüncü dünya savaşına dönüşme tehlikesinin her zamankinden çok olduğu ifade edilmiştir (Akşam, 6 Haziran 1967). ABD, İngiltere ve Batı Almanya savaşta tarafsız kalacaklarını açıklamalarına rağmen (Akşam, 6 Haziran 1967), Sovyetler Birliği İsrail’i tecavüzle suçlayarak askerî harekâtın kayıtsız şartsız durdurulmasını istemiştir. Sovyet Hükûmeti Araplara mutlak destek sağlayacağını da bildirmiştir (Milliyet, 6 Haziran 1967). Bu arada Milliyet gazetesi Akdeniz’deki Amerikan, İngiliz ve Rus askerî gücü hakkında da bilgi vermektedir. Bilgiye bakıldığında Amerikan askerî gücünün Sovyetler Birliği ve İngiltere’den daha üstün olduğu görülmektedir. 2243 Savaşın çıkması üzerine BM Güvenlik Konseyi, 5 Haziran sabahı İsrail ve Mısır delegelerinin isteği üzerine olağanüstü bir toplantı yapmış, ancak bir sonuca varılamamıştır (Tercüman, 6 Haziran 1967). Hindistan sunduğu bir teklifte tarafların savaştan önceki sınırlarına dönmelerini istemiş, ancak bazı üyelerin savaş öncesi duruma dönülmesine yanaşmadıkları için bir sonuç alınamamıştır. Sovyetler Birliği Hindistan’ın teklifini desteklerken ABD bu konunun bir kenara bırakılmasını istemiştir (Milliyet, 6 Haziran 1967). 2. Savaşın İkinci Günü: Gazeteler 6 Haziran tarihli savaşın ikinci gününü “kanlı savaş: binlerce ölü ve yaralı var” (Tercüman, 7 Haziran 1967) “Süveyş kapatıldı” (Zafer, 7 Haziran 1967), “İsrail Gazze’yi ve Kudüs’ü aldı” (Milliyet, 7 Haziran 1967) manşetleriyle okuyucularına duyuruyordu. Savaşta İsrail üstünlüğü ele geçirmiş, Mısır’dan Gazze, El Ariş, Hanyunis ve Bafrafah alınmıştır. El Ariş, Mısır’ın önemli bir hava üssü olmakla birlikte Akdeniz sahilindeki demiryolunun da başlangıç noktasıdır. Gazetelere yansıyan habere göre Mısır, bu gerilemeyi kabul etmemekte ve İsrail’in 30 tankının tahrip edildiğini duyurmaktadır. Mısır İsrail saldırılarıyla batacak bir geminin uzun bir süre Süveyş Kanalı’nı kapatabileceği gerekçesiyle Süveyş Kanalı’nı kapatmıştır (Akşam-Milliyet, 7 Haziran 1967). Ürdün cephesinde ise, Kudüs’te göğüs göğüse süngü savaşlarının devam ettiği, ancak İsrail’in Kudüs’ü ele geçirdiği bildirilmiştir. Ayrıca İsrail tarafından Ürdün’den Latron, Cenin ve Kalikilya alınmıştır (Milliyet, 7 Haziran 1967). Mısır, İsrail’in ilerlemesinden Amerika ve İngiltere’nin büyük çapta hava müdahalesini sorumlu tutmuş, Ürdün sözcüsü de, Ürdün üzerinde bir Amerikan avcı uçağının düşürüldüğünü söylemiştir. ABD ve İngiltere bu iddiaları kesinlikle reddetmişlerdir (Akşam, 7 Haziran 1967). Basında Mısır’ın bu şekilde davranmakla yenilginin sorumluluğunu üzerinden atmak isteyerek “mızıkacılık” yaptığı dile getirilmiştir (Tercüman, 8 Haziran 1967). İngiltere ve Amerika’nın savaşta İsrail’i desteklemelerinden dolayı 6 Hazirandan itibaren Irak, Suriye, Cezayir ve Kuveyt bu iki devlete petrol sevkiyatını durdurmuştur. İngiltere Başbakanı Harold Wilson, Avam Kamarası’nda yaptığı konuşmada Arapların bu tavrını bir şantaj olarak değerlendirmiş ve İngiltere’nin petrol konusunda bu şantaja boyun eğmeyeceğini söylemiştir (Milliyet, 7 Haziran 1967). Savaşın Arapların aleyhine gelişmesi karşısında harekete geçme ihtiyacı hisseden Sovyetler Birliği, 6 Haziran sabahı Kremlin’de bütün Sovyet yöneticilerinin katıldığı üç saat süren olağanüstü bir zirve toplantısı yapmış, toplantı sonrası yayıMlanan bildiride İsrail’in savaşa başladığı sınırlara çekilmesini istemiştir. ABD Dışişleri Bakanı Dean Rush ise; Amerika’nın tarafsızlığının savaşa kayıtsız kalacağı anlamına gelmediğini açıklamış, Fransa eğer bloklar arasında bir savaş çıkarsa Amerika’yı destekleyeceğini bildirmiştir (Milliyet, 7 Haziran 1967). Bu 2244 olaylar üzerine BM Güvenlik Konseyi’nde ilk günkü anlaşmazlık ikinci gün giderilmiş, Sovyetler Birliği ile ABD’nin anlaşması üzerine içinde eski mevzilere dönmek şartının olmadığı ateşkes kararı onbeş üye ülke tarafından oy birliğiyle kabul edilmiştir (Hürriyet, 7 Haziran 1967). 3. Savaşın Üçüncü Günü Savaşın üçüncü gününü “İsrail ordusu Süveyş’e ulaştı”, “İsrail ordusu Süveyş’te”, “Süveyş düşüyor” gibi manşetlerle okuyucularına duyuran gazeteler, artık savaş hakkında daha doğru bilgiler almaktadırlar. İncelediğimiz gazetelerin tamamının birbirine çok benzeyen başlık ve içerikleri yayımlaması bu düşüncemizi doğrular mahiyettedir. Basında yer alan bilgilere göre Ürdün, BM’nin ateşkes çağrısını kabul ederken Mısır, Irak, Suriye ve İsrail reddetmiştir (Zafer, 8 Haziran 1967). İsrail, Sina’da Şarm el Şeyh’i ele geçirerek Akabe Körfezi’ndeki ablukaya son vermiştir. Ürdün’den Kudüs’ü tamamen alan İsrail, Ramallah ve Nablus’u da ele geçirmiştir (Hürriyet, 8 Haziran 1967). Kudüs’ün İsrail’in eline geçmesi üzerine binlerce Arap mallarını bırakıp şehri terk etmiş, Ürdün’ü göre İsrail bu savaşta “kadın ve çocuklara da” ateş açmıştır (Tercüman, 8 Haziran 1967). Mısır’da Kahire Radyosunun cephelerde büyük zafer kazanıldığını ileri sürmesine rağmen başkentin Asuvan’a nakli düşünülmüş, Tunus savaş uçakları Kahire’ye gelmiştir (Akşam, 8 Haziran 1967). İsrail Genel Kurmay Başkanı Tümgeneral İzak Rabin, Mısır’ın tamamen yenilgiye uğratıldığını, Süveyş Kanalı’na kadar olan geniş bölgenin İsrail’in eline geçtiği, Mısır kuvvetlerinin Süveyş Kanalı’nın gerisine çekilmeye çalıştığını bildirmiştir. Kudüs’ün tamamen işgali sonrası buraya gelen İsrail Savunma Bakanı Moşe Dayan, Ağlama Duvarı önünde “ikibin yıllık rüyamız gerçekleşti, buraya döndük, bir daha ayrılmayacağız.” demişti (Milliyet, 8 Haziran 1967). Savaştan İngiltere ve ABD’yi sorumlu tutan Sudan, Mısır, Irak, Suriye, Yemen ve Cezayir’in ardından Lübnan ve Moritanya da 7 Haziranda bu iki devletle diplomatik ilişkilerini kesmiştir. Irak, Kuveyt ve Cezayir’den sonra Suudi Arabistan ve Libya da bu devletlere petrol satmama kararı almıştır. ABD Başkanı Johnson, savaşın olası bir petrol buhranına yol açabileceğini dikkate alarak, başlıca Amerikan petrol şirketlerinin temsilcilerini olağanüstü tedbir planları hazırlamak üzere Washington’a çağırmıştır (Milliyet, 8 Haziran 1967). BM, 6 Hazirandaki ateşkes çağrısına uyulmaması üzerine bu defa tarafların 7 Haziranda saat 20.00’ye kadar ateşkes yapmalarını isteyen bir kararı kabul etmiştir. Türk basınında Mısır’ın yenilmesine rağmen 6 Hazirandaki ateşkesi kabul etmemesi anlamlı bulunmuş, bunda Sovyetlerin yardıma gelebileceği 2245 beklentisinin etkili olduğu ifade edilmiştir (Milliyet, 8 Haziran 1967). Başka bir yorumda ise sorunun ateşkesi kabul etmekle bitmeyeceği İsrail’in kabulü, mülteciler meselesinin çözümü gibi önemli sorunların çözümlenmesi gerektiği belirtilmiştir (Akşam, 8 Haziran 1967). 4. Savaşın Dördüncü Günü Mısır’ın BM Güvenlik Konseyi’nin 7 Haziran tarihli ateşkes çağrısını “diğer tarafın da kabul etmesi” şartıyla kabulü üzerine Mısır-İsrail cephesinde ateşkes sağlanmıştır. “Arap-İsrail Harbi Durdu” (Hürriyet, 9 Haziran 1967), “Mısır ateşkese evet dedi” (Tercüman, 9 Haziran 1967), “Ateş Kesildi” (Milliyet, 9 Haziran 1967) başlıklarıyla verilen haberlerde 8 Haziran günü Mısır ile İsrail arasında yapılan savaşta, Mısır’ın, kendisinin ikinci savunma hattına saldıran İsrail ileri harekâtını yer yer durdurduğu, İsrail zırhlı birliğini imha ettiği gibi yazılar yer almıştır. İsrail bu dört günlük savaş boyunca 441 Arap uçağını düşürdüğünü iddia etmiştir (Milliyet, 9 Haziran 1967). Gün boyu devam eden savaşta Mısır’ın ateşkesi kabulü üzerine buradaki savaş 8 Haziran akşamı sona ermiştir. Basında bu olay Mısır’ın “Tel Aviv’de buluşalım” sözlerine İsrail’in “Kahire’de buluşalım” diyerek cevap verdiği şeklinde yorumlanmıştır (Tercüman, 9 Haziran 1967). Ürdün cephesinde 7 Haziran saat 22. 00’dan itibaren ateş kesilirken (Akşam, 9 Haziran 1967), Mısır cephesinde de 8 Haziranda ateşkes sağlanmıştır. Mısır’ı ateşkese Sovyetler Birliği’nin zorladığı iddia edilmiştir (Hürriyet, 10 Haziran 1967). Mısır’ın ateşkesi bu defa kabulü basın tarafından Mısır’ın Sovyet yardımından ümidini kesmesi olarak algılanmış (Milliyet, 9 Haziran 1967) bu savaşın bir Arap-İsrail savaşından ziyade büyük devletlerin çıkar (Zafer, 9 Haziran 1967) ve silah satma (Akşam, 9 Haziran 1967) savaşı olduğu dile getirilmiştir. Mısır’ın da savaştan çekilmesiyle İsrail’in karşısında şimdi sadece tek cephe olarak Suriye kalmıştır. 1967 Arap-İsrail savaşı sadece cephelerde ceryan etmemiştir. Medya da bütün gücüyle bu savaşta kullanılmıştır. Araplarla İsrailliler radyo ve televizyonlarında savaşı kendi açılarından ele almış, ele geçirdikleri savaş esirlerinin resimlerini kullanmışlardır. Türk basınında da bu resimlere savaş boyunca rastlanmaktadır. Arap ve İsrail esirlerinin resimleri, düşürülen uçakların enkazları, savaşta ölenlerin resimleri en fazla kullanılan resimlerdir. Bu arada İsrail istihbaratı da her fırsatı çok iyi değerlendirmiştir. İsrail gizli servisi 6 Haziran sabahı mahalli saatle 04.50’de Mısır Başkanı Nasır ile Ürdün Kralı Hüseyin’in bir telefon konuşması yaptığını tespit etmiştir. Konuşmada yenilginin sorumluluğunun Amerika ve İngiltere müdahalesine bağlama kararı alındığı belirtilmiştir. İsrail bu görüşmeyi düzenlediği basın toplantısında açıklamıştır (Milliyet, 9 Haziran 1967). 2246 Savaşta yanlışlıkla vurulan hedefler de olmuştur. Nitekim İsrail uçakları 8 Haziranda Sina Yarımadası’nın kuzeyinde bulunan Amerikan Donanması’na ait “Liberty” adlı gemiye yanlışlıkla saldırmış, olayda 10 Amerikalı gemici ölürken 75’i de yaralanmıştır. İsrail bu olaydan dolayı ABD’den resmen özür dilemiştir (Hürriyet, 9 Haziran 1967). Bu arada Amerika Akdeniz’deki 6. Filosu’nu yakından takip eden Sovyet gemisine kendisini gözetlemekten vaz geçmesi ihtarında bulunmuştur (Akşam, 9 Haziran 1967). 5. Savaşın Beşinci Günü Ürdün’ün 7, Mısır’ında 8 Haziranda ateşkesi kabul etmesiyle İsrail, Suriye ile karşı karşıya kalmıştır. Savaşın beşinci ve altıncı günleri Suriye cephesinde geçmesine rağmen, gazetelerde bu cepheden ziyade Mısır ile ilgili haberler daha geniş yer almıştır. Milliyet ve Tercüman “Nasır İstifa Etti.” başlığını kullanırken, Akşam “Nasır Düşürüldü.” diye başlık atmıştır. Akşam gazetesi bu başlığın altında verdiği haberde Nasır’ın düşürülmediğini, istifa ettiğini yazarak kendi kendizi tekzip etmiştir. Mısır Devlet Başkanı Nasır, 9 Haziran akşamı radyo ve televizyondan yaptığı konuşmada, “ağır bir yenilgiye uğradıkları”nı ifadeyle “Hükûmet ve ordudaki bütün resmî görevlerimi kesinlikle bırakmaya ve halkın saflarına dönerek, görevime onlarla birlikte devam etmeye karar verdim.” diyerek istifasını açıklamıştır (Tercüman, 10 Haziran 1967). Nasır, yenilgideki sorumluluğu üzerine almakla birlikte, yenilmelerine İsrail’e Amerika ve İngiltere’nin yardım etmelerinin sebep olduğunu da belirtmiştir (Milliyet, 10 Haziran 1967). Nasır’ın istifasıyla birlikte Mareşal Amr ve Savunma Bakanı Şemseddin Badran da görevlerinden çekilmiştir. Başkan Nasır’ın istifa haberinden sonra halk sokaklara dökülmüş, Kahire’de “Nasır’ı İstiyoruz. Emperyalizm Kahrolsun!” sloganlarıyla gösteriler yapmışlardır. Gösterilerin ülke geneline yayılması üzerine Nasır, 10 Haziranda istifasını geri almıştır. Basında yer alan savaş haberleri arasında Mısır, Suriye, Ürdün, Kuveyt, Cezayir, Irak, Sudan, Suudi Arabistan, Fas, Libya, Lübnan ve Yemen’den oluşan 12 Arap devleti ile İsrail arasında yapılan savaşın “84 saat” sürdüğü, ateşkesi Kuveyt ve Cezayir’in kabul etmediği hatta Cezayir’in “Ya zafer ya ölüm!” parolasıyla hareket ettiği belirtilmiştir (Tercüman, 10 Haziran 1967). Cezayir her ne kadar böyle demiş olsa da savaş bitmiş şimdi sıra diplomasi savaşına gelmiştir. İsrail’in, Mısır’ın ateşkesi kabul etmesiyle Suriye cephesiyle karşı karşıya kaldığını daha önce belirtmiştik. İsrail masaya oturmadan önce güçlü oturabilmek için planladığı hedeflere ulaşmaya çalışmıştır. 9 Haziran sabahı Suriye cephesinde saldırıya geçen İsrail, akşama doğru bu cephede birçok gedikler açmıştır (Akşam, 10 Haziran 1967). BM üçüncü defa tarafları ateşkese davet etmiştir. 2247 İsrail’in ateşkesi kabul etmemesi üzerine Sovyetler Birliği, Moskova’da bir komunist zirvesi toplamıştır. Zirveye Sovyetlerin yanı sıra Bulgaristan, Macaristan, Doğu Almanya, Polonya ve Yugoslavya Komunist Parti liderleri ile Sovyetler Birliği Başbakanı Aleksi Kosigin de katılmıştır. Zirve sonucunda İsrail birliklerinin Arap topraklarından 1949 sınırına çekilmesi istenmiş, aksi takdirde bazı zorlayıcı tedbirlere başvurabilecekleri ihtarı yapılmıştır (Hürriyet, 10 Haziran 1967). Bu notaya rağmen İsrail, işgal ettiği yerlerde yerleşmeye yönelik hareketler içine girmiştir. İşgal ettiği Kudüs’e vali tayin etmiş, bu vali Kudüs’te bütün dini faaliyetlere izin verileceğini açıklamıştır. İsrail Kudüs’teki dini tapınakları tamir etme kararı almış, bu amaçla Kudüs Belediyesi 20 milyon dolar para ayırmıştır (Milliyet, 10 Haziran 1967). İsrail Enformasyon Bakanı Galili, İsrail’in savaş alanında kazandığını siyaset alanında kaybetmeyeceğini söylemiştir. Galili 1949 anlaşmasıyla İsrail’in “katlanmak zorunda kaldığı” “gayri mantıki” bir sınırın ortaya çıktığını şimdi ise bu sınırların kesin bir şekilde tespit edilmesi gerektiğini ifade etmiştir. İsrail Eski Başbakanı Ben Gurion’da İsrail’in acil olarak ele geçirdiği Hebron (Halilürrahman) bölgesinde, Şeria nehrinin batı kıyısında, Kudüs’te yerleşim yerleri kurulmasını istemiş, bu suretle “Yahudilere ait olan bu topraklardan çıkmamaya kararlı” olduklarının dünyaya gösterilmesi gerektiğini söylemiştir (Akşam, 10 Haziran 1967). İsrail, başta Kudüs olmak üzere işgal ettiği yerlerden çıkmayacağını pek çok kez ifade etmiştir. İsrail’in bu tavrı Arapların iddia ettikleri “İsrail’in emperyalist emeller peşinde koştuğu” iddialarına hak kazandırmaktadır. İsrail’in başka taleplerde de bulunacağı haberleri “uzlaşmanın güç olacağını” göstermektedir (Milliyet, 10 Haziran 1967). Türk basını savaşın beşinci gününde, artık kazananın belli olmasından dolayı savaşın başka boyutlarıyla da ilgilenmeye başlamıştır. Nitekim basına göre bu savaş 10 milyar dolara mal olmuş, savaşta 650 uçak, 850 tank tahrip edilmiştir. Savaşta sadece Ürdün’ün insan kaybı 15. 000’den fazladır (Milliyet, 10 Haziran 1967). 6. Savaşın Altıncı ve Son Günü: Basında savaşın son günü yani 10 Haziran ile ilgili haberler İsrail-Suriye savaşı ve Nasır’ın istifasını geri almasıyla ilgilidir. İsrail, 10 Haziran sabahı yeniden harekete geçmiş, Kuneytra şehrini ele geçirmiş ve böylece Şam’a yaklaşmıştır (Zafer, 11 Haziran 1967). Şam Radyosuna göre İsrail bu savaşta “napalm bombası” kullanmak suretiyle Kuneytra’yı almıştır (Akşam, 11 Haziran 1967). Sovyetler Birliği İsrail’i saldırgan taraf olarak ilan etmiş, Araplara karşı saldırıya girişmiş olmakla resmen suçlamıştır. İsrail, BM’nin üçüncü defa yaptığı ateşkes çağrısını kabul ettiğini Türkiye saatiyle 17.00’da açıklamış (Milliyet, 11 Haziran 1967), böylece altı gün süren savaş sona ermiştir. 2248 Savaşın son günü ile ilgili basında yer alan diğer bir haber de Mısır Devlet Başkanı Nasır’ın istifasını geri almasıdır. Nasır, “yalvarma nümayişleri” karşısında dayanamamış ve “istifada kararlıydım. Fakat milletin dinleyememezlik edemeyeceğim sesi karşısında görev başında kalmayı kararlaştırdım” diyerek istifasını geri almıştır (Milliyet, 11 Haziran 1967). Nasır’ın istifasını geri almasında Sovyet liderlerinin etkili olduğu iddia edilmiştir (Akşam, 12 Haziran 1967). 7. Savaş Sonrası: Türk basınında savaş sonrası değerlendirmeler, İsrail ve Arapların istekleri, BM toplantısı ile ilgili konular yer almıştır. Tebliğimizin konusu “altı gün” savaşları ile sınırlı olduğundan burada Türkiye’nin tutumunun anlaşılmasında faydası olması açısından kısa bir özet verilmiştir. Türk basını savaş sonrası yaptığı değerlendirmelerde artık savaşın İsrail tarafından başlatıldığını kesin bir şekilde ifade etmektedir. İsrail’in hedefe ulaşmak için “fazla ölü” vermekten çekinmediği, sivil halka ateş açtığı ve napalm bombası kullandığı iddia edilmiştir (Akşam, 11 Haziran 1967). Basında yer alan haberlerden biri İsrail’in barış şartlarıdır. Buna göre İsrail, Kudüs’ün tamamı, Süveyş’ten serbest geçiş, Akabe Körfezi’nden istifade etme şartlarını öne sürecektir (Hürriyet, 12 Haziran 1967). Başka bir habere göre ise İsrail, tüm Araplar tarafından tanınması ve 1949’daki sınırın yeniden gözden geçirilmesi taleplerinde bulunacaktır (Milliyet, 12 Haziran 1967). Haberlere göre İsrail’in toprak talebinin olacağı aşikârdır. Nitekim İsrail Başbakanı Eşkol, parlamentoda yaptığı bir konuşmada; “hiç kimse eski duruma döneceğimizi sanmasın. Eski duruma dönmeyeceğiz.” ifadeleriyle bu isteği belirtmiştir (Milliyet, 13 Haziran 1967). Savunma Bakanı Moşe Dayan da İsrail’in Gazze ve Batı Ürdün’den asla çekilmeyeceği, serbest geçiş hakkı verildiği takdirde Süveyş ve Akabe Körfezi’nden çekilebileceklerini söylemiştir (Akşam, 13 Haziran 1967). Savaşı kaybeden Arap ülkeleri Sovyetler Birliği’nin yardımıyla masada kazanmak düşüncesindedir. Nitekim Sovyetlerin BM Güvenlik Konseyi’ne sunduğu “İsrail saldırısının yerilmesi” teklifi 11 çekimsere karşı 4 oyla reddedilmiştir. “İsrail kuvvetlerinin işgal ettikleri Arap topraklarından derhâl ve hiçbir şart ileri sürmeden çekilmesi” teklifi ise bu defa 9 çekimsere karşı 6 oyla reddedilmişti (Milliyet, 15 Haziran 1967). Bunun üzerine Sovyetler Birliği, BM Genel Kurulu’nun toplantıya çağrılmasını istedi. 17 Haziranda toplanan BM Genel Kurulu, 5 Temmuz’a kadar 25 toplantı yapmış, hiçbir neticeye varamamakla birlikte mülteciler meselesi ve Kudüs ile ilgili bazı kararlar almıştı. İsrail barış şartları içinde Kudüs’ün bir Musevi şehri olarak kabulünü istiyordu (Zafer, 19 Haziran 1967). İsrail, Kudüs’te bir dizi yeni düzenlemeler yapmış, böylece Kudüs’ü kendi toprağı saymıştı. İsrail’in bu kararı sert tepkilere neden olmuş, Amerika dahi eski Kudüs’ün ilhakını tanımamıştır (Tercüman, 30 Haziran 1967). BM Kudüs’teki yeni düzenlemeleri kabul etmemiştir. 2249 Sovyetler Birliği Başbakanı Kosigin ile ABD Başkanı Johnson sorunu çözmek amacıyla bir araya gelmişler ancak, sorunu çözmede başarılı olamamışlardır (Tercüman, 25-26 Haziran 1967). Savaşın kayıpları ile ilgili basında çıkan haberlere baktığımızda; İsrail 679 ölü, 255’i ağır olmak üzere 2563 yaralı vermiştir (Akşam, 13 Haziran 1967). Mısır’ın kayıpları resmen açıklanmamakla birlikte Sina yarımadasının ceset dolu olduğu ve bu cesetlerin bir kısmını akbabaların yediği (Hürriyet, 14 Haziran 1967), 10. 500 esir verdiği, işgal edilen Ürdün topraklarından 130.000 Arabın Doğu’ya göç ettiği belirtilmiştir (Tercüman, 16 Haziran 1967). 1967 Arap-İsrail savaşı Türk basınında iç siyasi gelişmeler ve Menderes’in mirası haberleri nedeniyle 11 Hazirandan itibaren manşet olma özelliğini kaybetmeye başlamıştır. 21 Hazirandan itibaren ise ara sıra manşet olmakla birlikte haberler genellikle kısa bir şekilde yer ayrılmıştır. C. Arap-İsrail Savaşı ve Türkiye Orta Doğu bunalımının başlaması üzerine Türkiye, sorunun barışçı yollardan çözümlenmesi taraftarı olduğunu 27 Mayıs 1967 tarihinde yaptığı bir açıklamayla belirtmiş, üstü kapalı da olsa Arapları desteklediğini bildirmiştir. Türkiye, 5 Haziran sabahı başlayan Arap-İsrail savaşını saat 9.00’da öğrenmiş ve hemen Bakanlar Kurulu olağanüstü toplantıya çağrılmıştır. Bir buçuk saat süren toplantı sonrası Başbakan Süleyman Demirel, gazetecilerin sorularını cevaplamıştır. Demirel şöyle konuşmuştur: “Türkiye bir silahlı çatışmanın içinde olan bir memleket değil ki tedbirler alsın. Devletlerin vecibelerinin nasıl tayin edildiği bellidir. Türkiye’nin vecibelerinin ne olduğunu da bütün Türkiye efkâr-ı umumiyesi bilmektedir. Herkes işine gücüne devam etsin. Orta-Doğu bölgesinde daha önce başlamış olan ihtilaf, bir silahlı çatışma hâline gelmiştir. Ümit ederiz ki bu silahlı çatışma, kısa zamanda sulha çevrilebilsin. Hükûmet olayları gayet dikkatle takip ediyor. Tabii ki takibe devam edecektir.” Demirel, konunun Millî Güvenlik Kurulu’nda görüşülmesinin söz konusu olmadığını, muhalefet liderleriyle görüşülmesinin de şu anda düşünülmediğini söylemiştir (Hürriyet, 6 Haziran 1967). Başbakan Demirel’in sözlerine bakıldığında Türkiye’nin savaşı bir sürpriz olarak görmediği, Türkiye’nin savaştan etkilenmeyeceği, savaşın kısa sürede barışla sonuçlanacağı düşüncesinde olduğunu görmekteyiz. Hatta Hükûmet’in bu savaşı fazla önemli görmediği gibi bir düşünce içinde olduğunu da sorunun muhalefet ve Millî Güvenlik Kurulu’nda görüşülmesine gerek olmadığı sözlerinden anlayabiliriz. Ancak ilerleyen tarihlerde sorun mecliste ve Millî Güvenlik Kurulu’nda da ele alınacaktır. 2250 Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil, savaş hakkında Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a bilgi vermek için Çankaya Köşkü’ne gitmeden önce gazetecilerle görüşmüş, Suriye sınırına askerî yığınak yapılmayacağını, Arapların Türkiye’den bir taleplerinin olmadığını söylemiştir. Çağlayangil, Türkiye’nin savaşa karşı bir tedbir alıp almayacağını soran basın mensuplarına “Türkiye’ye bir tecavüz mü var?” sorusuyla karşılık vermiş, bu konuda alınan bir karar olmadığını bildirmiştir. Nato’nun alarma geçeceği hakkındaki haber için de böyle bir durumun olmadığını belirtmiştir (Milliyet, 6 Haziran 1967). Ayrıca Türkiye’deki üslerin Araplara karşı kullanılmasında herhangi bir “emrivakiyle” karşılaşılmayacağını da ifade etmiştir (Cumhuriyet, 6 Haziran 1967). Çağlayangil, gazetecilerin sorularını cevapladıktan sonra Cumhurbaşkanıyla görüşmek üzere Çankaya Köşkü’ne gitmiştir. İhsan Sabri Çağlayangil, aynı gün Millet Meclisi’nde yaptığı konuşmada milletvekillerine Türkiye’nin savaş karşısındaki tutumunu anlatmıştır. Çağlayangil: “Hükûmetimiz birkaç hafta evvel başlayan buhranın silahlı bir çatışmaya müncer olmaması ve ihtilafın diplomasi yolu ile sona erdirtilmesi gayesiyle elinden gelen gayreti sarf etmiş ve bu maksatla ilgili taraflar nezdinde gerekli itidal tavsiyesinde bulunmuştur. Bu gayretimiz 27 Mayıs tarihli Hükûmet açıklamasında belirtilen esaslar çerçevesinde yürütülmüştür. Gerek müttefiklerimizle, gerek komşularımızla bu mesele üzerinde geniş görüş teatisinde bulunulmuştur. Bu buhranın geniş ihtilaflara meydan vermeden kısa bir zamanda yatışacağını ümit ve temenni ediyoruz.” diyerek, buhran hakkında müttefiklerle görüşmeler yapıldığını, durumun yakından ve dikkatle takip edildiğini söylemiştir (Milliyet, 6 Haziran 1967). Dışişleri Bakanı aynı görüşü 6 Haziranda Senato’da yaptığı konuşmada da tekrarlamıştır. Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil gibi Başbakan Demirel de Cumhurbaşkanı’na bilgi vermek üzere Çağlayangil’den sonra saat 17.00 de Çankaya Köşkü’ne gitmiştir (Hürriyet, 6 Haziran 1967). Bu arada Dışişleri Bakanlığı Orta Doğu’daki Türk vatandaşlarının durumlarının iyi olduğunu ve yakından izlendiğini kamuoyuna bildirmiştir (Milliyet, 6 Haziran 1967). Bakanlar Kurulu 6 Haziran gecesi üç saat kırkbeş dakika süren ve gece saat 0. 45’te sona eren bir toplantıyla Orta Doğu savaşını görüşmüştür. Toplantı sonrası Hükûmet sözcüsü Seyfi Öztürk gazetecilerin sorularını cevaplamıştır. Seyfi Öztürk, “Türkiye’nin müsaadesi olmadan Amerikan üslerinin asla kullanılamayacağını” tekrarlamış ve “Tutumumuza tarafsızlık denemez, taraflılık da. Barışın tesisi için bütün gücümüzle çalışıyoruz. Gayet vakur, vatanperver bir tutum içindeyiz” demiştir (Milliyet, 7 Haziran 1967). Bu ifadelerle Hükûmet savaş karşısındaki tavrının tarafsızlık olmakla birlikte 27 Mayıstaki bildiride de açıklandığı gibi Araplara yakın olduğunu tekrarlamıştır. 2251 Orta Doğu’daki savaş Bakanlar Kurulu toplantısının yanı sıra 8 Haziranda Genelkurmay Başkanlığı’nda düzenlenen bir toplantıda da görüşülmüştür. Kara ve Deniz Kuvvetleri Komutanlarının yurt dışında olmalarından dolayı katılamadıkları toplantıda konu ayrıntılı bir şekilde görüşülmüş, Cumhurbaşkanına savaş hakkında bilgi verilmiştir. Toplantıda Türkiye’nin savaş karşısında aldığı ve alması gerekli tedbirler görüşülmüştür (Akşam, 9 Haziran 1967). Türkiye’deki siyasi partiler de Orta Doğu’daki savaş karşısında Hükûmetin tarafsızlık politikasını desteklemişlerdir. CHP Genel Başkanı İsmet İnönü basına verdiği bir demeçte, “Orta Doğu’da İsrail’le Arapların barış içinde yaşamaları bizim başlıca dileğimizdir” demekte ve Türkiye’nin “tam bir tarafsızlık” göstermekle bölge barışına hizmet edebileceğini belirtmektedir (Akşam, 7 Haziran 1967). Yeni Türkiye Partisi Genel Başkanı İrfan Aksu ile Türkiye İşçi Partisi Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar, Türkiye’nin tarafsız kalmasını desteklediklerini ancak, Türkiye’deki üslerin kullanılamayacağının kesin bir dille Amerika ve Nato’ya bildirilmesini istemişlerdir (Milliyet, 7 Haziran 1967). Millet Meclisi’nde 7 Haziran günü yapılan görüşmede Arap-İsrail savaşı ile Amerika ve Sovyetler Birliği’nin bölge üzerindeki tutumları görüşülmüştür. Gündem dışı yapılan konuşmalarda partileri adına konuşan milletvekilleri partilerinin yukarıda belirtilen düşüncelerini tekrarlamışlardır (Milliyet, 8 Haziran 1967). Savaş hakkında Türkiye’deki tartışmaların odak noktasını ülkedeki üslerin kullandırılmaması konusu teşkil etmektedir. Basında bu konu hakkında pek çok haber çıkmış, bazen üslerin kullanıldığına dair “Amerikalılar İncirlik’e paraşütçü indirdi.” gibi (Akşam, 7 Haziran 1967) haberler de yer almıştır. Hükûmet her gün üsler konusunda açıklama yapmak zorunda kalmış, bu haberlerin asılsız olduğunu, üslerin kullandırılmayacağını tekrarlamıştır. Nitekim Çağlayangil, 7 Haziranda Millet Meclisi’nde yapılan gündem dışı konuşmalara 8 Haziranda cevap vermiş, Türkiye’deki üslerin asla kullanılmayacağını belirtmiştir (Akşam, 9 Haziran 1967). Basında üslerle ilgili çıkan bazı yorumlarda Amerika ve Nato’nun bu üsleri kullanamayacağı, çünkü sorunun bir “komunizm” sorunu olmadığı, Amerika’nın Kıbrıs meselesinde Türkiye’ye bunu bahane göstererek yardım edemeyeceğini yazdığı belirtilmiştir (Milliyet, 8 Haziran 1967). Arap-İsrail Savaşı’nda tarafsız kalan Türkiye, savaşın ekonomik boyutundan az da olsa etkilenmiştir. Arap Devletlerinin Batı’ya petrol sevkiyatını durdurması karşısında Başbakan Demirel, Türkiye’de akaryakıt sıkıntısının olmayacağını söylemiştir (Tercüman, 7 Haziran 1967). Arapların petrol boykotu hatırlanacağı gibi Türkiye’yi kapsamamaktadır. Ancak yinede Arapların petrol boykotu Türkiye-İran boru hattının önemini göstermiştir (Milliyet, 8 Haziran 1967). Akaryakıt sıkıntısı çekilmemekle birlikte, ülke genelinde 6 Haziran sabahından itibaren pirinç, un, fasulye gibi bazı gıda maddelerinin fiyatlarında 50 ile 100 kuruş arasında bir artış olmuştur (Akşam, 7 Haziran 1967). 2252 Arap-İsrail Savaşı’nın şiddetlenmesi üzerine Dışişleri Bakanlığı, 6 Haziranda Mısır, Ürdün, Irak, Suriye ve İsrail’deki büyükelçilik mensuplarının ailelerinin derhâl Türkiye’ye gönderilmesini istemiştir (Milliyet, 7 Haziran 1967). Bu arada Orta Doğu ülkelerinde bulunan Türk vatandaşları da Türkiye’ye dönmeye başlamışlardır. Bunun yanı sıra Orta Doğu’daki bin kadar Amerikan vatandaşı da havayoluyla İstanbul ve Ankara’ya gelmişlerdir (Akşam, 8 Haziran 1967). Türkiye savaşın sonucunun belli olması üzerine Orta Doğu bunalımında Araplardan yana olduğunu belirten açıklamalarda bulunmuştur. Nitekim Dışişleri Bakanı Çağlayangil, Türkiye’nin “Kuvvet istimali suretiyle arazi kazancı sağlanması veya pozisyon takviyesi yoluna gidilmesine karşı” olduğunu 10 Haziranda ilan etmiştir (Akşam, 11 Haziran 1967). Dışişleri Bakanlığı basın sözcüsü yardımcısı Fasuh Celiloğlu da yaptığı açıklamada, bakanın sözlerini tekrarlamış ve bu görüşün ilgili devletlerle İsrail’e bildirildiğini söylemiştir (Akşam, 14 Haziran 1967). Sözcü aynı zamanda Akşam gazetesinde çıkan “işgal ettiği yerleri terk etmesi için İsrail’e sert bir nota verdik” haberinin de asılsız olduğunu belirtmiştir (Milliyet, 14 Haziran 1967). Orta Doğu buhranında barışı savunan Türkiye, bu tavrını Sovyetler Birliği’nin BM Genel Kurulu’nu olağanüstü toplantıya çağıran teklifini de desteklemekle göstermiştir (Cumhuriyet, 17 Haziran 1967). İsrail ve Arap delegelerinin Türkiye’yi kendi taraflarına çekmek için yarışa giriştikleri BM Genel Kurulu’nda 22 Haziranda yaptığı konuşmada Dışişleri Bakanı Çağlayangil, Türkiye’nin zor kullanılarak toprak kazanımlarını kabul etmeyeceğini belirterek, “Genel Kurul’un İsrail kuvvetlerinin işgal ettikleri topraklardan geri çekilmesi hususunda ısrar etmesi gerekmektedir “demiştir (Kürkçüoğlu, 1972: 156). Türkiye Genel Kurul’daki oylamalarda da Araplardan yana oy kullanmıştır (Olaylarla..., 1987: 536). Arap-İsrail savaşında Hükûmetin resmi tarafsızlık politikasına rağmen, üniversite öğrencileri Arapları desteklemiştir. Savaş öncesi daha önce de belirttiğimiz gibi üniversite gençliği bir bildiriyle Arapları desteklediğini açıklarken, savaş döneminde de 7 Haziran tarihinde yayınlanan başka bir bildiriyle Türk gençliğinin Arapları desteklediği tekrarlanmıştır (Akşam, 8 Haziran 1967). Savaş sonrası 24 Haziranda bir grup üniversite öğrencisi Amerika’yı protesto için İstanbul Üniversitesi önünde toplanıp oradan Taksim’e yürümüştür. Bu gösteri gazetelerde çok kısa yer almış, Tercüman gazetesi “Amerikan aleyhtarı miting ilgi görmedi” derken (Tercüman, 25 Haziran 1967), Hürriyet “Amerikan aleyhtarı miting hadisesiz geçti.” başlığını kullanmıştır (Hürriyet, 25 Haziran 1967). Bu arada Mısır’ın Ankara Büyükelçisi 13 Haziranda Türk milletine “özellikle Türk öğrenci birliklerine” kendilerine olan desteklerinden dolayı teşekkür etmiştir (Milliyet, 14 Haziran 1967). 2253 Türkiye’nin buhran boyunca tarafsızlığı ön planda olmakla birlikte Araplardan yana olan tavrı savaş sonrasında da sadece BM’de Arapları desteklemek şeklinde olmamıştır. Türkiye, Arap ülkelerine savaş sonrası Kızılay aracılığıyla yardım malzemesi göndermiştir. İlk önce savaşta en fazla kayba uğrayan Ürdün’e ilaç, gıda ve giyim malzemesini ihtiva eden bol miktarda yardım ulaştırılmıştır. Ürdün’e yapılan bu yardımı Suriye ve Mısır’a yapılan yardımlar izleyecektir (Tercüman, 14 Haziran 1967). SONUÇ İsrail’in 5 Haziran 1967 sabahı ani bir hava saldırısıyla Mısır uçaklarının çok büyük bir kısmının yerde imhasıyla başlayan 1967 Arap-İsrail savaşı ile ilgili Türk basınındaki haberler savaş öncesi yer yer manşetten verilirken, savaşla birlikte tamamen manşetten verilmeye başlanmıştır. Savaşın sona ermesiyle birlikte konu basında önemini yitirmeye başlamış, haberler yine birinci sayfada verilmekle birlikte manşet olma vasfını kaybetmiştir. Savaş basında olduğu gibi aktarılmış, haberlere yorum katılmamıştır. Türk basınının savaşa hazırlıksız yakalandığını iddia edebiliriz. Zira 5 Haziran günü savaş başlamış olmasına rağmen gazetelerde yer alan köşe yazılarının birçoğunda savaştan bahsedilmemektedir. Yorumlar 6 Hazirandan itibaren başlamış, bu yorumlar genel değerlendirmeler çerçevesinde yapılmıştır. Gazetelere bakarak Türk halkının tavrını tespit etmek oldukça zordur. Hükûmetin, siyasi partilerin tavrı belirgin olmakla birlikte, sadece öğrenci birliklerinin bildiri yayımlaması savaş sonrası İstanbul’daki miting haricinde halkın tavrını gösterecek bir haber yayınlanmamıştır. Basında sadece, Çanakkale’de bir Yahudinin “Kabe’ye giderken elimizi öpeceksiniz.” dediğinin iddiası üzerine çıkan olaylar hakkında bilgi verilmiştir (Zafer, 15 Haziran 1967). Hükûmet ve siyasi partiler tarafsızlığı savunmakla birlikte Araplardan yana bir tavır sergilemişlerdir. Bu aslında Araplardan yana bir tavırdan ziyade olması gereken bir tavırdır. Sürekli barışı ve sorunun barışçı yollardan çözümlenmesini isteyen Türkiye, savaş döneminde de bir an önce barış yapılması taraftarı olmuştur. İsrail’in geniş toprak kazanımlarına karşı çıkarak zorla toprak kazanımını kabul etmemiştir. Basında Müslümanlarca da önemli olan Kudüs’le ilgili savaş haberleri dışında başka bir haber yoktur. İsrail’in Kudüs’ü işgali normal bir haber olarak yer almıştır, diyebiliriz. Bazı gazetelerde sürmanşet hâlinde verilmesine rağmen başlığın içeriği savaş haberlerinden öteye geçmemiştir. Türk basını daha ziyade iç politik meselelerle ilgilenmiş, “ortanın solu” ve “Menderes’in vasiyeti” mevzuları daha fazla yer bulmuştur. Kudüs ile ilgili yazılan bazı yorumlarda da şehrin tarihî süreci anlatılmış üç din tarafından da kutsal olduğu ifade edilmiştir. İsrail’in 2254 Kudüs’ü kendi topraklarına katmasının yanlış olduğu belirtilmiştir (Zafer, 4 Temmuz 1967). Sonuç itibarıyla Türk basını, her ne kadar yapılan yayınların “İsrail’i destekler” nitelikte olduğu iddia edilse bile (Zafer, 23 Haziran 1967), Hükûmetin tavrına paralel olarak tarafsız bir yayın yapmış, olayları yorumsuz aktarmıştır. KAYNAKÇA a. Kitaplar Arap Büyükelçilerinin Müşterek Tebliği, (1967), İstanbul, Aksiseda Matbaası. Arap Mültecileri Meselesi, (1967), Ankara, İsrail Enformasyon Servisi. Armaoğlu, Fahir, (1994), Filistin Meselesi ve Arap-İsrail Savaşları (1948- 1988), 3. Baskı, Ankara, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. Erendil, Muzaffer, (1979), Arap-İsrail Hapleri ve Bu Harplerden Alınacak Dersler, Ankara, Gelenkurmay Basımevi. İsrail Dışişleri Bakanı Abba Eban’ın 19 Haziran 1967 Günü Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda Yaptığı Konuşmanın Metni, (1968), Ankara, İsrail Enformasyon Servisi. Konferans Broşürü, (1975), Ankara, Türkiye Cumhuriyeti Genelkurmay Harp Tarihî Başkanlığı. Kürkçüoğlu, Ömer E., (1972), Türkiye’nin Arap Orta Doğu’suna Karşı Politikası (1945-1970), Ankara. Olaylarla Türk Dış Politikası, (1987), C. I, Ankara. Millî Türk Talebe Birliğinin Bildirisi, (1967), İstanbul. b. Gazeteler Akşam Cumhuriyet Hürriyet Milliyet Tercüman Zafer
/////////////////////////////////////////////////

TC. Cumhurreisi
Gül, ''Şunu herkesin bilmesi gerekir, İsrail'in bölgede fiili durumlar yaratarak kendi çözümünü empoze etmeye çalışması beyhude bir çabadır''


İslam Haber
Gül: İsrail saldırganlığa son vermeli
Cumhurbaşkanı Gül, ''İsrail kazıları başta Mescid-i Aksa olmak üzere kutsal mekanları tehdit etmektedir'' dedi.
İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) 12. Dönem Zirvesi kapsamında düzenlenen ''Filistin'deki Yerleşimler'' özel oturumunda konuşan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, ''Oslo Süreci'nin başladığı dönemde 200 bin civarında olan Batı Şeria'daki İsrailli yerleşimci sayısının, bugün 650 bine ulaşmış olması, iki devletli çözüm çerçevesinde başkenti Doğu Kudüs olan bağımsız Filistin devleti için hayati bir tehdit oluşturmaktadır'' dedi.
Cumhurbaşkanlığı kaynaklarından alınan bilgiye göre, basına kapalı gerçekleştirilen oturumda konuşan Gül, Ortadoğu'da kalıcı barışın sağlanmasının önünde en büyük engeli, İsrail'in Filistin'deki yasa dışı yerleşim faaliyetlerinin oluşturduğunu belirterek, ''Filistinli kardeşlerimizin sadece vazgeçilemez hakları değil, vatan toprakları da tüm dünyanın gözü önünde gasp edilmektedir'' diye konuştu.
İsrail'in Filistin'e yönelik saldırgan tutumuna son vermesi ve barış sürecinin ilerletilmesi için üzerine düşeni yapma iradesine sahip olduğunu kanıtlaması gerektiğini belirten Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, ''Bu çerçevede, İsrail'in saldırganlığına son verilmesi, Filistin halkının topraklarını İsrail devletinin sınırsız desteğiyle bir virüs gibi saran yasa dışı yerleşimlerin durdurulması tüm uluslararası camianın sorumluluğudur. Üç kutsal dinin ortak mirası olan Kudüs'ün tarihi dokusunun ve kültürel karakterinin korunması tüm insanlığın mesuliyeti olmalıdır'' ifadelerini kullandı.
İsrail'in başta Doğu Kudüs olmak üzere Filistin toprakları üzerindeki yasa dışı yerleşimlerini uluslararası toplumun tüm uyarılarına rağmen genişlettiğine ve çoğalttığına dikkati çeken Gül, yasa dışı yerleşimlerin, yasal hale getirilmeye çalışıldığını kaydetti.
Konuşmasında, ''İsrailli yerleşimcilerin Doğu Kudüs ve Batı Şeria'daki cami ve kiliselere pervasızca tecavüzleri sürmektedir'' diyen Cumhurbaşkanı Gül, bu durumun İsrail'in binlerce yıllık Müslüman ve Hristiyan tarihi ile Kudüs'ün geçmişini silme çabasına işaret ettiğini söyledi.
'İSRAİL KAZILARI KUTSAL MEKANLARI TEHDİT EDİYOR'
Konuşmasında, İsrail'in Doğu Kudüs'teki kazılarına da değinen Cumhurbaşkanı Abdullah Gül şöyle devam etti, ''İsrail'in yürüttüğü kazılar, başta Mescid-i Aksa olmak üzere kutsal mekanları tehdit etmektedir. Filistinlilere, kendi toprakları olan Doğu Kudüs'te inşaat izni verilmemektedir. Kudüs'teki Filistinlilere ait evler bir bir yıkılmakta ya da istimlak edilmektedir. Doğu Kudüs, bugün yasa dışı yerleşimlerle tamamen çevrelenmiştir. İsrail tarafından inşa edilen Ayrım Duvarı ile Kudüs'ün Batı Şeria ile fiziki, siyasi, kültürel ve sosyal bağlantısı kesilmiştir. İsrail, bu şekilde Kudüs'ü diğer Filistin topraklarından ayırmayı amaçlamaktadır''
İsrail'in başta Kudüs olmak üzere Filistin'deki demografik durumu değiştirme eylemlerinin geçerli, meşru hiç bir yanı bulunmadığını da kaydeden Gül, ''Şunu herkesin bilmesi gerekir, İsrail'in bölgede fiili durumlar yaratarak kendi çözümünü empoze etmeye çalışması beyhude bir çabadır'' diye konuştu.

Yorumlar
  • TC Mustafa Zor CUMHUR REISI öyleder ama oda biliyorki, ISRAEL bir DIN DEVLETIDIR.Birlesmis milletlerde TC.nin SINIRLARINI tanimayan 3-5 devletden EN ÖNEMLISIDIR.CÜNKI TEVRATda VAAT EDILEN Topraklar vardir, taaki bizim URFA ilimize kadar.Onun icindir arsa ve tarla satislarinda hep ön planda olmalari.A.GÜL esas DUBAI de 2006 da imzalanan 9 maddelik antlasmadan söz etsin.Türk halkida BILGILENDIRILMIS olur bu konuda.Saygilarimla.
    1
  • Necati Çavdar o nedenledir ki "Cumhurreisi" demedim..söyledim. Hani şu "sınırları tanınmayan" devlet" var ya onu ima için "TC. Cumhurreisi " diyerek resmi sıfatını belirtim..
//////////////////////////////////



Ürdün'ün yeşil renkli  bir dinar banknotunda "Büyük Arap İsyanı" ve lideri  Haşimi lideri Kral Hüseyin İbn Ali bulunuyor

''hristiyan, hristiyanlarla savaşıyor da müslümanlar neden müslümanlarla savaşmasın? istediğimiz tek şey; kendi dilimizde, arapça konuşan ve bizi huzur içinde yaşatacak bir hükümettir. türklerden nefret ediyoruz''

- şerif hüseyin

lawrance'ın anılarından.

.......
https://www.youtube.com/watch?v=EsOtl-LpXbM
..............................
https://www.youtube.com/watch?v=lPGiq4IyInI
.........................................
https://www.youtube.com/watch?v=u_sRzKmaKZM
...................................................................
Abdullah Uçar

Abdullah Uçar
















Kudüs ve Osmanlı


http://www.merhabahaber.com/kudus-ve-osmanli-15371yy.htm
Üç Dinin Ortak Başkenti
Kudüs’ün İbranicedeki adı Yeruşalayim’dir. Batı dillerindeki adı da Jerusâlem’dir. Müslümanlar “bereket, mübârek” gibi mânâlara gelen Kudüs demişlerdir. Kur’an-ı Kerimde Mescid-i Aksâ diye geçen âyetten Kudüs ve havâlisi kastedilir.
Târihi MÖ 5. asra kadar gider. Birçok yıkımlara, istilâlara ve el değiş­tir­melere ma’rûz kalmıştır. Birçok peygamberin doğduğu ve ikamet ettiği bir şehirdir. Yahûdilerce Tanrı Yahova’nın ikamet ettiği ve kıyâmete kadar İsrail oğullarına başkent olarak verildiğine inanılır.
Yahûdiler ibâdet ve dualarında Kudüs’e dönmek mecburiyetindedirler. Hz. Îsâ bu şehirde doğup, dünyevi hayatı bu şehirde son bulduğu için, Hı­ristiyanlarca da kutsal şehir kabul edilir ve hac için buraya gelirler. Müslü­manlar da ilk zamanlar Kudüs’e dönerek ibâdet etmişlerdir. Daha sonra Kâbe’ye dönmeleri emredilmiştir.[1]
Kur’an’da Mescid-i Aksâ ve havâlisinin (Kudüs’ün) mübârek ve mükerrem bir yer olduğu, Hz. Peygamberin Miraç’a giderken burada na­maz kıldığı bildirilir.[2] Dolayısıyla üç büyük din tarafından da Kutsal bir şehir olduğu kabul edilir. Müslümanlar tarafından Mekke ve Medîne’den sonra üçüncü mübârek ve mümtaz şehirdir.
Hz. Ömer’in hilâfeti döneminde Ebû Ubeyde b. Cerrah komutasındaki İslâm orduları Filistin’i fethetmiş, Kudüs’ü de muhâsara etmiştir. Şehrin pat­rik ve din adamları, şehri Halîfe Ömer’e teslim edeceklerini bildirmişler, M. 638 yılında Hz. Ömer’in gelmesiyle şehrin anahtarı teslim edilmiş, hiç­bir zulüm ve katliam yapılmamış, kimsenin malına, canına bir zarar gel­memiştir.
Emevîler, Abbasiler, Fatımiler, Büyük Selçuklular döneminde Kudüs bir ilim ve irfan şehri olmuştur. Gayri Müslimler rahat ve huzur içinde ya­şamış­lardır.

Haçlıların Mezbahası Olan Kudüs

Haçlı orduları 15 Temmuz 1099 da Kudüs’ü kuşatıp, 461 yıl İslâm idâre­sinden sonra, Fatımî’lerin elinden almışlar, Hz. Ömer dönemindekinin aksine bütün Müslümanları, Müslümanlara yardım ettikleri gerekçesi ile bütün Yahûdileri katletmişlerdir. Öldürülen bu insanların 70 bin civârında olduğu târihî rivâyetler arasındadır.[3] Selahaddin Eyyubî’nin danışmanı Üsame İbni Münkız bu katliam hususunda şöyle demiştir: “…Kudüs’te zulüm ile öldürü­lenlerin hikâyeleri, yeni doğmuş bebeğin saçlarını ağartır.”
2 Ekim 1187 de Selahaddin Eyyubî tekrar alıncaya kadar 88 yıl Kudüs Haçlıların elinde kalmıştır. Selahaddin Eyyubî fethinde de yine kıyım ve kat­liam olmamış, isteyen gayri Müslimler her şeylerini alıp şehri terk et­mişler, dileyenler de kalmışlardır.
1516 yılına kadar Eyyubiler, Fatımiler, Memluklar… Elinde kalan Ku­düs, bu târihte, Yavuz Sultan Selim’in Mercidabık Meydan Muhârebesinde Memlukları yenmesiyle Osmanlının eline geçmiştir.
1917 yılına kadar 401 sene 3 ay, 6 gün Osmanlı idâresinde kalan ve bir­çok imar faa­liyetleri gören, sosyal imkânlara kavuşan Kudüs, mezkûr târihte Os­manlı Or­dusunun İngilizlere Kanal Savaşlarında yenilmesiyle elden çık­mıştır. Ne gariptir ki, zaman zaman Osmanlı aleyhine sözler söyleyen, Os­manlı Kudüs’ten çekilince ondan kalan izleri silip atan, kapılar üzerindeki Osmanlı tuğralarını bile kazıyan o sözde Arap aydınları, Osmanlının asırlarca elinde tutup savunduğu, Kudüs’ü 1948 savaşında ancak 31 saat ellerinde tutup müdafaa edebilmişlerdir.[4]

 

Kudüs’ün Mâkus Tâlihi

1917’den 1948 yılına kadar İngilizlerin idâresinde kalan Filistin bölge­sine birçok Yahûdi iskân edilmiştir. Bu esnada Araplarla Yahûdiler arasında birçok hu­zursuzluklar, isyanlar, arbedeler olmuş, 1948 yılında da Arap İsrail Sa­vaşı vuku bulmuştur. Bu savaşta Kudüs ikiye bölünmüş, Batı Kudüs İs­rail’in baş­şehri ilân edilmiştir. Doğu Kudüs Ürdün’de kalmıştır. İsrail 1980 de BM’in kınamalarına-boyamalarına! Aldırmadan Kudüs’ü İsrail’in ebedî baş­şehri ilân etmiştir.
Kudüs’ten başlamak üzere satın alma, el koyma, devletleştirme, zorla, baskıyla Arapların elinden gasp etme yöntemleriyle yarım asra varmadan İsrail Kudüs’ün tamamına sahip olmuştur. Bugün her türlü haklardan mah­rum, korkutulmuş, sindirilmiş, hakları ve malları ellerinden alınmış çok az bir Arap nüfus barınmaktadır.
Kudüs en huzurlu günlerini Osmanlı döneminde yaşamıştır. Kutsal me­kânlar hatırına Osmanlı Kudüs’e çok daha farklı davranmış, her tarafını va­kıflar ve sosyal tesislerle donatmıştır. İsrailli târihçi Amy Singer bundan sita­yişle bahsetmiş, özellikle Hürrem Sultanın yaptırdığı Vakıf ve müştemilâtıyla ilgili bilgi vermiş ve dünyaya duyurmuştur.[5]
Her üç dinin mensupları da Kudüs’te, Batılı misyonerlerin insanları iğ­fal etmeye başladıkları 1850’li yıllara kadar eşitlik ve müsavat içinde ya­şamışlar­dır. Osmanlıyı erkekçe-mertçe savaş meydanlarında yenemeyen Haçlılar, işi kalleşliğe döküp, Osmanlı içindeki azınlıkları çeşitli şekillerde iğfal et­meye, kandırmaya, isyan ve ihtilallara teşvik etmeye başlayınca her yerde olduğu gibi, Filistin ve Kudüs’te de huzursuzluklar başlamıştır.
1850’li yıllardan sonra, Yahûdilerin Arz-ı Mev’ud hususundaki emel­le­rine yeşil ışık yakan ve Osmanlı içinde yaşayan Müslim ve Gayri Müslim azınlıkları, ırkçılık propagandaları ile ayağa kaldıran Haçlılar, özellikle İngi­lizler Ortadoğu’yu ve Balkanları cadı kazanına çevirmişler, Osmanlıyı kendi içindeki unsurlara yıktırma cihetine gitmişlerdir.
Birinci Dünya Savaşına gelindiği günlerde bu propaganda hat safhaya ulaşmış, Almanlarla aynı blokta savaştığı için; “Hıristiyan bir devletle itti­fak eden, onun verdiği Demir Haç Madalyasını kalbinin üstünde taşıyan Halîfe­nin cihat çağrısına uymak gerekmez, bilakis uymak küfrü gerekti­rir”[6] gibi söylentilerle; “Halîfelik Kureyş soyundan birinin hakkıdır.[7] Başka soy ve milletlerden birinin Halîfe olması câiz ve meşru değildir.[8] Osmanlı 400 senedir Hilâfet makamını gasp etmiştir ve Arap âlemini sö­mürmüştür…” gibi fetvalarla, onlara sağladığı basit menfaatlerle, idârecile­rine yedirdikleri büyük rüşvetlerle câhil Arapların ekseriyetini Osmanlı aleyhine kıyam et­tirmişler, hattâ Osmanlının İslâmiyet’i terk ettiğine, kıp­kızıl kâfir oldukla­rına bile inan­dır­mışlardır.[9]
Hâlbuki Osmanlı hiçbir zaman Arap devletlerini sömürmemiş, bilakis onlara, o beldelerden topladığı vergilerden çok daha fazla yardım etmiştir. Osmanlının felsefesinde sömürme diye bir şey yoktur. Hattâ bazı târihçiler bu sebepten dolayı, “sö­mürme, kemirme” anlamına gelen İmparatorluk kelimesi­nin Osmanlı için kullanılmasını doğru bulmamaktadırlar. Eğer Osmanlı sö­mürgeci olsa, Ba­tıdaki emperyalist devletler gibi zengin olur, kendi beldeleri­nin her tarafı âbâd olurdu. Bu nasıl sömürgeci bir devlet ki! güya sömürdüğü devletlerin başkentine, yani Şam’a, Kahire’ye, Atina’ya, Sofya’ya… Asfalt, elektrik, su ve kanalizasyon şebekesi gibi sosyal hiz­metler… İstanbul’dan önce gelmiştir. İstanbul halkı onlardan yıllar sonra bu hizmetlerle müşer­ref olmuştur.[10] Bu mantığa ters değil mi?
Mısırlı bir Arap aydını olan Fehmi Sınnavî Osmanlının katiyen bir sö­mürgeci olmadığını, Arap âleminin ve Arap gençlerinin bunu Batı propa­gan­dası neticesi söylediklerini, ama bu sözlerin çok büyük iftiralar oldu­ğunu söylüyor ve şöyle diyor: “Osmanlı zamanında bütün Arabistan’a pasaportsuz gidebiliyorduk şimdi hangi devlete pasaportsuz gidiliyor? Arap zirveleri, İs­rail’e ne kadar boyun eğileceğinin kararlaştırılması için toplanıyor.”[11]
Cezayir kurtuluş savaşının efsanevi lideri ve özgür Cezayir’in ilk cum­hurbaşkanı Ahmed b. Bella da şöyle diyor: “Bizim Türklere ilişkin hatı­raları­mız nedir biliyor musunuz? Endülüs’ün düşmesinin ardından İspan­yollar, Cezayir, Tunus ve Libya’yı işgal etmişlerdi. O dönem Cezayirliler, Os­manlı’dan yardım talep etmişlerdi. Osmanlılar da gelmişler bizi kurtar­mış­lardı. Dolayısıyla Oruç Reisi, Barbaros Hayrettin Paşa’yı hatırlıyoruz. Doğ­rusu bizler Maşrık’taki, yani Arap dünyasının doğusundaki kardeşle­rimizin Osmanlı’yı emperyalist olarak nitelemelerini esefle karşılıyor ve kınıyoruz. Osmanlı, Arap ülkelerini sömürmek için gelmedi, sâdece ara­mızdaki dinî bağın gerektirdiği dayanışma için geldi.”[12]
Yine Cezayir Cumhurbaşkanı Abdülaziz Buteflika’nın, o dönemde Dı­şişleri Bakanı olan Abdullah Gül’e, Osmanlıyı övmesi ve İngilizlerin uy­gula­dığı gibi bir Osmanlı milletler cemiyetinin kurulmasını teklif etmesi, asrı­mızda cereyan eden Siyonist-Haçlı ittifakı ve bu ittifakın faaliyetlerinin ne kadar tehlikeli olduğunun bilinmeye başladığını ve Osmanlının kadrinin kıy­metinin daha iyi anlaşıldığını, biz reddi miras etsek de dünyanın Os­manlıyı aradığını göstermektedir.[13]
  1. asrın başlarında, İngilizlerin menfi propaganda ve faaliyetlerine ina­nan, İngiliz altınlarına tamah edip onlar lehine, Osmanlı aleyhine çalı­şan­lar,[14] Osmanlıya kalleşlik yapanlar, 400 yıl koruyuculuğunu yapan o kerim devlete ihânet edenler, hattâ Osmanlıyı arkadan vuranlar çıkmıştır.[15] Ama bunlar münferit hadiselerdir. “Araplar bizi arkadan vurduğu için biz Filistin cephe­sinde ve Kanal Seferlerinde yenildik”, gibi radikal sözler ve fikirler aslâ doğru değildir. Buda yine Haçlı-Siyonist ittifakının ve propa­gandasının bir neticesi­dir. Araplara bizi “sömürgeci ve müstevli” tanıtıp nef­ret ettirmişler, bize de “Araplar sizi arkadan vurdu” diyerek Araplardan tiksindirmişler, tabiî ki par­sayı da kendileri kapmışlar ve hâlâ kapmakta­dırlar.[16] Bunlara yani Türk-Arap düşmanlığını pompalayan sözlere aslâ inanmamak gerekir.
Bağdat-Basra bölgesinde o dönemde komutan olan daha sonra Türkle­rin eline esir düşen, bir seneye yakın Büyükada da tutulan İngiliz Tümgene­ral Çharles V. F. Towshend, hatıralarında der ki; “Öteden beri Arapların tâkip ettikleri yol, gâlip gelmek ihtimali olanları selâmlamaktan ibârettir. Zaten dünyada yolunda sabit kalmayan bir millet varsa oda Araplardır.”[17] Os­manlı ordusunun içindeki Arap asıllı paşaların bile İngiliz propagandası tesiri altında kaldıkları, olumsuz davranışlarda bulundukları, buna onları iğfal eden Albay Lavrens’in bile hayret ettiğini yazan eserler vardır.[18] Daha başka misal­ler de vardır. Ama Hicazdan çekilişimizi yalnız bu ve benzeri söylenti­lere bağlamak en büyük hata olur.
Osmanlı sâdece onların kalleşliği neticesi yenilmiş değildir. Bazıları­nın yaptığı gibi, bunun vebâl ve sorumluğunu tamamen onlara yüklemek, her halde haksızlıkların en büyüğü olur. O zaman Balkanlarda 600 sene uşaklığı­mızı yapan Bulgarlara neye yenildik? Yunanlılara, Sırplara, bir avuç Arna­vut’a… neye yenildik? Edirne’ye kadar onlar nasıl gelebildiler? Târihteki bu menfur oyuna hâlâ inanmakta ısrar etmeyelim.
“Bazı târihçilerin ‘Araplar Osmanlıyı arkadan vurdu’ demeleri hiçbir delile dayanmamaktadır. Şerif Hüseyin Paşa’nın emri altında toplanan bir­likler; para gücüyle toplanmış bir tür lejyoner bedevilerdi. Bunlar Hicaz çölle­rinde göçebe hayatı yaşayan, yağmacılık, hırsızlık ve talanla geçinen son de­rece câhil, dünyadan habersiz kimselerdi. Bunlar çarpıştıkları Os­manlı asker­lerinin mahiyetinden bile habersizdiler. Aklı başında olan Araplardan şehir halkından kimse bu isyancılara katılmamıştır.”[19]
Yine bazı insaflı ve tarafsız târihçiler; “Arap isyanı diye bir şey yok­tur. Araplar O günkü İttihat ve Terakki idârecilerinin yaptıkları haksızlık ve zu­lümlere[20], Filistin Ordusu Komutanı olan Cemal Paşa’nın Roma’nın Ser­tapları (vâlileri) gibi, bir imparator edasıyla gaddar ve acımasız davran­ması, birçok Arap aydınını astırması, aşırı şiddet ve tahakküm uygulaması gibi se­beplere…”[21] İsyan etmişlerdir diye değerlendirenler vardır. Yinede insaflı adamlar ki; Memleketten sürüp çıkardığımız Pâdişahlarımızın ölüle­rini bile biz kabul etmez, ortada kalırken, onlar kabul etmişler, onların yar­dımı ile cenaze hacizden kurtarılıp, Şam’a, Medîne’ye götürülüp defnine imkân bulun­muştur.
Akif Merhumun bu husustaki değerlendirmesi ne kadar ibretlidir:
Türk Arap’sız yaşamaz. Kim ki “yaşar” der, delidir!
Arap’ın, Türk ise hem sağ gözü, hem sağ elidir. [22]  
Gerçekten bunun böyle olduğu, 01.01.2009, 07.08.2014 târihlerinde ce­reyan eden Gazze Savaşlarından sonra daha iyi anlaşılmıştır. Bütün dünya hattâ Arap devletleri bile bu İsrail’in bu soykırımlarını görmezden gelirken, bir tek devlet sesini yükseltmiş ve elinden geleni yapmıştır o da Türkiye’dir. Münferit veya küçük çaplı olumsuzluklar oldu ise de; Osmanlı ordusu Filis­tin’den çekilirken “Bizi kimlere bırakıp ta gidiyorsunuz ey Osmanlı­lar!” diye ağlayan Araplar, Kudüs Surlarından Osmanlı bayrağı indirilir­ken: “Biz bu bayrağın yokluğuna nasıl dayanacağız” diyerek ağlayan, feryat eden, gözyaşı döken, Türk asker ve subaylarının eline ayağına sarı­lıp nesi var, nesi yok on­lara vermeye çalışan Araplar ve yetkililer de ol­muştur.[23] Lozan görüşme­leri esnasında TBMM kapılarında gece gündüz dolaşıp; “Bizi İngiliz kurtları­nın eline teslim etmeyin” diye Türk Milletine yalvaran Arap yetkililer de ol­muş­tur.[24]
Bunlar yan etkiler olabilir ama esas yenilgimizin sebebi Osmanlının her yönden zayıf olması ve ordumuzun içine politika mikrobunun girmesi­dir. O dönemlerde Türk ordusu içinde görev yapan Hans Guhr isimli Al­man gene­rali:“Filistin’de İngilizlerin teknik imkânları, Osmanlınınkinden 40 misli daha fazla idi” der.[25] Yine Ordumuz içinde görev yapan ve Hatırala­rını yazan Alman Generallerden Von Kres, Son Haçlı Seferi (Kuma Gömülen İmpara­torluk) isimli kitabında: “Bizim memlekette hiçbir hayvan, Filistin savaşında bizim içtiğimiz suyu katiyen içmez”[26] der ve Osmanlı ordusunun yokluk, kıtlık ve imkânsızlıklar içinde kıvrandığını ve neticede yenildiğini yazar.

Osmanlı Ortadoğu İçin Nimetti

Araplar Osmanlının kıymetini İngilizler ve Fransızlar Ortadoğu’ya yer­leştikten sonra anlamışlar, şimdi Yahûdi ile yapılan savaşlardan, icra edilen insanlık dışı zulüm ve katliamlardan sonra daha da iyi anlamakta­dırlar. Bunu Mülâzım Mehmed Sinan isimli hatıralarını yazan bir askerimiz yaşadıklarını ve gördüklerini bizzat anlatıyor ve Arapların Osmanlıdan sonra gelen İngiliz ve Fransızlardan hiç memnun olmadıklarını ve savaşın akabinde Osmanlıyı aradıklarını yazmaktadır.[27] Bundan dolayıdır ki; bizim 401 sene kaldığımız o diyârlarda İngiliz ve Fransızlar 20 sene ancak kala­bilmişler, ama fitne çıbanı­nın başını da kanatıp, Yahûdi’yi getirip Filistin’e yerleştirmişler ondan sonra defolup gitmişlerdir.
Osmanlı askerleri Kudüs’ü muhâsara eden İngilizlere karşı savunma­mış, yani şehrin içine çekilip savunma savaşı yapmamıştır. Sebebi de; Şimdi İs­rail’in Gazze’ye yaptığı gibi binlerce top mermisi atılıp kutsal mâbetlerin ve târihî dokunun zarar görmemesi için. Osmanlı Kudüs’ten çekilirken İngilizler gelinceye kadar şehri Araplar yağma etmesinler diye bir artçı bölük bırakmış ve bu bölük esir olmuştur. [28]
Bir Yahûdi yazar “Yahûdi Sözü” gazetesinde, İngilizlerin Kudüs’e gir­meleri üzerine 18 Aralık 1917 de şöyle yazıyor: “Türkler bu mukad­des şehri top ateşi altında bırakmamak için savaşsız terk edecek kadar yük­sek bir anla­yış sergilemişlerdir. Binaenaleyh İngilizlerin de şehri aynı şe­kilde muhâfaza etmeleri genetiğini istemek zorundayız. Çünkü İngilizler, Mısır ve Hin­dis­tan’da olduğu gibi, askerî idârelerini kurdukları ülkelerde eşkıya siyâseti tâkip ve tatbik ederler. Askerî idâreleri altına aldıkları böl­gelerde kazı ve araştırmalarda bulunur, bulabildikleri bütün kıymetli ve nadide eserleri kendi müzelerine nakletmek cüretini gösterirler. Osmanlı devleti şu ana kadar İngi­lizlerin Filistin’de kazı yapmalarını engellemeye muvaffak olmuştur. Fakat mademki şimdi buraya İngilizler hâkimdir, bu hâkimiyetlerinden yukarıda belirttiğimiz tarzda istifade etmelerinden kork­maktayız. Bunun için dünyanın bütün Yahûdileri böyle bir hürmetsizliği protesto etmelidir.”[29] Hey büyük Osmanlı! Seni öldürenler bile hakkını teslim etmekten ken­dilerini alamıyorlar.
Osmanlının dünya siyâset sahnesinden çekilmesi dünyanın dengesini bozmuştur. Hâlâ o denge yerine gelememiştir. O târihten bugüne ne Bal­kan­larda, ne Kafkaslarda, ne Ortadoğu’da huzur ve saâdet görülmemiştir. Os­manlı mirasından bir lokma pay alanların da midesine durmuş, yarama­mıştır. Temeli takva ile atılan o kerim devletin eksikliği her yerde hissedil­mektedir. Bugün Haçlı ilim adamları bile onu örnek göstermektedirler. Bu bahse şöyle ibretli bir misalle son veriyorum:
1967 yılında Paris’te düzenlenen Yahûdi Kongresi­nin za­bıtları arasında bulunan bir belgedeki kayıtlara göre bir dele­genin: “Evet bugün bağımsız bir devletimiz var ama me­sut muyuz? Osmanlı devrindeki gibi huzurlu mu­yuz? Samimi­yetle ve hepimizin içinden geçenleri dile getirdi­ğime inanarak söylü­yorum ki hayır” diyerek bir gerçeği itiraf etmiştir. [30]

[1]- Bakara Sûresi, 144.
[2]- İsrâ Sûresi, 1.
[3]- Sâmiha Ayverdi, “Osmanlı Asırları”, Damla Yay. İst. 1977, 2. Baskı, s. 59.
[4]- Târih ve Medeniyet Dergisi, sayı 22, s. 30.
[5]- Halil İnalcık, “Târihçilerin Kutbu Halil İnalcık Kitabı”, İş Bankası Yay. İst. 2013, s. 221.  
[6]- Cengiz Özakıncı, “Türkiye’nin Siyasi İntiharı”, Otopsi Yay. 13. bas. İst. 2007, s. 235.
[7]- İ. Hâmi Dânişmend, “Türk Irkı Niçin Müslüman Oldu?”, Milli Ülkü Yay. Konya 1978, s.15.
[8]- Mehmed Niyazi, “Yemen Ah Yemen”, Türk Ede­biyatı Dergisi, Aralık 2004,sayı 374, s. 6.
[9]- Selahattin Günay, a. g. e. s. 51.
[10]- A. Ragıp Akyavaş, “Asitane-1” TDV Yay. Ankara 2004, s.196.
[11]- Mustafa Armağan, “Geri Gel Ey Osmanlı”, Ufuk Kitap, Ekim 2007, İst. s. 226.
[12]- İbrahim Refik, “Ahmed b. Belâ”, Boğaziçi Notları 1, Albatros Yay. İst. 2001, s. 119.
[13]- Mustafa Armağan, “Geri Gel Ey Osmanlı”, Ufuk Kitap, Ekim 2007, İst. s. 138.
[14]- Musa Anter, “Hatırala­rım”, Yön yay. İst 1991, s. 86.
[15]- Çharles V. F. Towshend, “Irak Seferi ve Esaret”, Yeditepe yay. İst. 2007, s. 112.
[16]- İlhan Bardakçı, “Tuğraların Ağıtı”, Türk Edebiyatı Vakfı Yay. İst. 2004, s. 89.
[17]- Çharles V. F. Towshend, “Irak Seferi ve Esaret”, Yeditepe yay. İst. 2007, s. 113.
[18]- Hans Guhr, a. g. e. s.135; İlhan Bardakçı, “İmparatorluğun Yağması”, s.234.
[19]- Burhan Bozgeyik, “Nasıl Yaşadılar”, Cihan Yay. İst. 2008, s. 93.
[20]- M. Ertuğrul Düzdağ,“Ali Ulvi Kurucu,Hatıralar-2”, s. 54.
[21]- Ali Fuad Erden,“Suriye Hatıraları”,İş Bank. Yay.İst. 2006, s.279-293.
[22]- Ö. Rıza Doğrul, Mehmed Akif, “Safahat”, Yeni Matbaa, İstanbul, 1966, s. 206.
[23]- Selahattin Günay, a. g. e. s. 116. Arapların hepsinin asi ve Türk düşmanı olmadıklarının, Kanal seferi ve Filistin savaşlarında Türk ordusuna ne kadar yardım yaptıklarının, faydalı olduklarının bilinmesi için şu kitabın okunması gerekir. Ali Fuad Erden, “Suriye Hatıraları”, İş Bankası Yay. İst. 2006, s. 82.
[24]- Mustafa Armağan, “Târihimizle Hesaplaşma”, Profil Yay. İst. 2007, s. 9.
[25]- Hans Guhr, Çev.Eşref Özbilen,“Türklerle Omuz Omuza”,İş Bankası Yay.İst.2007, s.189,192.
[26]- Von Krees, a. g. e. s. 49.
[27]- Mülâzım Mehmed Sinan, “Harp Hatıralarım (Çanakkale-Irak-Kâfkas Cephesi)”, Vadi Yay. Ankara 2006, s. 140.
[28]- İbrahim Refik, “Tefekküre Yolculuk”, Albatros Yay. İst. 2004, s. 163.
[29]- İskender Pala, “Divane Güzeller”, Kapı Yay. 2004, İst. s. 265.  
[30]- Necati Özfatura, Yeşilay Dergisi, Ekim 1992, s. 21.
[30]- Michael Finkel, National Geoğraphiç Türkiye, Aralık 2007, s. 116.



.............................................................





http://web.firat.edu.tr/sosyalbil/dergi/arsiv/cilt19/sayi2/329-344.pdf

İNGİLİZLERİN KUDÜS’Ü ELE GEÇİRMESİ ve GENERAL EDMUND H.H. ALLENBY’NİN KUDÜS’E TÖRENLE GİRİŞİ (9–11 ARALIK 1917) The Capture of Jerusalem by British and Official Entry of Edmund H.H. Allenby’s to Jerusalem (9-11 December 1917) İsmet ÜZEN Gaziosmanpaşa Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü, Tokat ismetuzen@mynet.com Özet Türklerin başarısız iki Kanal Seferinden sonra İngilizler Sina Çölünü kontrol altına alarak Filistin’e dayanmıştı. Türkler Gazze-Birüssebi hattında savunmaya geçerek Mart ve Nisan 1917’deki 2 büyük İngiliz saldırısını püskürtmeyi başarmıştı. Ancak İngilizler olağanüstü insan, cephane ve malzeme yardımı alarak bu hatta direnmeye çalışan Türkleri 1917 sonunda yenmeyi ve 40 gün süren muharebe ve takip sonunda 9 Aralık 1917’de Kudüs’e girmeyi başarmıştı. Mısır Seferi Kuvveti Kumandanı General E.H.H. Allenby, 11 Aralık 1917’de resmî bir törenle şehre girdi. Törende Kudüs hakkında uygulanacak genel İngiliz politikası bir beyanname ile çeşitli dillerde açıklandı. Çok kısa süren tören boyunca şehrin ileri gelenlerini de kabul etmiş ve Türklerle savaşa kaldığı yerden devam etmek üzere şehirden ayrılmıştı. Bu çalışmada Türk kaynaklarında pek rastlanmayan, Kudüs’ün İngilizler tarafından işgal edildiği ilk üç günde yaşananlar hakkında bilgiler verilmiştir. Anahtar Kelimeler: Kudüs, General Allenby, II. Wilhelm, Beyanname, Resmî Tören. Abstract After failure of two Turkish campaigns against Suez Canal, the British took control of Sinai Desert and reached the frontier of Palestine. The Turks withdrawn to the Gaza-Beersheba line and two great British assaults on Gaza repulsed. After receiving large reinforcement the British captured Gaza and Beersheba and began to pursuit the Turks. After 40 days pursuit and fighting the British entered Jerusalem in 9 December 1917. General E.H.H. Allenby who was Commander in Chief of Egyptian Expeditionary Force, and the procession officially entered Jerusalem in 11 December 1917. Allenby issued a Proclamation in which was stated the general policy of Britain in the future. The ceremony took very short time. At the same time, Allenby received the notables of the City and the heads of religious communities. Then, he left the city for going on fighting with the Turks. In this article, first 3 days of occupation of Jerusalem by the British and what was going on those days has been examined. Keywords: Jerusalem, General Allenby, Wilhelm II., Proclamation, Official Entry. Giriş Almanya ile Osmanlı Devleti arasında 2 Ağustos 1914’te bir ittifak anlaşması yapılmıştı. Hemen ardından 10 Ağustos 1914’te Alman Genelkurmay Başkanı von Moltke Enver Paşa’ya F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2009-19/2 330 gönderdiği yazıda, Osmanlıların üzerine mümkün olduğu kadar çok Rus ve İngiliz kuvvetlerini çekmesi, enerjik bir çabayla İslam ihtilalini gerçekleştirmesi, bu amaçla Kafkasya’ya karşı harekete geçilmesi, özellikle Mısır’a karşı bir sefer yapılması ve Avusturya’nın yükünü hafifletmek için mümkün olduğu kadar çabuk savaşa katılmasını istemişti1 . Bu doğrultuda Türkler, yapılan hazırlıkların ardından İngilizlere karşı Birinci Kanal Seferi’ni düzenlemişti. Sefer başarısız olmuş ve yeni bir sefer hazırlıklarına başlanmıştı. Çanakkale Cephesi’nin açılması ve 1915 yılı sonuna kadar sürmesi, Mısır’a karşı yeni seferin yapılmasını 1,5 sene geciktirmişti. Ağustos 1916’da yapılan İkinci Kanal Seferi de başarısız olmuş ve İngilizler Türkleri Sina çölünün dışına itmeyi başararak Mısır ve Süveyş Kanalı’nın güvenliğini garantiye almışlardı. Bundan sonra Türklerin çekildiği Gazze-Birüssebi hattı İngilizlerin Filistin’e girişleri için önemli bir direnç noktası oluşturmuştu. Bu hat aynı zamanda Kudüs’ün muhafazası için de gerekliydi. İngilizler, Kantara’dan başlayarak Gazze Vadisi’ne kadar demiryolu döşedikleri gibi Nil’in tatlı suyunu da demiryoluna paralel döşemişlerdi. İngilizlerin Mart ve Nisan 1917’de Gazze’ye düzenlediği iki önemli saldırı, başarısızlığa uğramıştı. Bunun üzerine Mısır Sefer Kuvveti Komutanı General A. Murray’ın yerine, General E.H.H. Allenby atanmış ve kendisine her türlü destek verilmişti. Hatta İngiliz Başbakanı D. Lloyd George, Allenby’e, Kabine’nin Noel’den önce Kudüs’ün ele geçirilmesini beklediğini söylemişti. Haziran 1917’de göreve başlayan General Allenby, yaz boyunca daha önce başlanan hazırlıkları hızla tamamlamaya çalışmıştı. Bu sırada Türk Genelkurmayı, İngilizlerin büyük çaptaki hazırlıklarını doğru okuyamamış ve ağırlığını 11 Mart 1917’de kaybettiği Bağdat’ın geri alınması projesine vermişti. Bunun sonucunda “Yıldırım” projesi doğmuştu. Buna Almanlar, büyük oranda asker ve silah desteği vermişti. Oluşturulan Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığı’na Alman Generali Falkenhayn atanmıştı. İngilizlerin Filistin’deki tehdidinin arttığı konusunda Türk ve Almanların anlaşmaya varması üzerine, Bağdat’ın kurtarılması için oluşturulan “Yıldırım” Filistin’e gönderilmiş ancak çok geç kalınmış ve Türkler yarı hazır bir durumda yakalanmıştı. Hazırlıklarını tamamlayan General Allenby, 31 Ekim 1917’de Birüssebi ve Gazze üzerine saldırıya geçmişti. Türkler, gelişen İngiliz saldırısı karşısında dayanamamış, önce Birüssebi, ardından da Gazze elden çıkmıştı. İngiliz başarısı, bununla sınırlı kalmamış ve geri çekilmekte olan Türkleri takip etmişti. 40 gün süren takip ve muharebeler sonunda Türkler 8/9 Aralık gecesi Kudüs’ü boşaltmak zorunda kalmıştı. Türkler Kudüs’ten sonra şehrin doğu ve kuzeydoğusunda bir hatta doğru çekilmişti. Bu nedenle, direnişle karşılaşmayan İngilizler öğleden önce Kudüs’e girmişti. Öğleden sonra Türk hattına yaptıkları saldırı ise geri püskürtülmüştü. 10 Aralık sakin geçmiş ve İngilizler 11 Aralık’tan itibaren dikkatlerini Kudüs’ü 1 Kress von Kressenstein, Türklerle Beraber Süveyş Kanalına, Çev. Mazhar Besim Özalpsan, İstanbul, Askerî Matbaa, 1943, s.13; Ali Fuat Cebesoy, Milli Mücadele Hatıraları, İstanbul, Vatan Neşriyat, 1953, s.21. İngilizlerin Kudus’ü Ele Geçirmesi… 331 Türk karşı saldırılarına karşı koruma planları ve harekâtları üzerinde yoğunlaşmışlardı 2 . 11 Haziran 1916’da İslam’ın kutsal kenti Mekke, İngilizlerin kışkırtması sonucu isyan eden Şerif Hüseyin’in eline geçmişti. 11 Mart 1917’de İngilizler Halifeler kentini yani Bağdat’ı ele geçirmişti. Bu, Mekke’nin düşmesinden sonra Türk prestijine indirilen ikinci bir darbe idi3 . Aynı yıl dokuz ay sonra, Kudüs’ün 9 Aralık 1917’de İngilizlerin eline geçmesi, üçüncü darbe olmuştu. Artık dinî semboller olan büyük şehirler Türklerin elinden çıkmıştı. Daha kötüsü İngilizler, bunu sürekli bir propaganda malzemesi yaparak hem işgalleri altındaki İslam topraklarında Osmanlı sempatizanlığını yok etmeye çalışmış, hem de Osmanlı egemenliğindeki topraklarda yaşayan Arapları kendi tarafına çekmek için bulunmaz bir fırsata sahip olmuştu. Kudüs’ün Teslimi 9 Aralık 1917 günü Osmanlı Devleti’nin son Kudüs Mutasarrıfı –İngiliz kaynakları yanlış olarak Kudüs Valisi olarak verirler- İzzet Bey, Belediye Başkanına bir teslim mektubu vererek sabah erkenden şehirden ayrıldı. Ayrılmadan önce de telsiz makinesini çekiçle paramparça etti4 . İzzet Beyin 8/9 Aralık 1917 tarihli imzaladığı belgede Osmanlıların dinî binaların tahrip olmasından çekindiği için şehirden çekildiği, buralara muhafızlar yerleştirildiği ve İngilizlerin de aynı yolda hareket edeceğinin umulduğu ifade edilmişti. Ekte yer alan belgenin resminden, propaganda amaçlı olarak şehrin bir duvarına da asıldığı anlaşılmaktadır. Belge sadeleştirilmiş hali şudur: “İngiliz Kumandanlığı’na
Her milletçe kutsal sayılan Kudüs’teki yerleşim yerlerine iki günden beri obüsler düşmektedir. Osmanlı Hükümeti sırf dinî mekanların zarar görmemesi için kasabadan çekilmiş ve Kamame, Mescid-i Aksa gibi dinî mekanların korunmasına memurlar görevlendirmiştir. Tarafınızdan dahi bu yolda muamele edileceği ümidiyle bu belgeyi Belediye Reisi Vekili Hüseyinzâde Hüseyin Bey eliyle gönderiyorum efendim. Kudüs Müstakil Mutasarrıfı İzzet 8/9.12.33”5 Belediye Başkanı, sabahleyin yanında birkaç polis memuru ile Lifta’da bulunan İngiliz birliklerine doğru yola çıktı. Saat 08.30’da İngilizler, beyaz bir bayrakla yaklaşan heyeti gördü6 . Heyeti ilk karşılayan iki İngiliz çavuşu oldu ve kendilerine şehrin teslim mektubu ve anahtarları sunuldu ise de kabul etmediler. Arkadan gelen İngiliz subaylarından iki binbaşı ve Tugay komutanı da kabul etmedi. Kimse teslim işini üzerine almak istemedi. Sonunda 60. Tümen Komutanı Tümgeneral J.S.M. Shea, Korgeneral P. Chetwode’a danıştı ve Chetwode da teslim işini kabul etmesini bildirdi. O da, Allenby adına saat 11.00’de şehrin teslimini kabul etti. 31 Ekim’den beri 40 gündür devam eden muharebeler sonunda Kudüs teslim alındı. Böylece Hıristiyanlar, 730 yıl sonra Kudüs’e döndü. 180. Tugay Komutanı Tuğgeneral C.F. Watson ve Belediye Başkanı birlikte Kudüs’e döndü. Tuğgeneral Watson postaneye, bazı hastanelere ve Yafa Kapısı’na muhafızlar yerleştirerek kamu güvenliğini sağlamaya çalıştı. Aynı zamanda, General Allenby’nin resmî girişinin kısa bir provası hazırlandı 7 . İngiliz Savaş Kabinesi Kudüs’ün ele geçirilmesinden hemen önce basın muhabirlerinin mesajlarını ve askerî ataşelerin telgraflarını, zaferin Avam Kamarası’nda bir bakan tarafından dünyaya duyurulmasına kadar bekletmeleri emrini vermişti. Bu emir, Kudüs’ün ele geçirilmesinden önce Mısır Sefer Kuvveti’nde bulunan gazetecilere de bildirilmişti8 . Nihayet 9 Aralık 1917’de resmî duyuru yapılmıştı 9 . Maliye Bakanı Bonar Law, Avam Kamarası’nda resmî duyuruyu yapmış ve kutsal şehrin ve çevresinin zarar görmesinden kaçınmak için Kudüs’ün ele geçirilmesinin geciktiği değerlendirmesini yapmıştı. Resmi duyurunun ardından Westminster Katedrali’nin büyük çanı üç yıl aradan sonra çalmaya başlamıştı. Paris’te Notre Dame Katedrali’nde özel bir tören düzenlenmişti. Duyurunun ardından İngiliz Savaş Kabinesi, Allenby’e gönderdiği telgrafta dünya çapında tarihî bir anlamı olan ve İngiliz ve Müttefik halklarına büyük bir sevinç yaşatan Kudüs’ün 5 Bkz. Fotoğraf 1. 6 Bkz. Fotoğraf 2. 7 Falls, a.g.e., s.253-254; Gordon, a.g.e., s. 265-266; Archibald Wavell, A Study in Greatness The Biography of FieldMarshal Viscount Allenby of Megiddo And Felixstowe, New York, Oxford University Press, 1941, s.228; Dane, a.g.e., s.110; Gullett, a.g.e., s.516-517. Ayrıca bkz. Fotoğraf 3 ve 4. 8 Wavell, a.g.e., s.230. 9 Savage, a.g.e., s.223. İngilizlerin Kudus’ü Ele Geçirmesi… 333 ele geçirilmesi olayında kendisini tebrik ettiklerini ve başarılarının devamını beklediklerini bildirmişti. Allenby, şehirde iken İngiliz Kralı V. George’dan da bir mesaj almıştı 10. Kudüs’ün ele geçirilmesi üzerine Roma’da 15.000 öğrenci dâhil 35.000 kişi St. Onoforio Tasso Türbesi’ne yürümüştü. Aynı yerde 16. yüzyılda “Kudüs Kurtarıldı” diye yazan şair Torquato Tasso’nun da türbesi vardı. Bu sırada Roma’daki yüzlerce çan çalmış ve Kardinal Lega, kalabalığa hitap etmiş ve kalabalığı kutsamıştı. Papa, savaşa katılan ülkelerdeki tüm papazlara bir genelge göndererek, her hangi bir Hıristiyan devletin Kudüs’ün geri alınması girişiminde Türklere yardım etmesi halinde aforoz edileceğini bildirmişti11. İngilizlerin şehri ele geçirmesine en çok sevinenler, şüphesiz Hıristiyan, Yahudi ve bölgede Türk hâkimiyetini görmek istemeyen bazı Araplar idi. Gazeteci W.T. Massey, Allenby’nin şehre girişinden birkaç saat önce şu olaylara tanık olmuştu: “Davut Sokağında gezerken bir Yahudi kadını, beni durdurdu ve dedi ki ‘Bu gün için dua ettik. Bu gün şarkı söyleyeceğim. Tanrı Bağışlayıcı olan Kralı Korusun, Çok Yaşa bizim Soylu Kral. Açlık çekiyorduk fakat mesele mi? Şimdi kurtulduk ve özgürüz.’ Ellerini göğsünün üstünde bağladı ve birkaç kez ‘Ah ne kadar müteşekkiriz’ dedi. Yaşlı bir adam da beni elleriyle tuttu ve dedi ki Tanrı bizi kurtardı. Ne kadar mutluyuz.” dedi. Bundan başka yazar, 10 yıldır Kudüs’te yaşayan ve Kızılhaç Hastanesi’nde çalışan bir Amerikalının, Türk ordusunda görevli üç yaralı Arap subayın hastaneye getirildiğini, bunlardan birinin “şimdi Yaşa İngiltere diye bağırabilirim” demesi üzerine, hastanede çok sayıda yaralı Türkün olduğunu ve dikkatli olması gerektiğini hatırlatması üzerine bunu dikkate almadığını ve “Yaşasın İngiltere” diye bağırdığını anlatmaktadır 12. Çoğu İngiliz yazarı, Kayser II. Wilhelm’in 1898’de at üstünde Kudüs’e gösterişli bir şekilde girişi ile, 11 Aralık 1917’de İngiliz Generali Allenby’nin bir hacı gibi yaya olarak saygılı bir şekilde girişini mukayese etmiştir13. Kısaca bu konuya değinmekte yarar vardır. Alman İmparatoru II. Wilhelm’in 1898 Kudüs Ziyareti Alman İmparatoru I. Wilhelm ile General Allenby’nin farklı dönemlerde ve farklı siyasî ve askerî ortamlarda Kudüs’e girişini dikkate almayan İngiliz yazarlarına göre, Kayser beyaz, kırmızı, mavi ve altın renginde giyinmiş bir heyetle ve süslü atlarla Kudüs’e girmişti. Kayser gerçek bir gösteri adamı gibiydi. Kayser’in Kutsal Şehre girebilmesi için şehrin duvarlarında geniş bir gedik bile açılmıştı. Tüm bunlar Alman imparatorluk gücünü göstermeye yönelikti. Allenby ise, daha dar 10 Wavell, a.g.e., s.230; Gardner, a.g.e., s.160. 11 The New York Times, 18 Aralık 1917. http://query.nytimes.com/mem/archive-free/pdf?res= 9F0DE6D8133BEE3ABC4052DFB467838C609EDE. 12 Massey, a.g.e., s.196. 13 Massey, a.g.e., s.202-203; Gullet, a.g.e., s.523, Gardner, a.g.e., s.160, Powles, a.g.e., s.170. F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2009-19/2 334 olan Yafa Kapısından yaya olarak geçti14. Almanya, II. Wilhelm döneminde etkili ve yoğun bir diplomasi ile Yakındoğu’da önemli roller oynaya karar verdi. Bu, dünya egemenliğini sağlama yolunda atılacak adımlardan biriydi15. Bunun bir aracı olarak, İmparator II. Wilhelm Osmanlı Devleti’ne 1898’de bir ziyaret gerçekleştirdi. Almanya ile Osmanlı Devleti arasında kararlaştırılan teşrifat programına göre, Alman İmparatoru, 29 Ekim 1898 Cumartesi ve 5 Kasım 1898 Cumartesi arasındaki bir haftalık süreyi Kudüs ziyaretine ayrılmıştı 16. Alman İmparatoru II. Wilhelm’in Filistin’i ziyaret edeceği kararlaştırılması üzerine Girit Vali Vekili ve Fevkalade Kumandanı Ahmet Cevad Paşa, Filisin ve Suriye’de alınacak tedbirlerin kontrolü ve ikmali ile görevlendirilmişti. Kendisine verilen talimatta, İmparatorun yanında büyük bir şahsın bulunmasından hoşlanmadığı ve yanında bir Paşanın bulunmasının diğer devletler nezdinde ziyaretin siyasî bir anlam taşıyacağı düşüncelerinden dolayı kendisine İmparatordan uzak durması tavsiye edilmişti. Talimatta ayrıca Alman İmparatoru’nun Filistin ve Suriye’de yapacağı ziyaretler sırasında güvenlik ve merasim konularında aksaklıklar meydana gelmemesi uyarıları yapılıyordu. Ahmet Cevat Paşa İmparator’dan önce gezilecek yerlere gidip gerekli kontrolleri yapacaktı. 27 Ekim 1898’de Kudüs’e gelen Cevat Paşa gerekli tedbirleri alıp İmparatorun güzergâhı üzerindeki evleri polis tarafından aratmıştı 17. Bundan başka Kudüs Mutasarrıfı Mehmet Tevfik Bey (Biren) de İmparatora suikast yapılmasını önlemek için bir hayli tedbire başvurmuştu18. Bu bilgileri veren kaynaklar İmparator II. Wilhelm’in İngiliz kaynaklarında yer alan gösterişli girişi hakkında bilgi vermekten uzaktır. II. Wilhelm’in Kudüs ziyaretine katılanlardan hem Prince Von Bülow Bernhaud’un anılarında gösterişli giriş hakkında19, hem de bizzat II. Wilhelm’in anılarında da bu konuda hiçbir bilgi yoktur ve daha çok Almanların kilise politikası ve Kudüs’teki Alman Kilisesi’nin inşası konusu işlenmiştir20. Bayram Soy’un II. Wilhelm’in Kudüs’ü ikinci ziyaretini konu alan makalesinde, II. Wilhelm’in Kudüs’e gösterişli girişi hakkında bilgiler verdiği gibi, ayrıca, İmparatorun niçin şehrin 14 Massey, a.g.e., a.g.e., s.203; Gullet, a.g.e., s.523, Gardner, a.g.e., s.160, Powles, a.g.e., s.170. 15 İlber Ortaylı, Osmanlı İmparatorluğunda Alman Nüfuzu, İstanbul, Kaynak Yayınları, 1983, s.64-65. 16 Mehmet Mercan, “Alman İmparatoru II. Wilhelm’in 1898 Yılı İstanbul ve Filistin Seyahatinin Teşrifat Programı”, Doç Dr. Günay Çağlar Armağanı, Erzurum, 2004, s.124. 17 Mehmet Mercan, Sadrıazam Ahmed Cevat Paşa, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, İstanbul, 1998, s.100-103. 18 Mehmet Tevfik Bey (Biren), II. Abdülhamid, Meşrutiyet ve Mütareke Devri Hatıraları, Haz. F. Rezan Hürmen, İstanbul, Arma Yayınları, 1993, s.123-125. 19 Memoirs of Prince Von Bulow, Vol 1. Translated by F. A. Voigt, Boston, Little, Brown and Company, 1931, s.296- 299. 20 The Kaiser's Memoirs: Wilhelm II Emperor Of Germany 1888-1918, Translation by Thomas R. Ybarra, Harper & Brothers Publıshers New York and London, 1922, s.212-217. İngilizlerin Kudus’ü Ele Geçirmesi… 335 surlarında bir gedik açtırdığına da açıklık getirmektedir. Buna göre, Eski bir İslam geleneğine göre, ancak Kudüs’ü ele geçiren bir hükümdar at sırtında girebilirdi. Bu sorunu aşmak için Yafa Kapısı’nın yanındaki surda bir gedik açılmış ve Kayser ile kafilesi buradan içeri girmişti. II. Wilhelm, İmparatorluğunun haşmetini sergileyecek bir tören alayı ile şehre girmişti. En önde dört bedevî şeyhi vardı. Arkalarında Osmanlı muhafız süvarileri, piyadeler, Kudüs Alman Konsolosluğu güvenlik görevlileri Alman Büyükelçi Marschall von Bieberstien ile Konsolos Tischendorf yer alıyordu. Bunları da, kısa bir mesafe arayla, saltanat arabası ile İmparatoriçe ve hizmetçileri takip ediyordu. Kayser ise, doru atı üzerinde, uzun beyaz pelerinli hâkî renkli tropik üniforma, başında tolga ve adeta taştan yontulmuş yüzüyle, ciddî ve vakurdu. II. Wilhelm’in arkasında, yirmiden fazla maiyet arabası ve son olarak, yine bir Osmanlı muhafız grubu geliyordu. Şehre girişten sonra kafileyi, Suriye Valisi Nazım Paşa karşıladı. İmparator şehre girişinden sonra dinî mekânları gezmiş ve dinî liderleri kabul etmişti21. İlber Ortaylı’ya göre, İmparatorun 1898 Kudüs ziyareti bir çeşit “Haçlı seferi” idi22. İngilizler, Alman İmparatoru II. Wilhelm’in Kudüs’e at üstünde girişi ile İngiliz Generali Allenby’nin bir hacı gibi yaya olarak girişini kıyaslayarak kendilerinin şehrin ruhuna daha uygun davrandıklarını savunmuşlardır. Oysa Allenby’nin şehre girişi için hazırlanan program ve programın uygulamasına dikkat edilirse kendi çapında bir gösteriş havası olduğu görülür. Ayrıca kıyaslama eşitler, zaman ve şartlar arasında yapılır ise İmparator ve ordu kumandanının kıyas edilemeyeceği açıkça ortaya çıkar. Biri, barış zamanında İmparatorluğunun haşmetini ve kendi gururunu yansıtmaya çalışırken, diğeri, savaş zamanında şehri ele geçiren ve İngiliz Kralının emrinde bir general idi. Eğer İngiliz Kralı Kudüs’e barış veya savaş zamanında girseydi, hiç şüphesiz manzara daha farklı olacaktı. Bu açıdan kıyaslamanın hatalı olduğunu düşünüyoruz. General Allenby’nin Törenle Kudüs’e Girişi Kudüs’te bir polis memuru olarak atanan Joseoh F. Broadhurst, Allenby’nin Kudüs’e girişinden hemen önce General Allenby’nin güvenliği için yaptıklarını şöyle anlatmaktadır: “11 Aralıkta, ordumuzun girişinden iki gün sonra, General Allenby gelecekti. Aceleyle güzergâhı üzerindeki her evi araştırarak güvenliği için ne gerekiyorsa yaptım. Bu yolla, herhangi bir Türk subayı veya askerinin hâlâ saklanıyorsa bulunması sağlanacaktı. Ek bir tedbir olarak ayrıca evlerin çatısına adamlar gönderdim.”23 Allenby, Latron yolundan Kudüs’e kadar otomobille geldi. Yafa Kapısı’nın dışında 50 kişilik 21 Bayram Soy, “Kudüs’teki Erlöserkirche’nin Açılışı: II. Wilhelm’in İkinci Doğu Seyahatindeki (1898) Dinî Motifler”, Tarih ve Toplum Yeni Yaklaşımlar, Güz 2007-Kış 2008, Sayı.6 (246), İstanbul, İletişim Yayınları, s.128. 22 Ortaylı, a.g.e., s.66. 23 Joseoh F. Broadhurst’un From Vine Street to Jerusalem adlı eserinden aktaran, Abraham Ezra Millgram, Jerusalem Curiosities, Jewish Publication Society, 1990, s.265. Bkz. Fotoğraf 5. F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2009-19/2 336 bir imparatorluk onur muhafız kıtası vardı. Bunlar İngiliz, İskoç, İrlandalı ve Galler askeri idi. Bunların karşısında ise Yüzbaşı V.C. Throssel komutasında 50 kişilik Avustralya ve Yeni Zelanda birliği 24 vardı. sağ tarafta 20 kişilik bir Fransız ve sol tarafta 20 kişilik bir İtalyan onur muhafız kıtası Yafa Kapısı’nın içinde görevlendirilmişti. İtalyanlar Gazze önünde mürettep bir tugayla bir hattı tutarken, Fransızlar bir savaş gemisiyle Gazze bombardımanına yardım etmesine rağmen Filistin’de Türklerle çatışmaya girmemişti. Şehre resmî girişte müttefik temsilcilerinin yer alması iyi bir şeydi. Yafa Kapısı dışında Allenby Kudüs’e Askerî Vali olarak atanan Tuğgeneral Borton tarafından karşılandı ve bir tören alayı oluşturuldu. Allenby, şehre önünde iki yaveri, sağında Fransız Filistin Müfreze Komutanı ve solunda İtalyan Filistin Müfreze Komutanı ile ilerledi. Onları dört kurmay subay izledi. Ardından siyasî işlerden sorumlu Tümgeneral Clayton, Fransız Heyeti Başkanı M. Picot, Fransız, İtalyan ve A.B.D. askerî ataşeleri geliyordu. Allenby’nin Kurmay Başkanı Tuğgeneral L.J. Bols ve Tuğgeneral G. Dawnay, 20. Kolordu Komutanı Korgeneral P.W. Chetwode ve Kurmay Başkanı Tuğgeneral Bartholomew’in önünde yürüdü. Muhafızlar da arkadan takip etti25. İngiliz askerleri tören için özel olarak giyinmemişti ve savaşın tozu, çamuru hâlâ elbiselerinin üzerindeydi. Diplomatik nedenlerden dolayı orada bulunan ve savaşın hiçbir aşamasında rol oynamayan Fransızların temiz ve açık mavi üniformaları ile İtalyanların temiz ve güzel giysileri, İngiliz askerlerinin giysilerine göre tezat oluşturuyordu26. Yerli halk Yafa Kapısı’na “Babü’-Halil” yani “Dost Kapısı” derlerdi. Allenby Kudüs’e girdiği zaman indirilecek ne düşman bayrağı vardı ne de çekilmiş dost bir bayrak. Bu, Müttefiklerle daha önce yapılan bir anlaşma gereği idi. Anlaşma sebebiyle Filistin ve Suriye’de İngiliz bayrağı dalgalanmayacaktı 27. Düşmanı mağlup etmiş askerlerin zafer çığlıkları, antik çan kulelerinde çan sesleri, şarkılar, galipleri övecek veya kalabalığın moralini yükseltecek tarzda dinsel konuşmalar yoktu. 150 kişiden az olan Allenby’nin tören alayı bir tek trompet eşliğinde kapıdan geçti. Bu küçük askerî gösteri halka eski düzenin değiştiğini ve yerini yenisine bıraktığını ifade ediyordu28. Tören alayı Kale (Davut Kulesi) basamaklarında durdu. Burada Allenby ve heyeti ile şehrin ileri gelenleri, çeşitli dillerde okunacak olan Beyannameyi dinlemek üzere dizildi. Davut Kulesi’nin gölgesinde okunan beyanname daha sonra şehrin stratejik noktalarına da konacaktı 29. Kudüs duvarlarına yapıştırılan “Beyanname”nin başlığı altında sıkıyönetim ilan edildiği 24 Powles’a göre, Yeni Zelanda Tugayından görevli olanlar 1 subay, 33 Astsubay ve er idi. Powles, a.g.e., s.170. 25 Massey, a.g.e., s.206-207; Falls, a.g.e., s.259-260; Wavell, a.g.e., s.229; H. O. Lock, With the British Army in the Holy Land, London, Robert Scott Roxburghe House Paternoster Row E.C., 1919, s.84-85. Bkz. Fotoğraf 7. 26 Gullet, a.g.e., s.523., 27 Massey, a.g.e, s.203; Gullet, a.g.e., s.524; Millgram, a.g.e., s.265. 28 Massey, a.g.e, s.203-204; Gullet, a.g.e., s.524; Gardner, a.g.e., s.160; Savage, a.g.e., s.232. 29 Massey, a.g.e, s.207. Bkz. Fotoğraf 6. İngilizlerin Kudus’ü Ele Geçirmesi… 337 yazılıdır. Beyannamenin bir paragrafı, bu konu ile ilgili olup diğer kısmı daha çok üç büyük semavî dinin beraber yaşadığı Kudüs’ün ruhuna uygun ifadelerle doludur. Herkesin kendi işine korkmadan devam edeceği, dinî mekânlar arasında ayırım yapılmadan işlevlerini devam ettireceği, her dine ait mekânların o dinin mensuplarının kontrolüne verildiği hatta bu mekânların korunması için muhafızlar yerleştirildiği anlatılmaktadır. Mısır Sefer Kuvveti Komutanı General Allenby beyannameyi tüm isimlerini kullanarak imzalamıştı: General Edmund Henry Hynmen Allenby30. Beyannamenin dikkati çeken bir yönü de, İngilizlerin 11 Mart 1917’de Bağdat’ı ele geçirdikten sonra yayınladıkları beyannamedeki gibi, İngilizlerin işgalci olarak değil kurtarıcı olarak geldikleri, Türklerin kötü yönetimi, Almanların entrikaları, Türklerin Arapları sömürdüğü ve bir millete bağımsızlık vermek gibi konulardan hiç bahsedilmemiş olmasıydı 31. Beyannamedeki ifadeler, İngiliz Hükümeti tarafından düzenlenmişti ve üç hafta önce Allenby’e telgraf ile gönderilmişti. “Mübarek Kudüs’ün sakinleri ve çevresinde ikamet eden halka” hitap eden ve dinî kurumların ve kutsal yerlerin var olan durumunun yürürlükte kalmaya devam edeceği, kanun ve düzenin korunacağı ifade eden Beyanname İngilizce, Fransızca, Arapça, İbranice, Yunanca, Rusça ve İtalyanca olarak okundu32. Beyannamenin İngilizcesini Tuğgeneral Borton33, Arapçasını Haddad Bey34, İtalyanca ve Fransızcasını bir Fransiskan rahip35 okudu. Beyannamenin İbranice, Yunanca, Rusçasını da bir/birer rahibin veya hahamın okuduğu tahmin etmekteyiz. Okunan Beyanname şuydu: “Mübarek Kudüs’ün sakinleri ve çevresinde ikamet eden halka: Komutam altındaki askerlerin Türkleri bozguna uğratması kuvvetlerim tarafından şehrinizin işgaliyle sonuçlanmıştır. Bundan dolayı, şimdi, burada yönetim şekli olarak sıkıyönetim ilan ediyorum ve askerî şartlar gerektirdiği kadar da sürecektir. Bununla beraber, çekilmiş düşmanın ellerindeki tecrübeniz sebebiyle herhangi biriniz telaşa kapılabilirsiniz. Bundan dolayı herkesin kesinti korkusu olmadan meşru işini devam ettirmesinin arzum olduğunu size bildiriyorum. Ayrıca, şehrinize insanlığın büyük dinlerinden üçünün bağlılarınca tutkuyla bakıldığından ve birçok asırdır bu üç dinin ibadet eden ve dindar halk yığınlarının hacıları tarafından şehrin ruhu 30 Bkz. Fotoğraf 16. 31 Bağdat’ta yayınlanan beyanname için bkz. F.J. Moberley, The Campaign in Mesopotamia 1914–1918, Vol.3, London, The Imperial War Museum, 1997, s.404-405. 32 Falls, a.g.e., s.260. Dikkat edilirse İngiltere’nin müttefiki olan devlet ve devlet olmayan müttefik milletlerin dili tercih edilmiştir. Türkçe ve Almancaya yer verilmemiştir. 33 Bkz. Fotoğraf 8. 34 Bkz. Fotoğraf 11. 35 Bkz. Fotoğraf 9 ve 10. F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2009-19/2 338 tanrıya adandığı için, her kutsal bina, anıt, kutsal yer, tapınak, geleneksel mevki, vakıf, dini teberru veya 3 dinin hangisi olursa olsun mutat ibadet yerinin muhafaza edileceğini ve onların kutsal olduğuna inananların mevcut gelenek ve inançlarına göre korunacağını bilmenizi isterim.” Aralık 1917 Edmund Henry Hynmen Allenby, General Mısır Seferi Kuvveti Komutanı 36 Ardından tören alayı yaklaşık 100 metre uzaktaki eski Türk Kışla Alanına yöneldi. Burada General Allenby şehrin ileri gelenlerini ve dinî cemaatlerin liderlerini kabul etti. Müslüman bir aileden gelen Kudüs Belediye Başkanı –ki 15 gün sonra zatürreeden ölmüştü-, Müftü, Ömer Camii ve el-Aksa Camii şeyhleri ile Haldiye ve Alamiye ailesi mensupları da General Allenby’e tanıtıldı. Latin, Yunan Ortodoks, Ermeni Kiliseleri patrikleri ve Kıpti papazı Türkler tarafından şehirden sürülmesi yüzünden, orada kalan temsilcileri ile Yahudi, Süryani Kilisesi, Yunan Katolik Kilisesi ve Habeş Papazı ve Anglikan Kilisesi temsilcileri Allenby’e tanıtıldı. Savaş sırasında bütün ülkelerin çıkarlarını koruyan İspanyol Konsolosun Allenby’e tanıtılması dikkate değerdi. Allenby böyle bir yoğun işle uğraştığı için kendisini kutlamıştı. Tanışma faslı bitince Allenby Yafa Kapısına döndü ve ilerlemiş olan Genel Karargâhına katılmak üzere yine yaya olarak şehirden ayrıldı. Kudüs ziyareti ancak çeyrek saat sürmüştü37. Bu sırada, birisi tarafından garip bir Arap kehaneti keşfedilmişti. Buna göre, ancak bir peygamber Nil’in suyunu Filistin’e getirdiği zaman Türkler Kudüs’ten sürülecekti. Araplar, bu yüzden, Allenby’e “Allah Nebi” adını verdiler38. 1917 sonunda İngilizler Sina Çölünün kuzeyinden Akdeniz kıyısı boyunca Filistin’e demiryolunu ulaştırdıkları gibi, demiryolu hattı boyunca Nil’in tatlı suyunu da bir boru hattı ile döşemişlerdi. Bunun gerçek sebebi, narin İngiliz askerlerinin çölün tuzlu suyunu içmeye dayanamamalarıydı 39. Allenby 11 Aralık’ta yaşadıklarını Londra’ya gönderdiği telgrafta şöyle özetlemişti: “1- Bugün öğlen, kurmaylarımdan birkaçı, Fransız ve İtalyan bölük komutanları, Picot Heyetinin başkanları, Fransız, İtalyan ve Amerika Birleşik Devletleri Askeri Ataşeleri ile resmen şehre girdim. Tören Alayının hepsi yaya idi. Yafa Kapısında İngiltere, İskoçya, İrlanda, Galler, Avustralya, Hint, Yeni Zelanda, Fransa ve İtalya muhafızları tarafından karşılandım. 2- Halk tarafından iyi karşılandım. 36 Beyannamenin metni için bkz. Fotoğraf 16; Ayrıca üç dilden örnek için bkz. Fotoğraf 6. 37 Massey, a.g.e., s.208; Wavell, a.g.e., s.229. Kutsal Mezar Kilisesi’nin inşa edilmeden önceki alanda Hz. İsa’nın çarmıha gerildiğine inanılıyordu. Bkz. Fotoğraf 12 ve 13. 38 Gordon, a.g.e., s.266; Wavell, a.g.e., s.202-203; Dane, a.g.e., s.111; Gardner, a.g.e., s.161; Savage, a.g.e., s.233. 39 MacMunn-Falls, a.g.e., s.175. İngilizlerin Kudus’ü Ele Geçirmesi… 339 3- Kutsal Yerlere muhafızlar yerleştirildi. 4- Askeri Vali Latinlerin mütevelli vekiliyle temas halindedir ve Yunanlı temsilci Hıristiyan Kutsal Yerleri yönetmek üzere seçildi. 5- Ömer Camii ve çevresi Müslüman kontrolüne verildi ve Camii çevresinde Hintli subay ve askerlerden oluşan askerî bir kordon oluşturuldu40. Askerî valinin ve Camii yöneticilerinin izni olmadan Müslüman olmayanların bu kordonu geçemeyecekleri hakkında emirler verildi. 6- Beyanname duvarlara asıldı ve Arapça, İbranice, İngilizce, Fransızca, İtalyanca, Yunanca ve Rusça olarak Kalenin basamakları üzerinde huzurumda okundu. 7- Beytüllahim’e ve Raşel Türbesi’ne muhafızlar yerleştirildi. 8- Kamame Kilisesi41 kapılarındaki vakıfların irsî mütevellilerden, Kiliseyi koruyan Halife Ömer’in yüce hukuku doğrultusunda geleneksel görevlerini kabul etmeleri istenildi.”42 Sonuç Birinci Dünya Savaşında, 1915’te Çanakkale ve 1916’da Irak cephesinde Kut’ül-Amare zaferleri ile Türkler İngiliz gururuna önemli darbeler indirmişti. Fakat Mart 1917’de Irak cephesinde ve Ekim 1917’den başlayarak Filistin cephesinde İngilizlerle yapılan başarısız muharebeler sonucunda Türkler, Ortadoğu’nun önemli şehirlerinden olan Bağdat ve Kudüs’ü kaybetmişti. Türkler, 11 Mart 1917’de kaybettiği Bağdat’ı kurtarmaya çalışırken, aynı yıl izledikleri yanlış askerî politikalar yüzünden Kudüs’ü de kaybetmişlerdi. Bağdat’ın kaybı ile beraber Kudüs’ün de kaybedilmesi İslam dünyasında Türk prestijne önemli bir darbe daha vurulmuştu. Ayrıca Osmanlı Ordusunun savaş değeri konusunda da ciddi sorular oluşturmuştu. Diğer taraftan, Kudüs’ün İngilizler tarafından ele geçirilmesi Hıristiyan dünyasında büyük bir sevinç yaratmış ve olay hemen bir Haçlı zihniyetine dönüşmüştü. Kanaatimizce, İngiliz yazarlar, Alman İmparatoru II. Wilhelm’in Kudüs’e at üstünde girişi ile İngiliz Generali Allenby’nin bir hacı gibi yaya olarak girişini kıyaslama noktasında hatalıdırlar. Kıyaslama eşitler, zaman ve dönemin şartları arasında yapılırsa daha uygun olacaktır. Allenby, resmî bir törenle girdiği Kudüs’te yayınlanan beyannamede, ağırlıklı olarak kutsal yerler ve dinî mekânların ruhuna uygun ifadeler yer almaktadır. Kutsal yerlerin geçmişten gelen geleneklerin devam edeceği, güvenliğin sağlanacağı, kutsal yerlerin ait oldukları dinin mensuplarına veya vakıfların kontrolüne verildiği ifade edilmiştir. Ayrıca bu mekanların korunması 40 Bkz.. Fotoğraf 14. 41 Bkz. Fotoğraf 15. 42 Massey, a.g.e., s.209. Başbakan Lloyd George bu telgrafı Avam Kamarası’nda okumuştu. The New York Times, 13 Aralık 1917. http://query.nytimes.com/mem/archive-free/pdf?res= 9F02E4DA1E3AE433A25750C1A9649D946696D6CF. F.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi 2009-19/2 340 için de ilgili dinden askerler görevlendirilmiştir. Allenby kısa ziyareti sırasında şehrin her dinden önden gelen aile reisi ve dinî cemaat önderlerini de kabul ederek iyi bir izlenim bırakmaya, kendileriyle gelecekte de işbirliği yapmaya niyetlerinin olduğunu ifade etmeye çalışmıştır. Bu kısa görüşmeden sonra, Türkleri Kudüs’ten uzak tutmak ve daha kuzeye iterek tehditlerini azaltmak için şehirden ayrılmıştı. Böylece Ortaçağdaki Haçlı Seferlerinden yaklaşık 700 yıl sonra Hıristiyan bir devletin eline geçen Kudüs’te İngiliz yönetimi başladı. KAYNAKLAR



:::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::.....:::::::::::::::::
ERHAN AFYONCU

Kudüs ve Filistin uğruna binlerce şehid verdik



Osmanlı ordusu ’nda İngilizler’e karşı ’ü savunmak için 31 Ekim-8 Aralık 1917 arasında yaptığı 39 gün süren muharebelerde 25 bin kayıp vermişti. Bütün şehidlerimizin ruhları şad olsun

Tarihler 1917'yi gösterdiğinde 'nda bütün cephelerde savaş bütün hızıyla sürüyordu.
Ancak Osmanlı kuvvetleri güney cephesinde birçok yeri kaybederek çekilmeye başlamışlardı. 11 Mart 1917'de Bağdat düşmüştü. Çanakkale üzerine yaptığı araştırmalardan sonra  cephesi üzerine çalışmalar yapan Tuncay Yılmazer, makalelerinde Filistin'deki savaşları teferruatlı olarak anlatır.

GAZZE MUHAREBELERİ
İngilizler'in hedefi 'tü.
Osmanlı birlikleri - Birüssebi hattını tutarak İngilizler'i engellemeye çalışıyordu. Çatışmalar Gazze'de yoğunlaştı.
Osmanlı ordusu Mart 1917'de 1. Gazze ve Nisan 1917'de 2. Gazze muharebelerini kazanarak İngilizler'i durdurmuştu.
Bunun üzerine İngilizler Batı cephesinde mücadele etmiş önemli bir komutanları olan Edmund Allenby'i gönderdiler.
Osmanlı yönetimi ise 1917 ağustosunda bölgedeki Osmanlı ordularını Alman taburlarıyla takviye ederek Yıldırım Orduları Grubu'nu kurdu.
Başına da Batı cephesinde mücadele etmiş Erich von Falkenhayn'ı geçirdi. Filistin cephesinde Mustafa Kemal Atatürk, Fevzi Çakmak, İsmet İnönü, , Ali Fuat Cebesoy, Fahrettin Altay gibi birçok önemli komutanımız da bulunuyordu.
Çanakkale'de mücadele etmiş birçok birlik de bu cephedeydi.
Osmanlı askeri gücü asker sayısı ve teçhizat olarak düşman karşısında zayıftı. Buna rağmen bu durum hiç hesaplanmadan sınırlı olan Osmanlı askeri gücü Sarıkamış ve Kanal taarruzlarında iyice zayıflatılmıştı. İlerleyen düşman karşısında Enver Paşa, elindeki birlikleri nerelere teksif edeceğine de bir türlü karar veremiyordu. Güney cephesi bir bir düşerken hâlâ Avrupa cephesinde Osmanlı birlikleri vardı. Yapılan stratejik ve taktik hatalardan Filistin cephesinde İngilizler'e zayıf yakalanmıştık. Ayrıca Alman komutanlarla Türk komutanlar arasında görüş ayrılığı vardı. Mustafa Kemal Paşa'nın Eylül 1917'de Enver, Talat ve Cemal paşalara gönderdiği rapor yaşanan ve yaşanacak sıkıntıları açıkça ortaya koymaktadır.
Mısır Kuvve-i Seferiye Kuvvetleri Komutanı Edmund Allenby, haziranda Kahire'ye varmasından sonra hiç durmadan faaliyet göstererek, Osmanlı savunma hattını çökerterek Kudüs yolunu açmaya çalıştı.
İngiliz Başbakanı Llyod George, Noel'e kadar Kudüs'ün alınması emrini vermişti.
Biz taarruzu Gazze'de beklerken İngilizler, 31 Ekim 1917'de Birüssebi'yi aldılar.
Osmanlı kuvvetlerinin Birüssebi'yi geri almak için yaptıkları taarruzlar bir netice vermedi.
İngilizler yoğun bombardımana tutarak Gazze'yi harabeye çevirdiler. Refet Bele Paşa, çekilmektense şehid olmayı yeğlemekteydi.
Ancak savunma imkânı kalmayınca yüzlerce şehid verilerek 6-7 Kasım 1917 gecesi Gazze'den çekildik. Osmanlı birlikleri geri çekilirken insan kaybının yanısıra birçok teçhizatını da kaybediyordu. 3. Gazze muharebelerini kazanan İngilizler Kudüs yolunu açmışlardı.

KUDÜS'ÜN DÜŞÜŞÜ
Allenby, çekilen Osmanlı kuvvetlerine nefes aldırmayarak yeni bir savunma hattının kurulmasına izin vermiyordu. İngiliz kara ve deniz topçuları ile uçakları Türk birliklerine göz açtırmıyordu. İngilizler'in yoğun ateşinin yanısıra açlık ve hastalıkla da boğuşan Türk kuvvetleri bütün kahramanlıklarına rağmen bozgunu önleyememişlerdi. Özellikle Çanakkale'den gelen 57.
Alay ve 77. Alay gibi birlikler bu cephede de büyük kahramanlık örnekleri vermişlerdi.
Asım Gündüz ve Hüseyin Erkilet gibi subaylarımızın cesaret ve soğukkanlılıkları büyük bir bozgunu önledi. Kahraman askerlerimiz süngüleriyle fedakârca mücadele ederek düşmana galibiyeti pahalıya mal etmişlerdi.
Falkenhayn, Kudüs'ü savunacağına inanıyordu.
Ancak arka arkaya yaşanan mağlubiyetler komutanlarımızın direncini zayıflatmıştı. İngilizler kasım ayının sonunda şehrin yakınlarındaki Hz. İsmail Tepesi'ni ele geçirdiler. Tepeyi geri almak için yapılan taarruzlar başarısız oldu. Osmanlı kuvvetleri 20 kilometrelik bir savunma hattı kurmuşlardı. Ancak İngilizler yaptıkları taarruzla Türk mevzilerinin bir kısmını ele geçirince savunma hattı yarıldı.
İngilizler savunma hattını yarsalar da kuvvetleri takviye edilmediği için hemen ilerleyecek durumda değildiler. Ancak psikolojik durumun ve şehrin tahrip edilmemesinin istenmemesinin etkisiyle Osmanlı kuvvetleri şehirden çekildiler. Birliklerimiz 8 Aralık 1917 gecesi Kudüs'ü terk etmişlerdi.
9 Aralık 1917 sabahı Belediye Başkanı El-Hüseynî surların dışında şehrin sembolik anahtarını ve teslim belgesini teslim etmek için surların dışına çıktılar. İlk karşılaştıkları kişiler iki aşçıydı. Ardından değişik rütbelerdeki askerlerle karşılaşıldı. Kimse ne yapacağını bilemiyordu. Sonunda 60.Tümen komutanı Shea, Allenby adına şehri teslim aldı.

HAÇLI SEFERİ

Gazze muharebelerinde Türk süvarileri

General Allenby, 11 Aralık 1917'de Yafa kapısından yaya olarak girdi. Avrupa'da yayınlanan resimlerde Allenby'i şehre melekler eşliğinde girerken tasvir edilir. Kudüs'ün düşüşü İngiliz basınında Haçlı seferlerine, Allenby de ilk Haçlı seferinde Kudüs'ü işgal eden Godfrey of Boullion'a benzetildi.
Allenby, asırlar önce Haçlı seferine çıkan ancak başarısız olan İngiliz Kralı Aslan Yürekli Richard'ın yarım kalan Haçlı seferini tamamlamıştı.
31 Ekim 1917 ile 8 Aralık 1917 Kudüs'ün düşüşüne kadar olan sürede Osmanlı askerleri şehid, yaralı ve esir toplam 25 bin kayıp vermişlerdi. Ruhları şad olsun.
//////////////////////////////////////
David Ben-Gurion, 14 Mayıs 1948, Tel Aviv, İsrail Devleti Bildirgesini kamuya açıkladı.

ZOA Koalisyonu (Dünya Siyonist Kongresi) :
ZOA, 1897'de İsviçre'nin Basel kentindeki ilk Dünya Siyonist Kongresinde Yahudi devletinin yeniden kurulması için temel oluşturmaya yardımcı olan tek Amerikan grubuydu. 1919'da, ZOA, Dünya Siyonist Örgütü ve Rus Siyonistleri ile birlikte Paris Barış Konferansı'nda Yahudi halkının önerilerini sunan üç uluslararası Yahudi gruptu ve bu da Yahudi halkının uluslararası yasal haklarını garanti altına alan yetkinin oluşturulmasına yol açtı. İsrail'de bir Yahudi vatanına yerleşmek ve yeniden kurmak için çaba sarf etti..

https://www.jewishpress.com/addendum/sponsored-posts/vote-for-zoa-coalition-if-you-believe-in-defending-israel-and-the-jewish-people/2020/02/09/?fbclid=IwAR167Yb34X9mmG8E0e9WSmr-lvHnwFVoPm_y6lEsqD4dZUdfGDHEND0fiQU











https://www.latest.facebook.com/138816046130315/videos/1658830838497/







Hiç yorum yok:

kim nerde görmüş ise öyle bilir....... Necati Çavdar

  https://www.facebook.com/photo/?fbid=10155049048712700&set=a.10153847261797700 https://www.facebook.com/photo/?fbid=10150497860737700&...