09 Ocak, 2020

İHANET MADALYONU .. Fransa desteğinde Ermeni Çetelerinin Musa Dağı İsyanı ve Fransa'nın çeteleri kaçırmaları(tahliyesi)

2 yıl önce
Necati ÇavdarİHANET MADALYONU albümüne 2 yeni fotoğraf ekledi.
İHANET MADALYONU
Doğu Anadolu’da Rus işgali sırasında gönüllü Rus askeri olan Ermeniler gibi..
Sonrada İngiliz, Doğuda Ermenistan hayaline yatırım yaptı.
Fransız durur mu?
Güneyde de İşgalci Fransız’a, Ermeniler asker olurlar.
Fransızlar, kendisine bedava asker edinebilmek için bölgesindeki Ermenilere Çukurova bölgesinde, “Klikya Ermeni Devleti” kuracağı sözünü verdi.
Böylece İskenderun Körfezi’nden Kafkaslara kadar Büyük Ermenistan’ı kurmuş olacaklardı.
Birinci Dünya Savaşı sonunda ve sonrasında Doğudakiler İngilizler, Güneydekiler Fransızlar tarafından Ermeniler kullanıldı..
Güneyi işgal ederek Ermeniye peşkeş çekmek isteyen Fransızların da desteğiyle teşkilatlanan yerli Ermeniler Müslüman ahaliye katliam yapar.
Orada bulunan halkın özellikle sonradan Kara Hasan Paşa unvanı ile anılacak olan ve işgalci düşmana “İlk kurşunu sıkan” (Kara) Mehmet Çavuş çetesinin karşı durmasıyla Amanos Dağları’na (Musa Dağı ) çekilerek savaşı sürdürürler. O nedenle halk buralara “Gavur dağları” der.
Derecik mevkiine çekilen Ermeniler tutunamazlar
Bunun üzerine 5 bin civarındaki Ermeni, Fransız savaş gemileriyle Musa Dağı’ndan kaçırılarak Süveyş Kanalı’ndaki (Mısır’daki Port Said’de kurulan ) Lazeret toplama kampına götürülür. Eğitilir. Fransızların Doğu Lejyonu birliği oluşturularak Anadoluya Fransız askeri olarak sürülürler..
Süveyş Kanalı’ndaki Lazaret toplama kampına götürülen Ermeniler in içinden okuma yazması olan 500 kişi de Kıbrıs’ta eğitilerek subay yapılır ve Fransız üniformasıyla Türklere karşı savaşan Ermenileri yönetirler.
Savaş sonunda bu kişiler Fransız vatandaşı olarak Fransa’ya giderler..
Tabii ellerindeki belgeler, madalyalarla..
Fransızlar, yenilgiyi kabul edip, 20 Ekim 1921’de Ankara Hükümeti ile Ankara Anlaşması yaptıktan sonra, işgal ettiği Türk topraklarını boşaltmaya başlayınca, isyancı Ermeniler ortada kaldılar. Yaptıkları onca kötülük, katliam ve vahşetten sonra bölgede kalamadılar ve Fransız ordusu ile birlikte çekildiler.

//////////////////////////
https://mahmudcelaleddinoktenaihl.meb.k12.tr/icerikler/fahreddin-pasa_8354149.html
Musa Dağı İsyanını bastıran; 

Fahreddin Paşa.

Fahreddin Paşa.

Medine Müdafii Fahreddin Paşa Kimdir?

28-11-2019

Rusçuk'ta doğdu. Asıl adı Ömer'dir. Soyadı kanunundan sonra Türkkan soyadını almıştır. Babası Mehmed Nâhid Efendi, annesi Bâlî oğullarından Fatma Âdile Hanım'dır. Doksanüç Harbi'nden sonra ailesiyle birlikte İstanbul'a gelen Ömer Fahreddin 1888'de Harp Okulu'nu, 1891'de Erkân-ı Harbiyye'yi bitirdi ve kurmay yüzbaşı olarak orduya katıldı. Balkan Savaşı sırasında Çatalca savunmasındaki başarısıyla Edirne'nin geri alınmasında rol oynadı. Osmanlı Devleti 1914'te I. Dünya Savaşı'na girdiği vakit miralay rütbesiyle Dördüncü Ordu'ya bağlı 12. Kolordu kumandanı olarak Musul'da bulunuyordu. 25 Kasım 1914'te mirlivâlığa terfi ettirildi. 26 Ocak 1915'te 12. Kolordu'daki vazifesine ilâveten Dördüncü Ordu kumandan vekilliğine getirildi. Burada bir yandan tehcîre tâbi tutulan Ermeniler'i yerleştirirken bir yandan da Urfa, Zeytun, Haçin, Musadağı Ermeni ayaklanmalarını bastırdı.

Bu sırada İngilizler'le anlaşan Mekke Şerifi Hüseyin'in isyana hazırlandığı haberinin alınması üzerine Fahreddin Paşa Dördüncü Ordu kumandanı Cemal Paşa tarafından Medine'ye gönderildi (28 Mayıs 1916). Fahreddin Paşa 31 Mayıs'ta Medine'ye ulaştı ve Şerif Hüseyin'in birkaç gün içinde isyan edeceğini Cemal Paşa'ya bildirdi. Şerif Hüseyin ve dört oğlu, 3 Haziran 1916'da Medine çevresindeki demiryolunu ve telgraf hatlarını tahrip ederek isyanı başlattılar. 5-6 Haziran gecesi Medine karakollarına saldırdılarsa da Fahreddin Paşa'nın aldığı tedbirler sayesinde geri püskürtüldüler. Başlangıçta âsilerin sayısı 50.000, bütün Hicaz bölgesindeki Osmanlı askerinin sayısı 15.000 civarındaydı. Fahreddin Paşa hemen karşı harekâta başlayarak Bi'riali, el-İlâve, Bi'rimâşî mevkilerindeki âsileri yenilgiye uğrattı (27 Haziran 1916). Arkasından yeni birliklerle takviye edilen Hicaz Kuvve-i Seferiyyesi kumandanlığına tayin edildi (15 Temmuz 1916). Âsiler, Mekke Valisi Galib Paşa'nın tedbirsizliği yüzünden 9 Haziran'da genel saldırıya geçerek 16 Haziran'da Cidde'ye, 7 Temmuz'da Mekke'ye, 22 Eylül'de de Tâif'e girdiler. Fahreddin Paşa'nın savunduğu Medine dışındaki hemen bütün büyük merkezler âsilerin eline geçti. Bu sırada Kanal Harekâtı bütün şiddetiyle devam ettiğinden Hicaz'a asker gönderilemiyordu. Fahreddin Paşa elinde bulunan son derece kısıtlı imkânlarla Medine'yi iki yıl yedi ay boyunca müdafaa etti. Önce Medine ve çevresinde bir güvenlik hattı oluşturmak için Aşar Boğazı, Bi'riderviş, Bi'riabbas ve Bi'rirehâ mevkilerini âsilerden temizledi. 29 Ağustos 1916'da Medine çevresinde 100 kilometrelik bir emniyet şeridi meydana getirilmiş oldu. Fahreddin Paşa Medine'yi savunabilmek için İstanbul'dan devamlı takviye kuvveti istiyor, Osmanlı hükümeti de onun isteklerine cevap verebilecek durumda olmadığını bildiriyordu. Osmanlı hükümetinin Hicaz'ı kısmen boşaltma kararı alması üzerine Fahreddin Paşa, herhangi bir yağmaya karşı Medine'de Hz. Peygamber'in mezarında bulunan mukaddes emanetlerin İstanbul'a nakledilmesini teklif etti. Sorumluluk kendisinde olmak şartıyla teklifi hükümet tarafından kabul edildi. Fahreddin Paşa bir komisyon kurarak tek tek kontrol ettirdiği otuz parçadan oluşan mukaddes emanetleri 2000 askerin koruması altında İstanbul'a gönderdi. Medine'yi Suriye'den ayıran çölde dolaşan ve yağmacılıkla geçinen bedevîler, Şerif Hüseyin'in hileleri ve İngilizler'in paralarıyla kandırılarak Osmanlı Devleti aleyhine harekete geçirildikleri için Medine'yi Suriye'ye bağlayan demiryolunun korunması güçleşti. Meşhur İngiliz casusu Lawrence demiryolu boyunca dolaşarak rayları dinamitle parçalatıyordu. Her geçen gün çölün ortasında çevre ile irtibatı kesilmiş bir kale durumuna gelen ve iâşesi de azalan Medine'nin tahliyesine karar verildi. Önce yeni tayin edilmiş olan Mekke Emîri Şerif Haydar Paşa ailesiyle birlikte Medine'den ayrıldı. Onları 3-4000 kişilik yerli halk takip etti.

Fahreddin Paşa elinde kalan az sayıdaki kuvvetle hem bu çöl yolunu hem de Medine'yi müdafaaya devam etti. Fakat Hicaz demiryolunun Medine'ye yakın olan Tebük-Medâin arasındaki Müdevvere İstasyonu'nun düşman eline geçmesinden sonra Medine Kalesi isyancılar tarafından kuşatıldı. Hiçbir yerden yardım alamaz duruma gelen şehirde kalmış olan halk ve asker arasında açlık ve hastalık hüküm sürmeye başladı. Bu güç şartlara rağmen Fahreddin Paşa şehrin müdafaasını sürdürdü. Hatta kuşatmadan önce kaleyi tahliye etmesini teklif eden İstanbul hükümetine, "Medine Kalesi'nden Türk bayrağını ben kendi elimle indiremem, eğer mutlaka tahliye edecekseniz buraya başka bir kumandan gönderin" cevabını vermişti. Fahreddin Paşa, "Takdîr-i ilâhî, rızâ-yı peygamberî ve irâde-i pâdişâhî şeref-müteallik oluncaya kadar Medine müdafaası devam edecektir" diyordu; İngilizler'le Araplar'a teslim olmaktansa Hz. Peygamber'in merkadini havaya uçurarak kendisini feda edeceğine dair yemin ediyordu.

Fahreddin Paşa ve askerleri bir taraftan düşmanla, diğer taraftan açlık ve hastalıkla mücadele ederken Kanal Harekâtı felâketle bitmiş, Filistin elden çıkmış ve en yakın Osmanlı kuvvetleri Medine'den 1300 km. uzakta kalmıştı. Bu sırada Osmanlı Devleti mağlûp olmuş ve Mondros Mütarekesi'ni imzalamıştı (30 Ekim 1918). Mütarekenin 16. maddesine göre teslim olması gereken Fahreddin Paşa buna yanaşmadı. Medine'dekiler ise her tarafla irtibatları kesilmiş olduğundan mütarekeden haberdar değillerdi. Olup bitenleri telsiz vasıtasıyla takip eden Fahreddin Paşa, Kızıldeniz'de demirleyen bir İngiliz torpidosu mütareke şartlarını ve Medine'ye ait maddeyi kendisine bildirdiği halde buna cevap vermedi. Ayrıca Bâbıâli'nin Mondros Mütarekesi'ni tebliğ etmek üzere gönderdiği yüzbaşıyı hapsederek İstanbul'u da cevapsız bıraktı. Bir yandan İngilizler, bir yandan Medine'yi kuşatmış olan Şerif Hüseyin'in kuvvetleri Medine'nin bir an önce teslim edilmesini istedilerse de bu isteklerine karşılık vermedi. Bâbıâli İngilizler'in de baskısı üzerine bu defa padişahın imzasını taşıyan bir teslim emrini Adliye Nâzırı Haydar Molla ile Medine'ye gönderdi. Fahreddin Paşa bu emri de dinlemedi. Askerlerin çoğunun hasta olmasına, cephane, ilâç ve giyecek stoklarının bitmesine rağmen direnmeyi sürdürdü. Ancak sonunda kendi subaylarının da baskısı ile teslim olmaya rızâ gösterdi.

Kabul edilen teslim şartlarının başında, "Hicaz Kuvve-i Seferiyyesi kumandanı Fahreddin Paşa hazretleri yirmi dört saat zarfında Hâşimî kuvvetleri karargâhının misâfir-i hâssı olacaktır" ibaresi yer aldığı halde Fahreddin Paşa Ravza-i Mutahhara yakınındaki bir medreseye giderek burada önceden hazırlatmış olduğu yatağına girdi ve bir yere gitmeyeceğini bildirdi. Fakat kendisiyle görüşmeye gelen kumandan vekili Necib Bey ve etrafındakiler tarafından tutulup Hâşimî karargâhında hazırlanmış olan çadırına götürüldü (10 Ocak 1919). Şerif Abdullah'ın kuvvetleri antlaşma gereğince 13 Ocak 1919'da Medine'ye girdi. Böylece Mondros Mütarekesi'nden yetmiş iki gün sonra Medine teslim edilmiş oldu.

İngilizler tarafından "Türk kaplanı" diye adlandırılan Fahreddin Paşa 27 Ocak'ta savaş esiri olarak Mısır'a gönderildi. 5 Ağustos'ta Malta'ya sürgün edildi. Sürgün sırasında, savaş suçlularını yargılamak üzere işgalci devlet tarafından İstanbul'da kurdurulan ve başkanından dolayı halk arasında Nemrud Mustafa Dîvânıharbi adı verilen mahkemece ölüme mahkûm edildi. Ancak Fahreddin Paşa Ankara hükümetinin gayretleriyle 8 Nisan 1921'de Malta'dan kurtuldu. Berlin'de karşılaştığı Enver Paşa'nın daveti üzerine Moskova'ya geçti. Burada İslâm İhtilâl Cemiyetleri İttihadı Kongresi'ne iştirak etti. 24 Eylül 1921'de Millî Mücadele'ye katılmak için Ankara'ya geldi. 9 Kasım 1921'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin Kâbil sefirliğine tayin edildi. Türk-Afgan dostluğunun gelişmesinde önemli rol oynadı. Ruslar'la mücadele eden Başkırdistan Cumhurbaşkanı Zeki Velidi Togan'a yardımda bulundu. 12 Mayıs 1926'da görevinin sona ermesi üzerine yurda döndü. 5 Şubat 1936'da Türk Silâhlı Kuvvetleri'nden tümgeneral rütbesiyle emekliye ayrıldı. 22 Kasım 1948'de vefat etti ve vasiyeti üzerine Rumelihisarı'na defnedildi.


BİBLİYOGRAFYA

E. Bremond, Le Hedjaz dans la Guerre mondiale, Paris 1931, s. 21-117.

Bayur, Türk İnkılâbı Tarihi, III/3, s. 236-350.

Muharrem Mazlum İskora, Harp Akademileri Tarihçesi: 1846-1965, Ankara 1966, s. 27-29.

Yakın Tarihimiz, İstanbul 1962, I-II, tür.yer.

Naci Kâşif Kıcıman, Medine Müdafaası, İstanbul 1971.

Feridun Kandemir, Peygamberimizin Gölgesinde Son Türkler (Medine Müdafaası), İstanbul 1974.

a.mlf., "Birinci Dünya Savaşı'nda Medine Müdafaası", Resimli Tarih Mecmuası, sy. 10, İstanbul 1950, s. 11-15.

Cemal Paşa, Hatıralar, İstanbul 1977, s. 222-226, 327-336.

Ömer Kürkçüoğlu, Osmanlı Devleti'ne Karşı Arap Bağımsızlık Hareketi (1908-1918), Ankara 1982, s. 240-242.

T. Edward Lawrence, Seven Pillar of the Wisdom, London 1983, s. 67 vd.

J. Pomiankowiski, Osmanlı İmparatorluğunun Çöküşü (1914-1918) (trc. Kemal Turan), İstanbul 1990, s. 202-204, 245-246, 304, 348.

Süleyman Yatak, Fahreddin Paşa ve Medine Müdafaası (doktora tezi, 1990), MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü.

Kral Abdullah, "Hatıralar" (trc. Özcan Erektiren), Hayat Tarih Mecmuası, sy. 6, İstanbul 1970, s. 61-68.

R. Ekrem Koçu, "Medine Müdafii Fahreddin Paşa", a.e., sy. 11 (1972), s. 9-13.

 

Salahi R. Sonyel, "İngiliz Belgelerine Göre Medine Müdafii Fahrettin Paşa", TTK Belleten, XXXVI/143 (1972), s. 333-375.


///////////////
https://yenidenergenekon.com/749-musa-daginda-40-gun-romanin-yazari-ermeni-yalanlarina-inandigi-icin-utanc-icindeymis/

“Musa Dağı’nda 40 Gün” Romanın Yazarı Ermeni Yalanlarına İnandığı İçin Utanç İçindeymiş!

Yayin Tarihi 23 Şubat, 2015 
Kategori ERMENİ SORUNUKATEGORİLENMEMİŞ

Musa Dağı’nda 40 Gün

Musa Dağı, Hatay İli’nin Samandağ  İlçesi’nin  kuzeyindedir. 1 000 m. yükseklikteki sarp kayalık arazi yapısı yürümeyi ve hareket etmeyi engelleyen sık çalılıklarla kaplıdır.

image001

Hatay/ Samandağı’nın Genel Konumu

image002

Musa Dağı

Birinci Dünya Savaşı sırasında, İtilâf Devletleri’nin İskenderun bölgesine bir çıkarma yapacağı sözleri etrafa yayılmıştı.

Bunun üzerine Samandağı’ na bağlı yedi köyde bulunan  Ermeniler, bölgedeki komiteciler, kilise papazları, öğretmenler ile İngiliz ve Fransızların kışkırtmasıyla ayaklandılar..

Ermeniler nasihatlere kulak asmayıp bir de silâhla karşılık verince, İtilâf Devletleri’ne karşı bölgeyi emniyete almak isteyen Osmanlı Hükûmeti, yedi günlük bir süre vererek Ermenilerin bölgeyi terk etmelerini istedi.

Ancak, bu karara itibar etmeyen 5 000 civarındaki Ermeni, silâhları, bombaları, cephaneleri, erzak ve hayvan sürüleriyle Hatay’ın Samandağı (Süveydiye) kasabası (günümüzde ilçe) yakınlarındaki Musa Dağı’na çıktılar.

İsyancılar, İskenderun yakınlarındaki Fransız ve İngiliz gemilerine haberciler göndererek birlikte saldırıya geçmeyi teklif ettiler.

Olay üzerine, 41 nci Fırka (Tümen)‘dan iki Alay ve bir Cebel (Dağ) Takımı bölgeye sevk edildi. 

Etrafı saran Türk kuvvetleri, 12 Ağustos 1915’te, Ermenilerin saklandıkları Damlat’a hareket ettiler. Ancak, erzakları tükenen ve düşmanlarla anlaşan  5 000 civarındaki Ermeni, geceleyin Fransız gemileri  Victor Hugo, Henri Quatre ve bazı İngiliz gemileriyle Mısır’ın Port Said limanına kaçırıldılar. 

image003

Musa Dağı’na Çıkan Silâhlı Ermeniler

Birinci  Dünya Savaşı’nda çıkan bu olayı, o zaman Halep Valisi olan General Fahrettin Türkkan şöyle anlatır:

“Birinci Dünya Harbi sırasında İtilaf devletlerinin İskenderun Bölgesi kıyılarına bir çıkarma yapacağı sözleri etrafa yayılınca Samandağ Bucağına bağlı yedi Ermeni köyü halkı, hükümete olan vergi borçlarını ödememişler, ordunun ihtiyacı için gereken yardımı yapmamışlar ve isyan etmişlerdir.

Bu isyanın hemen bastırılması için askeri kuvvetlere ihtiyaç duyulmuş; bunun üzerine bir Jandarma Alayı olay bölgesine gönderilmiştir.

Daha sonra da 4 ncü Ordu Komutanlığı tarafından bu bölgelerde yaşayan Ermenilerin başka yerlere göç ettirilmesi Başkomutanlığa önerilmiştir. Başkomutanlıktan alınan yetkiye göre asilere göç için yedi günlük süre verilmiş, fakat asiler bu sürenin sonunda göç etmeyerek Musa Dağı’na çıkmışlardır.

Hükümet emirlerine uymaları için asilere memurlar gönderilmişse de Ermeniler, bunları dinlememiş ve silâhla karşı koymuşlardır. Başka bir çıkar yol bulamayan bölge komutanı Albay Galip, Jandarma Alayı ile Musa Dağı’ndan inen yolları kontrol altına aldırmış ve bizzat kendisi Musa Dağı’na çıkarak son bir defa daha isyancılarla konuşmak istemişse de dağ üzerinde hiçbir kimsenin kalmadığını görmüştür.

Yapılan incelemede Ermenilerin denize doğru uzanan bir yamaçtan Akdeniz’e  indikleri anlaşılmıştır. İzleri takip ederek deniz kıyısına kadar inen Albay Galip burada 20-30 kadar hayvan ölüsüyle karşılaşmıştır.

Yapılan araştırmada İskenderun kıyılarını gözetleyen bir Fransız harp gemisinin, Musa Dağı’ ndan verilen işaret üzerine kıyıya bir sandal göndererek buradaki Ermeni çete başlarını ve diğer isyancıları gemiye taşıdıkları anlaşılmıştır.

Daha sonra Musa dağında yapılan araştırmalarda hiçbir insan cesedine rastlanmadığı gibi; yaralı veya hasta bir kimse de bulunamamıştır.”

image004

Ermenileri Musa Dağı’ndan Taşıyan Fransız Gemisi

image005

Ermenilerin Gemiye Çıkışları

Musa Dağı olayı kısaca böyledir.

Fransızlar Birinci Dünya Savaşı’nda İskenderun bölgesiyle Halep ve Hatay vilayetlerinin Akdeniz’ e en önemli giriş ve çıkış kapısı olarak gördükleri Samandağ bölgesine önem vermişler; hatta bu bölgeye karşı çıkarma harekâtı yapma olanaklarını araştırmışlardır.

Bu amaçladır ki, Fransızlar, İskenderun Şehrini 6 defa bombalamışlar; bölgenin Hıristiyan halkını ayaklandırarak Osmanlı hükümetini güç bir durumda bırakmak istemişlerdir. Ancak, savaşın sonuna kadar böyle bir girişimi uygulamaya cesaret ve fırsat bulamamışlardır.

4 ncü Ordu Komutanlığı’nın Başkomutanlığa gönderdiği 14 Eylül 1915 tarihli raporun bir bölümü şöyledir:

“ Antakya İlçesi’nden uzaklaştırılacak Ermeniler, Süveydiye (Samandağ)’nin kuzeyindeki dağlarda toplanarak hükümete karşı koymaya karar vermişlerdir. Bunlardan bir- iki kişi sahilden kayıkla düşman gemilerine kaçmışlardır. İhtimal ki, bunların daveti üzerine Süveydiye  bölgesinde düşmanlarımızın Victor Hugo ve Dördüncü Hanri harp gemileriyle isimleri anlaşılmayan diğer üç gemisi toplanmıştır. İsyana karşı 41 nci Tümen’in iki Alayı ile bir Dağ Topçu Takımı gönderilmişti. Fransız harp gemilerinin Kabaklı civarında kıtaların ordugâhını bombardıman etmeleri sırasında asker ve halktan sekiz kişi ölmüş, iki kişi yaralanmış, 20 hayvan ölmüş veya yaralanmıştır, Kabaklı Köyü tahrip edilmiştir.” 

22 Eylül 1915 tarihli Fransız bildirisi şöyledir:

“Fransız kruvazörleri  Antiyuh Limanı’nın kuzeyinde, Musa Dağı’nda bulunan ve Temmuz 1915 sonlarından beri direndikleri halde artık mühimmat ve yiyecek maddeleri kalmamış olan 5 000 Ermeni muhacirini alarak Port Said’e taşımışlardır.” 

Amerika’da yayınlanan Avutlovk Gazetesi’nin 1 Aralık 1915 tarihli sayısında Zeytun ve Musa Dağı olayları hakkında Papaz Dikran Andersyan özetle şunları yazıyor:

“…Antakya Valisi, Musa Dağı bölgesinde bulunan altı köy halkının başka bölgelere gönderilmek üzere hazır olmalarını bildirdi.  Biz durumu sabaha kadar konuştuk. Paytiya Protestan Kilisesi’nin  Rahibi Horuton Nuhutyan, hükümetin emrine uymayı ve durumun yakında düzeleceğini söyledi. Onun köyünden 60 aile göç ettirildiler. Biz, Musa Dağı’nın yüksek tepelerine yiyeceğimizi ve götürülmesi mümkün olan her şeyi götürerek karşı koymaya karar verdik.

Bütün koyun ve keçi sürülerini  ve savunma için gerekli silâhları taşıdık. Elimizde 120 adet son model tüfek, av tüfekleri, eski filintalar ve süvari tüfekleri vardı. Biz savaşırken Çanakkale önünde bulunan Türk  kuvvetlerinin  ezileceği ve bu suretle bütün memleketin kurtulacağını umuyorduk. Mevcudumuz 5 000 kişi kadardı. Dağda savunma için siperler yapmaya başladık. Bir savunma komitesi kurduk; dağın geçitleri tutuldu.

Hükümetin davet önerisi, 13 Temmuz 1915’te bize bildirildi. Kabul edilmemesi üzerine 21 Temmuz 1915’te Türk taarruzu başladı. Türklerin top da kullanarak yaptıkları taarruzları kırdık. Onları  dağa çıkarmadık. Biz sayıca onlardan fazlaydık. Bir gece hücumu yaptık. Türkler geri çekildi, 200’den fazla Türk askeri öldürüldü ve bazı ganimetler de alındı. Yiyeceğimiz azalıyordu. Bu nedenle de denizden kaçmayı düşünmeye başladık.

Halep’teki Amerikan Konsolosu Mr. Jakson’a bizi denizden kaçırması için ricacı gönderdik. Bu şahıs kimseyi bulamadan geri döndü.

İskenderun’a gönderdiğimiz haberi daha sonra üç nüsha yazdık. Civara nöbetçiler koyarak İtilâf Devletleri harp gemilerini gözetlettirdik.

…Günler geçti, denizde hiçbir gemi görülmedi. Bunun üzerine  büyük bir bez diktirerek üzerine  ‘Hıristiyanları felâketten kurtarınız. İmdat !’ kelimelerini yazdırdım. Bu bezi kıyıda bir yere dikerek bir nöbetçinin muhafazasına verdim.

Türkler taarruzlarını durdurmuşlar, bize teslim olmamızı öneriyorlardı.  Savunmaya geçtiğimizin 53 ncü günü Goşin adında dört bacalı Fransız  harp gemisi bizi görmüş; gemi komutanının isteği üzerine durumu anlattık.  Çok geçmeden Amiral Gemisi Jandark Kruvazörü ile birkaç harp gemisi ufukta göründü. Bütün eşyalarımızla gemiye geçtik. Sonra bir İngiliz Kruvazörü de geldi ve biz dört Fransız ve bir İngiliz harp gemisiyle gayet rahat olarak 14 Eylül 1915’te Port Said’e geldik.”  

Belgeler, Fransızların, 1914 yılından itibaren, Ermeniler’e tarihte Kilikya ( Antik dönemde, günümüzdeki Çukurova ile Mersin arasındaki kıyı bölgesi ile bunların arkasında kalan Toros Dağları’nın güney etekleri arasında kalan bölgeye Kilikya  adı verilirdi. Coğrafi bir bölgenin adıydı. Ermenilerle ilgisi yoktur. Ancak, Ermeniler, 11 nci yüzyılın sonlarında, bu bölgede 300 yıla yakın hakimiyet süren küçük bir krallık  kurmuşlardı. ) olarak tanınan bölgede bir devlet kurmak için söz verdikleri ve onlarla sıkı bir işbirliği içine girdiğini göstermektedir.

Fransa’nın Ortaelçisi Defrance’tan Fransa Dışişleri Bakanı Delcasse’ye gönderdiği raporda şunları yazılı:

“…Ermeni savaşçılar 40 gün Türklere karşı direnmişlerdir. …Şefleri akıllı ve enerjik biridir. General Maxwell kabul ettikten sonra onu Intelligance Office askerlerine emanet etmiş; bunlar İskenderun bölgesinde Asi Irmağı’nın ağzıyla  Toprakkale arasında yapılacak bir çıkarma operasyonundan bahsetmişler. Bahçe Tüneli’ni havaya  uçurarak Halep ile Adana arasındaki bağlantıyı kesmeyi, bu bölgedeki elektrik fabrikalarını imha etmeyi hedeflediklerini bildirdiler.”  

Mısır’da yayınlanan Egyptian Gazette’si 21 Ekim 1915’te, Musa  Dağı’ndan çekilenlerden birinin ifadesine yer verdi:

“…Tepenin eteğindeki köylerimizi savunmanın imkânsız olduğunu düşünerek alabildiğimiz kadar yiyecek ve malzeme ile üç saat mesafedeki Musa Dağı’nın Damlacık denilen tepelerine çekildik. Altı Ermeni köyü olarak toplam 5 000 kişi idik. Hayatta kalanlar 4 yaşın altındaki bebek ve çocuklar 413, 4-14 yaş arası kızlar 505, 4-14 yaş arası oğlanlar 606, 14 yaş üstü kadınlar 1 449, 14 yaş ve üzeri erkekler 1 076 olmak üzere toplam 4 049 kişidir.” 

image006

Port- Said’deki Ermeni Çocukları

Sadece Fransızların değil, İngilizlerin de Ermeniler ile yakın temasa geçerek onları ayaklandırmaya çalıştıkları belgelerle ortadadır.

Nitekim 12 Kasım 1914 günü İngiltere’nin Kahire’deki diplomatik temsilcisi M. Chcetham, Dışişleri Bakanı’na gönderdiği telgrafta özet olarak şunları yazmıştır:

“Boghos Nubar Paşa, Türkiye ile reformlar konusunda anlaşmak için pek umudu kalmayan Kilikya Ermenileri’nin, Adana, Mersin ve İskenderun’a yapılacak bir çıkarmada Müttefiklerin safında gönüllü olarak yer alabileceklerini; bölgenin dağlık kısımlarındaki Ermenilerin de silâh ve cephane ile donatılırsa Türklere karşı isyan edebileceklerini, ifade ediyor.”  

İngilizler bu bağlamda, İskenderun Körfezi’ne küçük bir birlik çıkarmış, yapılan top atışında bazı köyler isabet almış, birkaç sivil vatandaşımız hayatı kaybetmiştir.

Suriye Ordusu Komutanı Cemal Paşa, bu durumu protesto etmiş, tekrarı halinde mukabelede bulunulacağını bildirmiştir.

Fransız arşiv belgelerinde, Fransa’nın Port Said istihbaratı ve Mısır  Ortaelçiliği ile Fransa Dışişleri Bakanlığı arasında, Eylül 1915 tarihlerinden itibaren 1916 Kasımına kadar, Musa Dağı Ermenileri başta olmak üzere Mısır’daki Ermenilerin çeşitli işlerde kullanılması ve gönüllü olarak ne kadar kişinin silâh altına alınabileceği, bunların eğitimi gibi konularda pek çok yazışma olduğu gözlemlenmektedir. 

Fransızlar, Musa Dağı’ndan getirip Port- Said’e yerleştirdikleri  4 000 kadar Ermeniyi, kendi topraklarına yerleştirilmesi için  İngiltere, İtalya, Rusya ve Cezayir’e başvurdu; hiçbiri kabul etmeyince de Fransızlar bunları Osmanlılara karşı kullanmayı düşünerek 15 Kasım 1916’da Legion d’Orient (Doğu Lejyonu) kurma kararı aldılar. Bu birliğin adı 1918’de Ermeni Lejyonu oldu.  

Bu lejyonun kurulmasında büyük payı olan Fransız Albay Bremond  kendi Dışişleri Bakanlığı’na verdiği raporda şunları yazmıştır;

 ”Musa Dağı’ndan getirdiğimiz Ermeniler için size daha önce de yazmıştım. Bunların kamp masraflarını -ayda 30.000 Frank’ın üzerinde- savaş sonunda nasıl olsa İngiltere’ye ödemek zorundayız. Hiçbir teşebbüste bulunmazsak, üstelik parasını cebimizden ödeyerek, bu Ermenilerin İngilizleşmelerine, Amerikanlaşmalarına veya Ermenileşmelerine imkân vermiş olacağız. Bunun için de, şimdiye kadar olan davranışlarımızdan derhal vazgeçip tam bir geriye dönüş yapmamız lâzımdır. Bugün süratle davranırsak bu Ermeniler her istediğimizi yapacaklardır. Bunun temini için de başlarına bir Fransız subayını kumandan tayin etmemiz ve bu subayı da doğruca Paris’e bağlamamız gereklidir. Böylece elimizin altında güvenebileceğimiz bir güç bulunacaktır. Unutmayalım ki aksi bir davranış ile bu Ermenileri kaybedeceğiz ve üstelik bunlardan faydalanacak olan İngiltere’ye de para ödeyeceğiz.”  

Ermeni Lejyonu, her biri 200 kişi olan altı bölükten kuruldu. 160 Suriyeli gönüllüden de bir bölük teşkil edildi. Bu birliklerin en iyileri Osmanlı ordusunda asker olan Ermeniler ve Musa Dağı Ermenileri idi. Bu lejyondaki Ermeniler Kıbrıs’ta Magosa’nın Monarga (Boğaztepe) Ermeni Lejyoner askerî kampında eğitildiler. Ermenilerden oluşturulan üç taburluk bu lejyon kuvveti 1919 ve sonrası Fransa adına Antep, Maraş, Adana ve Urfa bölgesinde Türk İstiklâl Mücadelesine karşı savaşmıştır.  

Kısacası, Musa Dağı’ndan giden Ermenilerden oluşturulan Doğu Lejyonu, 1917’de General Allenby’nin komutasında Filistin cephesinde; 1918’de Kafkaslar’da çarpışmış; 1919’da ise Fransız kuvvetleriyle Çukurova’yı işgal etmiştir.  

*****

Musa Dağı’ndan çekilen Ermenilerin Mısır’a gitmesinden sonra, bölgede olaylar durulmadı.

Mondros Ateşkes Antlaşması 30 Ekim 1918’de imzalandıktan sonra, İtilaf Devletleri ateşkesin yedinci maddesine dayanarak işgallere başladılar.

Bu çerçevede, Fransızlar da; İskenderun, Dörtyol, Antep, Maraş, Urfa ve Adana’yı işgal ettiler.

Bu ortamda, bölgeden ayrılan ( Doğu Lejyonu dışındaki ) Ermeniler de akın akın doğdukları topraklara döndüler. (Eğer Türkler, Ermenilere soykırım uygulamış olsalardı, şüphesiz kimse öldürüleceği yere dönmezdi !)

Yuvalarına dönen bazı Ermeniler, huzur içinde yaşamak yerine, macera aramaya devam ettiler. Azınlık da olsa bunlar, hâlâ azınlık oldukları bölgede Kilikya Ermeni devleti kurma düşünden vazgeçmemişlerdi

Türklerin, Fransız- Ermeni işgalcilerini geriye püskürtmesinden ve Ermeni- Fransız boyunduruğunu hiçbir zaman kabul etmeyen  Mersin ve Tarsus halkının yeniden  kendi ülkelerinin  efendileri olmalarından çok sonra,  bir avuç Ermeni fanatiği Ceyhun ve Seyhun ırmakları arasındaki bölgeyi işgal ederek “özerkliklerini” ilân ettiler. Bu saçma eylemin elebaşısı Mihran Damatyan  adında, Sasun ayaklanması  sırasında ilk kanlı tacını giymiş bir teröristti.

Damatyan, 5 Ağustos 1920 günü, Fransız mandası altında “Bağımsız Ermeni Devleti Kilikya” yı kurduğunu ilân etti ve kendisine kayıtsız şartsız  bağlı bir avuç Ermeni teröristle, Adana Vali Konağı’nı işgal etti. Kendisini de Fransız himayesi altında Ermeni Valisi atadı. Sonuçta, tüm bu komedi bir saate kalmadan son buldu. 

Bölgedeki tek Ermeni  köyü olan Vakıflı Köyü Muhtarı  Berç Kartun’un ifadesine göre, Birinci Dünya Savaşı sonunda Osmanlı Devleti yenilince, Fransızlar bölgeyi işgal ettiler. Musa Dağı olayı nedeniyle Mısır’a giden Ermenilerin büyük bir bölümü geri döndü. Ancak, Hatay Cumhuriyeti kurulunca bu Ermenilerin büyük  kısmı Suriye’ye geçerek orada yaşamaya başladı. (Takvim, 8 Eylül 2009)

***

Özellikle Ermeni Diasporası (x) ve  Ermeni Diasporası yanlısı  yazarlar bu Musa Dağı olayını  bir kahramanlık gibi naklederler.

Sonraları Franz Werfel  adlı Avusturyalı roman ve oyun yazarı, 1933 yılında, ABD’de, kendisine anlatılanlardan yola çıkarak “The Forty Days of Musa Dagh” (Musa Dağı’nda 40 Gün)  isimli bir roman yazdı.

image007

image008

Roman tüm dünyada geniş yankı buldu,  daha sonraları da filme çekildi. Yanlış olarak bir tarih kitabı veya belgesel olarak algılanan roman ve film, tüm dünyada Türk aleyhtarı bir kamuoyunun oluşmasında hayli tesirli oldu.

Kitap, bir süre sonra Türkçe’ye de çevrildi.

image009

Kitabın Türkçe Baskısı

Werfel, Viyana’da (bir din adamının asla yalan söyleyemeyeceğini düşünerek) bir Ermeni rahibin kendisine anlattıklarından yola çıkmış, kendisine verilen tamamen hayali belgeleri gerçekmiş gibi kabul ederek tamamen hayali bir kitap yazmıştı.

15 Aralık 1935 günü, İstanbul’da  Pangaltı Ermeni Kilisesi’nde toplanan bir grup Ermeni , Franz Werfel’in, , “Musa Dağda Kırk Gün” adlı eserini “Türk milleti hakkında iftiralarla dolu olduğu” gerekçesiyle yaktı.

Albert Jean Amateau ( Abraham Sou Sever), Muğla’nın Milâs İlçesi’nde doğmuş, İzmir Amerikan Lisesi’nde okumuş, 1910’da Amerika’ya göç etmiş Yahudi Haham, İş Adamı, Avukattır.

Amateau (Abraham), vasiyetnamesinin bir parçası olarak, Ermenilerin soykırım iddiaları ve propaganda yöntemleri hakkında kendi kişisel görüşlerini ve deneyimlerini dile getiren bir yazı kaleme almıştır. Franz Werfel hakkında anlattıkları özellikle çok önemlidir.

Aslı, (City of Santa Rosa, Count of Sonoma in the State of California)  ABD’de California eyaletinin Santa Rosa şehrinin Sonoma  kasabasında Noter’de  saklanan ifadenin kopyası  tüm bilim kuruluşlarının hizmetine sunulmuştur.

image010

Albert Jean’in İfadesi

Albert  Jean Amateau (Abraham Sou Sever)’in Musa Dağı’ndaki olaylar ve Franz Werfel ile ilgili anlattıkları şöyledir:

“…Musa Dağı ile ilgili gerçek gün ışığına çıkarsa bu, Ermeni aldatmacasının  ve isyanın en iyi kanıtı olurdu. Musa Dağı’nın tepelerinde 5 bin Ermeni toplanmıştı. Yanlarında bir ablukaya direnecek kadar malzeme ve yiyecek depolamışlardı. Buradan Osmanlı ordusu hatlarının gerisine saldırılar düzenliyorlardı. Bu saldırılardan sonra Ermeniler yeniden Musa Dağı’na çekiliyorlardı. Osmanlılar sonunda Ermenilerin kurduğu kaleyi tespit ettilerse de ne saldırabildiler, ne de burayı ele geçirebildiler. Kale 40 gün dayandı. Bu, Osmanlı hükümetinin gözü önünde ne büyük bir hazırlık yapıldığına iyi bir örnektir.

…Musa Dağı’nı tam 40 gün süreyle işgal altında tutan binlerce Ermeni, Osmanlıların dağın ön cephesini kuşatmalarını fırsat bilip, gizli bir geçitten Akdeniz’e ulaştılar.

Ermeniler, Akdeniz’de dolaşan Fransız ve İngiliz donanmalarına ışıkla sinyaller vermişler ve onlardan sinyaller almışlardı. Dağdan kaçan binlerce Ermeni, İngiliz ve Fransız gemileriyle  İskenderiye’ye, Mısır’a taşındılar.  Binlerce kişinin hayatlarını kaybettiğini ileri sürmenin kendi çıkarlarına olacağına olacağını düşünerek, Fransızlar ve İngilizler tarafından kurtarılışlarını gizli tuttular.

Artık aramızda olmayan çok değerli dostum Franz Werfel, ‘Musa Dağının 40 Günü’  kitabının yazarı, yazdıklarının doğru olup olmadığını araştırmak üzere hiçbir zaman bu bölgeye gitmedi.

Ermeni dostları Viyana’da ona ne anlattılarsa o da öyle yazdı. Ölmeden önce bana böyle bir kitap yazdığı için utandığını anlattı: Ermenilerin pek çok asılsız iddia ve sahte belge vererek kendisini kandırdıklarını açıkladı. Ancak bu olguyu açıkça itiraf etmekten de çekindiğini, Taşnak teröristlerince öldürülmekten korktuğunu da itiraf etti.” (Prof. Dr. Erich Feigl, Bir Terör Efsanesi, İstanbul, 1987, Sayfa 132- 133) (Jean Amateau’nun Sonoma kasabasındaki Noter’e verdiği yeminli ifadeler için Bkz: “Azmi Süslü, Ermeniler ve 1915 Tehcir Olayı, Yüzüncü yıl Üniversitesi Yayını, Van, 1990, Sayfa 184- 193)

Prof. Dr. Erich Feigl’in konuyla ilgili tespiti de ilgi çekicidir:

“Aram Andonyan adlı bir Ermeni, 1920’li yılların başında bir belge koleksiyonu (aslında belgelerin fotoğraflarını) yayınlamıştı.

Franz Werfel, tabi başlangıçta gönülden inanarak, Musa Dağı’nın 40 Günü adlı olağanüstü romanını Osmanlı hükümetinin bu ‘kıyım fermanı’na (yani Aram Andonyan’ın sahte belgelerine)  dayanarak yazmıştı. Bir sahtekârlığa kurban gittiğini çok geç anladı ve Ermeni baskısından korktuğundan bu hatasını açıkça kabul etmeye cesaret edemedi.” 

KISACA:

Birinci Dünya Savaşı’nda, jeopolitik açıdan çok önemli bir konumda olan Hatay’ı, İngiliz ve Fransızların işgal edeceği haberi yayılınca, Hatay/Samandağı’nda bulunan bir grup Ermeni, bu durumdan yararlanmak istedi ve Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklandı.

Osmanlı güvenlik güçlerinin olaya müdahale etmesi üzerine, bölgedeki Musa Dağı’na çekilen silâhlı Ermeniler, bir süre direndikten sonra,Osmanlı güvenlik güçlerinin etkili olmaya başladığını görünce, Musa Dağı’ndaki gizli geçitlerden yararlanarak deniz kıyısına indiler ve burada İngiliz ve Fransız gemilerine binerek Mısır’da Port- Said’e gittiler.

Port- Said’de eli silâh tutan Samandağlı Ermeniler’den silâhlı lejyoner birlikler oluşturuldu. Bu birlikler, savaşı ilerleyen safhasında, Fransız askerleriyle birlikte ve Fransız üniformasıyla, Osmanlı’ya yani bölgede beraber yaşadıkları komşularına karşı silâh kullanmaktan kaçınmadılar.

Birinci Dünya Savaşı sona erince, Osmanlı Devleti, tehcire tabi tutulan veya yaşadıkları toprakları terk eden Ermenilerin, tekrar geri dönmelerine izin verdi; geri dönenlere her türlü maddi kolaylığı da sağladı. Samandağı’ndan giden Ermenilerin önemli bir kısmı geri döndü. (‘Osmanlı Devleti, eğer soykırım yaptıysa, bunlar neden geri döndü ?’ diye kimse neden sormuyor?)

Ermenilerin devlete karşı ayaklanmaları unutuldu!..

Aradan yıllar geçti…Franz Werfel adlı Avusturyalı bir yazar, bir Ermeni papazın anlattıklarını gerçek ve doğru sanarak, duyduklarını roman haline getirdi ve adını “The Forty Days of Musa Dagh” (Musa Dağı’nda 40 Gün) koydu. Kitap, tüm dünyada gerçekmiş gibi algılanarak büyük yankı yarattı.

Wefel, aradan bir süre geçtikten sonra, kendisine anlatılanların doğru olmadığını anladı; yazdıklarından pişman oldu, bu düşüncelerini yakın arkadaşlarıyla paylaştı, ama iş işten geçmiş, Ermeni Diasporası’nın emellerine alet olmuştu.

SON SÖZ:

Atatürk’ün dediği gibi, “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa, değişmeyen hakikat insanı şaşırtacak bir mahiyet alır.”

Tarihini iyi öğrenen Türk çocukları vatan, millet ve devlet sevgisini kazanır, fedakârlık ve milli dayanışma duygularını geliştirirler.

Genç nesillerin, milletlerinin meselelerini, ülkelerine yönelen tehditleri bilmeleri de ancak Türk tarihini iyi bilmelerine bağlıdır.

Tarihimizi bilmemiz, hem de çok iyi bilmemiz gerek.

Unutmayalım: tarihini bilmeyen milletler, köksüz bir çınara benzerler, en ufak rüzgârda devrilirler.

Diaspora : “Çok uzun bir zamandan beri bir kavim, ulus veya inanç mensuplarının ana yurtlarından koparak başka yerlerde azınlık olarak yaşamalarıdır.” Sözcük hem “kopma eylemini”,  hem de “kopup azınlık olarak yaşayan kimseleri” ifade eder.

Ermeni Diasporası: Dünyanın pek çok ülkesine dağılmış olarak yaşamalarına rağmen kavimsel kimliklerini kaybetmemekte direnen Ermeniler anlamına gelir. Modern Ermeni Diasporası 1890′lı yıllarda Osmanlı Devleti’nde yaşayan Ermenilerin ekonomik ve siyasi nedenlerle Amerika kıtasına göç vermesiyle başlamış, 1915′ten sonra ülkelerinden ayrılan Anadolu Ermenilerinin dünyaya yayılmasıyla büyümüştür. .

KAYNAKLAR:

(NOT: Yukarıdaki araştırma metni, bu sitedeki diğer araştırma metinleri gibi,  çeşitli kaynaklardan derlenerek hazırlanmıştır. Kaynaklar ve dipnotlar, görülen lüzum üzerine metne ilâve edilmemiştir. Arzu eden, şüphesiz çok daha geniş kaynak elde edebilir. )

AHMET AKYOL

http://www.ahmetakyol.net/musa-daginda-40-gun/

/////////////////
https://turksandarmenians.marmara.edu.tr/tr/ermeni-hareketleri-catisma-mi-ayaklanma-mi/

Ermeni Hareketleri Çatışma mı Ayaklanma mı?

1915 Türk- Ermeni ihtilafının en şiddetli tartışma alanı, savaş yıllarında ve sonrasında etkili propagandalarla karartılmış olan savaş stratejisidir (Özdemir, 2005). Tarih yazımı açısından, uzlaşma devletlerinin Gelibolu Yarımadası’na çıkarma yapacakları günlerde Doğu Anadolu’da Ermenilerin ayaklama çıkarmasının ne anlama geldiği önemli bir sorudur. Bunun raslantı mı yoksa İngiltere’nin ve Rusya’nın bir planı mı olduğu sorusunda ise farklı cevaplar ortaya çıkmaktadır. Bu sorunun yanıtı Ermeniler için Osmanlı egemenliğinden kurtulup bağımsız olma anlamı taşır. Üçlü uzlaşma devletleri içinse Ermenileri kullanarak bir savaş yaratmak ve Türkleri arkadan vurmaktır. Türklere göre ise devletin varlığını tehlikeye düşüren ve bastırılması zorunlu bir harekettir (Karal, 1996: 452).

Urfa İsyanında Ermeni Komitacıların Kullandığı Ateşkes Bayrağı

Urfa İsyanında Ermeni Komitacıların Kullandığı Ateşkes Bayrağı

Ermenistan’dan Nicolay Hovannisyan bir incelemesinde Sasun, Çatak, Van , Şebinkarahisar, Musa Dağı ve Urfa’yı ana ayaklanma merkezleri olarak belirtmiştir. Ancak, bu altı önemli merkez dışında küçük yerleşimlerde de ayaklanmalar olmuştur (Hovannisyan, 2005:118). ABD’li Vahank N. Dadrian ise bir “Ermeni Savının Yanlışlığı” adlı çalışmasında sadece “biraz önem taşıyan dört ayaklanma olayı”ndan söz etmiştir (Dadrian, 2005:198). Bu ayaklanmalar Van, Şebinkarahisar, Musa Dağı ve Urfa’da gerçekleşmiştir. Türklere yönelik suçlamalarıyla bilinen bu akademisyene göre ; “Bunlar (Van, Şebinkarahisar, Musa Dağı ve Urfa ayaklanmaları) yalnızca ayrı ayrı, yerel düzeyde ve bağlantısız olaylar değil, aynı zamanda ve kendiliğinden gelişmiş, yakında gerçekleştirilecek olan tehcire direnmek üzere çaresizce kalkışılan eylemlerdir” (Dadrian, 2005:198). Burada üç soru ortaya çıkmaktadır. Bu olaylar Hovannisyan’ın dediği gibi kendini savunma mıdır? Dadrian’ın dediği gibi çaresizce kalkışılan eylemler midir ? Yoksa Osmanlı Devleti’nin karşlılaştığı kriz sonucu çıkan dolaylı savaş veya iç savaş mıdır?

Ulusal ve uluslararası arşiv kayıtlarına göre 1915 krizinin dış destekli olduğuna şüphe yoktur. Ancak, dış etkenlerin ne kadar etkili olduğu tam olarak ortaya konulamamıştır. Bilindiği gibi iç savaşlar çoğunlukla içsel etkenlerle dışsal dürtülerin bir araya gelmesiyle oluşur. İç etkenlere kıyasla dış etkenler daha yoğundur ( Öke, 1991:108). 1927’de eski Çarlık Orduları Genelkurmay Başkan Yardımcısı General G. Korganoff Paris’te yayınlanan bir kitabında Rusya’nın Ermeni lejyonlarını nasıl örgütlediğini ve bunların Türklere karşı nasıl savaştıklarını açıklamıştır. Ayrıca el ile çizilmiş 30 cephe planını da vermiştir. Karganoff’a göre Türkiye’ye karşı Ruslar, Kafkasya Cephesinde yedi bölgede savaşmışlardır. Bunlar sırasıyla, Batum, Oltu, Sarıkamış, Kağızman, Erivan, Baku ve Azerbaycan’dır. Çatışmalar Erzurum- Sarıkamış üzerinde yoğunlaşmış ve çatışmalara 4. Ermeni lejyonu da katılmıştır. Daha sonra Ermeni kuvvetleri Van’a yürümüştür. Toplamda altı Ermeni lejyonu vardır ve amaçları Van’ı ve bölge topraklarını Türkiye’den kopartmaktır. 28 Nisan 1915’te Vartan komutasında Erivan’da toplanarak “Ararat Birlikleri” adıyla Beyazıt-Van istikametine saldırı başlatmışlar ve 25 Mayıs’ta Van’a girerek bölgeyi Türklerden ve Kürtlerden temizlediklerini açıkça anlatmışlardır (Karganoff, 1927) ; ( Dilan, 2003, s.553-559). Çatışmalarda ve ayaklanmalarda Dünya Savaşı’nın başlamasından Doğu Anadolu’daki Rus işgaline kadar yaklaşık on altı aylık sürede 102 bin Müslüman öldürülmüştür. Ermeni milisler, Doğuda Rusya’nın işgali ve bir yıl sonra çekilişi sırasında Ermenilerin gerçekleştirdiği toplu cinayetlerde toplam 530 bin Müslüman yaşamını yitirmiştir. Bu sayı Dünya Savaşı boyunca Osmanlı ordusunun silahlı çatışmalarda verdiği kaybın yaklaşık beş katıdır (Özdemir, 2005:132-153). Tüm bunların yanısıra bir de söz konusu çatışmaların karşılık boyutu vardır. Kimi yerlerde Ermeni ve Müslüman ahali birbirine karşı silahlanmış ve birbirini öldürmeye kalkışmıştır. Kimi zaman gruplar birbirlerine karşı “terörü adeta bir silah olarak” kullanmışlardır (Thornton: 88-89).

Savaştan Önce

18 Ocak 1914 tarihli ve İstanbul’daki Avusturya- Macaristan Askeri Ataşesi Pomiankowski’den Viyana’da Genelkurmay Başkanlığına gönderilen şifrede genel kanıya göre Ermenilerin Osmanlı yönetiminden hiçbir şey beklemediği, sürekli olarak silah, mermi ve dinamit kaçırarak Osmanlı topraklarında yığınak yaptıkları, baharda Rusya’nın yönetiminde silaha sarılacaklarını bildirilmektedir. Türk Askeri Arşivi kayıtlarında ise genel olarak Müslümanların silahlarına el konulması, Ermenilerin silahlandırılması, bu milislerin toplandıkları yerler ve Rus ordusu için istihbarat faaliyetlerinden bahsedilmiştir.

Savaşın hemen başında Erzurum’un doğusuna kadar ilerleyen Ermeni Milisler köylerde yaşayan Ermeni aileleri Rusya’ya nakletmiş ve eli silah tutanları kendilerine katılmaya zorlamışlardır. Geri çekilirken de Müslüman köylerini yakmışlardır. Ayrıca Türk ordusındaki Ermenilerin bazıları Rus ordusuna katılmıştır. Savaşın en buhranlı zamanlarında Rus ordusuna cephanelerin ve yedek mevzilerin yerini işaret etmişlerdir. Örmeğin Otlaklar’da mevzileri işaret ettiği görülen Gümüşhaneli Ohannes oğlu Kirkor, askeri mahkemede suçunu itiraf etmiştir. Çoğu zaman bunun gibi casusluk faaliyetlerinde bulunmuşlar ve ordudaki Türkleri de firar etmeleri için kışkırtmışlardır. Bu nedenle çoğunlukla avcı hatlarının bozulduğu görülmüştür. Yaralı olarak gerilere sevk edilen ve yalnız bulunan askerleri de öldürmüşlerdir. Çoğu defa şifreli haberler casusların üzerinde ele geçirilmiştir.

3. Ordudan Başkomutanlığına gönderilen bir rapora göre, İstanbul’da toplanan kongrenin sonucunu bildirmek ve gereken hazırlıkları yapmak için Osmanlı Parlamentosu üyeleri Papazyan ve Viramyan Taşnak delegelerinin de katıldığı bir kongre toplamışlardır. Bu kongrede, Ruslar’ın Türkiye’den zapt edecekleri araziyi Ermenilere vermesi kararı alınmıştır. Ayrıca Rus-Ermeni antlaşması da onaylanmıştır. Viramyan ve Papazyan işlerini bu şekilde tamamladıktan sonra Taşnak komitesi reislerinden birkaçı ile Çankeli Manastırına gitmişler ve Ermenilere kongre kararlarını bildirmişlerdir. Ardından Viramyan Van’a geçmiş, Papazyan ise Muş’ta kalmıştır.

Seferberlik ve Sonrası

3. Ordu Komutanlığından askeri birliklere gönderilen emirlerde Rusların Kafkasya Ermenileri aracılığıyla Türkiye’den alacakları toprakları vereceklerini söylerek Ermenileri kışkırttıkları ve silah dağıtıldığı için gerekli bütün önlemlerin ne şekilde alınacağı sıralanmıştır. Ermenilerin Rusya lehinde eğilimli olduğu, köylü kıyafeti giydirilmiş kişilerin Ermeni köylerine gönderildiği ve silah götürdükleri belirtilmiştir. Bu nedenle tedbir olarak huduttan silah ve cephane geçirmek teşebbüsünde bulunanların hemen yok edileceği, Ermenilerin şimdiden orduda muharip olmayan sınıfa ayrıldıkları, Türkiye aleyhinde bir hareket olursa bunun şiddetle bastırılacağı da aktarılmıştır.

Ermeni grupların hazırlık ve faaliyetlerinden, Osmanlı topraklarında büyük bir ayaklanma planladıkları anlaşılmaktadır. Ayaklanma için seçilen yerler menzil sınırının geçtiği başlıca yolların üstündedir. Osmanlı hükümeti seferberlik ilanında jandarma kuvvetinin büyük bir kısmını seyyar orduya alarak bazı bölgeleri yedek jandarmalara terk etmiştir. Meydana gelen ayaklanmalar ordudan bir kısım kuvvetin bölgelere sevkini zorunlu kılmıştır. Rus kuvvetleri ile savaş başladığında bir kısım Rus kuvveti sınıra saldırmıştır. Onların ilerisinde de Ermeni çeteleri köyleri yağmalamıştır. Kısa sürede Erzurum, Bitlis, Van harabe olmuştur.

Kaynakça

ATASE Arşivi, Belge No:1804, Askeri Tarih Belgeleri Dergisi, 81(Aralık 1982)

ATASE Arşivi, Belge No:1894, Askeri Tarih Belgeleri Dergisi, 83(Mart 1983)

Dadrian, Vahank( 2005), Toplu Makaleler 2, Belge Yayınları, İstanbul

Dilan, Hasan (Ağustos 2003), “Dünya Savaşına Ermenilerin Kafkasya Cephesine Katılması, Belleten, LXVII

Hovannisyan, Nicolay (2005), Ermeni Soykırımı, (Çev.Attila Tuygan), İstanbul

Karal, Enver Ziya (1996), Osmanlı Tarihi IX, Ankara

Karganoff, General G. (1927), La Participation Des Armeniens A La Guerre Mondiale Sur Le Front Du Caucasse(1914-1918), Paris

Öke, Mim Kemal. (1991), Ermeni Sorunu 1914-1923, Ankara

Özdemir, Hikmet. (2005), Arnold Toynbee’nin Ermeni Sorununa Bakışı, Ankara

Thornton, Thomas Perry, “Terror As A Weapon Of Political Agitation”, Harry Eckstein(ed.) Internal War[:en]

ATASE Arşivi, Belge No:1804, Askeri Tarih Belgeleri Dergisi, 81(Aralık 1982)

ATASE Arşivi, Belge No:1894, Askeri Tarih Belgeleri Dergisi, 83(Mart 1983)

Dadrian, Vahank( 2005), Toplu Makaleler 2, Belge Yayınları, İstanbul

Dilan, Hasan (Ağustos 2003), “Dünya Savaşına Ermenilerin Kafkasya Cephesine Katılması, Belleten, LXVII

Hovannisyan, Nicolay (2005), Ermeni Soykırımı, (Çev.Attila Tuygan), İstanbul

Karal, Enver Ziya (1996), Osmanlı Tarihi IX, Ankara

Karganoff, General G. (1927), La Participation Des Armeniens A La Guerre Mondiale Sur Le Front Du Caucasse(1914-1918), Paris

Öke, Mim Kemal. (1991), Ermeni Sorunu 1914-1923, Ankara

Özdemir, Hikmet. (2005), Arnold Toynbee’nin Ermeni Sorununa Bakışı, Ankara

Thornton, Thomas Perry, “Terror As A Weapon Of Political Agitation”, Harry Eckstein(ed.) Internal War



////////

https://dls-int.net/musada-olay.html

Musadağı Olayı

Musa Dağı, Nur Dağlarının eteklerindedir. 1.000 metre kadar yükseklikte, büyük kayalar ve sık çalılıklarla kaplı sivri ve tek bir blok görümündedir. Verfel adında bir Yahudi tarafından yazılan "Musa Dağı'nda 40 Gün" adındaki kitap Amerika'daki Ermeniler tarafından kendilerine yapılan sözde zulümleri belirtmek için sinema filmi haline getirilmiştir. I. Dünya Harbi'nde çıkan bu olayı, o zaman Halep Valisi olan General Fahrettin Türkkan şöyle anlatır:

"Birinci Dünya Harbi sırasında İtilaf devletlerinin İskenderun Bölgesi kıyılarına bir çıkarma yapacağı sözleri etrafa yaylınca Samandağ Bucağına bağlı yedi Ermeni köyü halkı, hükümete olan vergi borçlarını ödememişler, TSK'nin ihtiyacı için gereken yardımı yapmamışlar ve isyan etmişler ve Musa Dağı'na çıkmışlardır.

Bunun üzerine hükümet emirlerine uymaları için asilere memurlar gönderilmişse de Ermeniler, bunları dinlememiş ve silahla karşı koymuşlardır. Başka bir çıkar yol bulamayan bölge komutanı Albay Galip, jandarma alayıyla Musa Dağından inen yolları kontrol altına aldırmış ve bizzat kendisi Musa Dağı'na çıkarak son bir defa daha isyancılarla konuşmak istemişse de dağ üzerinde hiçbir kimsenin kalmadığını görmüştür. Yapılan incelemede Ermenilerin denize doğru uzanan bir yamaçtan Akdeniz'' indikleri anlaşılmıştır. İzleri takip ederek deniz kıyısına kadar inen Albay Galip burada 20-30 kadar hayvan ölüsüyle karşılaşmıştır.

Yapılan araştırmada İskenderun kıyılarını gözetleyen bir Fransız harp gemisinin, Musa Dağı'ndan verilen işaret üzerine kıyıya bir sandal göndererek buradaki Ermeni çete başlarını ve diğer isyancıları gemiye taşıdıkları anlaşılmıştır. Bu konu, Fransız hükümetinden resmen sorularak doğruluğu öğrenilebilir. Daha sonra Musa dağında yapılan araştırmalarda hiçbir insan cesedine rastlanmadığı gibi; yaralı veya hasta bir kimse de bulunamamıştır. Bu bakımdan Yahudi asıllı Verfel tarafından yazılan ve bütün dillere çevrilerek dağıtılan ve filme de alınan bu kitabın konusunun tamamen hayali ve uydurma olduğu, Türkler aleyhinde kamuoyunu yanıltmak için bir propaganda niteliği taşıdığı sonucuna varılmıştır."

İşte Musa Dağı olayı budur, böyle olmuştur. Amacı, Türkleri kötülemek ve suçlamaktır. Fransızlar Birinci Dünya Harbi'nde İskenderun bölgesiyle Halep ve Hatay vilayetlerinin Akdeniz'e en önemli giriş ve çıkış kapısı olarak gördükleri Samandağ bölgesine önem vermişler; hatta bu bölgeye karşı çıkarma harekatı yapma olanaklarını araştırmışlardır. Bu amaçladır ki, Fransızlar, İskenderun Şehrinin 6 defa bombalamışlar; bölgenin Hıristiyan halkını ayaklandırarak Osmanlı hükümetini güç bir durumda bırakmak istemişlerse de harbin sonuna kadar böyle bir girişimi uygulamaya cesaret ve fırsat bulamamışlardır.

KAYNAK:
Sakarya, Em. Tümg. İhsan - Belgelerle Ermeni Sorunu, Gnkur. Basımevi, Ankara 1984, s. 245-246

/////////////

https://atamdergi.gov.tr/tam-metin-pdf/115/tur
BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI SIRASINDA ANADOLU’NUN GÜNEY BÖLGELERİNDE ERMENİ ÇETE FAALİYETLERİ 
Musa Dağı İsyanı
 Antakya Ermenilerinin sevk edileceği kararı 30 Temmuz’da kendilerine tebliğ edilerek bir hafta içinde yola çıkmaları emredildi. Bunun üzerine Antakya’ya bağlı altı köyden 868 aile yola çıkmayarak Musa Dağı (Cebel-i Musa)’nda toplandılar. Yanlarına bol miktarda erzak, silah ve cephane aldılar. Dağı tahkim edip siperler kazarak isyana hazırlandılar. Ellerindeki imkânları büyük bir disiplin içinde kullanarak Osmanlı ordusuna meydan okudular29. Bir taraftan da Fransa’nın Mısır Ortaelçisi M. Defrance aracılığıyla Fransa’dan, Kıbrıs’a gönderdikleri delegasyon aracılığıyla da diğer devletlerden askerî ve fikrî destek istediler30. Ermenilerin Musa Dağı’nda toplandıkları esnada içlerinden bir iki kişinin kayıklarla düşman gemilerine gitmesi bu ayaklanmanın İtilaf Devletleri tarafından organize edilmiş olabileceği izlenimini vermekteydi. Dördüncü Ordu Komutanı Cemal Paşa, Antakya’dan tehcir edilen Ermenilerin Musa Dağı’nda toplanıp isyana karar verdikleri haberini Başkumandanlığa bildirirken bu hususa da dikkat çekmiştir31
Dağda toplanan silahlı Ermeniler, cephaneleri bitene kadar Osmanlı ordusuna karşı koydular. Sayıları 500032 civarında olan Ermenilerin elinde 150 kadar martini tüfek ile çok sayıda çakmaklı ve av tüfeği vardı. Aralarında beşi Papaz olan Ermenilerden bir kısmı Haçin ve Zeytun’dan gelmişti33. Çatışmalar 8 Ağustos–10 Eylül arasında devam etti. Çatışmalara katılan Osmanlı askerinin sayısı ve verilen kayıplar konusunda kaynaklar farklı bilgiler vermektedir. Buna göre 150034 veya 350035 asker tarafından kuşatılan Musa Dağı’ndaki çatışmalarda Ermeniler 20 ölü, 16 yaralı verirken Osmanlı askerlerinden 300 ölü, 600 yaralı vardı36. Bu sayı ABD Halep Konsolosu Jackson’un görüştüğü bir tanığın ifadesine göre 500, Tchobanian tarafından Fransa Dışişleri Bakanı’na ulaştırılan 30 Eylül 1915 tarihli mektuba göre 100037 Osmanlı askerinin öldüğü yönündedir38 .
Cemal Paşa Başkumandanlığa gönderdiği raporda, isyan eden Ermenilere karşı Musa Dağı’na 41. Tümen’den iki alay ile bir dağ topçu takımı gönderildiğini, ancak Suveydiye civarına gelen düşman harp gemilerinin bombardımanından dolayı civarda beklediklerini, daha sonra da bölgede hiçbir Ermeniyle karşılaşılmamasından dolayı Ermenilerin geceleyin düşman gemilerine binerek kaçtıklarının anlaşıldığı, olayın sorumlularının yakalanarak cezalarının verilmesi için Fahri Paşa’nın görevlendirildiğini ve Antakya’dan tehcir edilmeyen diğer Ermenilerin tehcirlerinin ivedilikle yapıldığını da bildirdi39. Gerçekten de cephane ve yiyecek sıkıntısı çekmeye başlayan Ermeniler o sırada Akdeniz’i abluka altında tutan İtilaf gemilerine beyaz bayrak sallayarak yardım istemişler, onların yardım istediğini anlayan Fransız Guichen gemisinin kaptanının yardım çağrısıyla İtilaf gemilerinden bir kısmının top atışı ile bir taraftan Türk birlikleri meşgul edilmiş bir taraftan da Ermeniler dağın arka tarafından sandallarla Fransız kruvazörüne taşınmıştı ve bu işlem yaklaşık bir buçuk gün sürmüştü40
Fransız askeri makamlarının 22 Eylül 1915 tarihinde yayımladıkları tebliğde de Musa Dağı’nda Temmuz sonundan beri ayaklanma hâlinde olan Ermenilerin cephane ve yiyeceklerinin tükenmesinden dolayı dayanma güçlerinin kalmadığı, Fransız kruvazörlerinin buradan 5000 civarında Ermeni’yi alarak Port Said’e taşıdıkları bilgisini verdi41. Halep Konsolosu Dandini, 25 Ekim 1915 tarihli raporunda Cemal Paşa’ya paralel bilgiler vermekteydi. Buna göre Musa Dağı’nda ayaklanan Ermenilerin aileleriyle birlikte İngiliz gemilerine binerek kaçtıklarını, kadın ve çocukların Kıbrıs’a gittiklerini, 6000 civarında erkeğinse İtilaf Devletleri adına savaşmak üzere Çanakkale Boğazı’na gittiğini bildirdi42 .
Kaynaklar:
*Musadağ isyanı olmalı.
 28 Artem Ohandjanian, Österreich-Armenien Faksimilesammlung diplomatischer Aktenstücke 1877–1936, Wien, 1995, no.1068; HA PA XXXVIII 366 Z.12/P, cilt VI, s.4704–4705’den Avusturya Macaristan ve Ermeni Meselesi 1914-1915, Haz. İnanç Atılgan-Kertsin Tomenendal, cilt VI. B, Viyana 2004.
 29 Piskopos Thorgom tarafından düzenlenen ve Port Said’e götürülen Ermeni mültecilerle ilgili rapor için bkz. James Bryce-Arnold Toynbee, Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermenilere Yönelik Muamele 1915-1916, çev. Attila Tuygan-Jülide Değirmenciler, cilt 2, Pencere Yay., İstanbul 2006, s.308-310.
 30 Hasan Dilan, Fransız Diplomatik Belgelerinde, cilt I, s.263, 270–271, 278. 31 ATASE, Birinci Dünya Harbi (BDH), Klasör (Kl.) 13, Dosya (Dos.) 1049–63, Fhrist (Fh.) 11.
 32 Bazı kaynaklar bu sayıyı 6000 olarak vermektedir. Bkz. Kemal Çiçek, Ermenilerin Zorunlu Göçü, TTK, Ankara 2005, s.235
33 Ermeni Komitelerinin Â’mâl, s.359. 
34 Çiçek, a.g.e., s.235. 
35 Dilan, a.g.e., s.220. 
36 Bryce-Toynbee, a.g.e., s.311. 
37 Dilan, a.g.e., s.220–221. 
38 Çiçek, a.g.e., s.235.
 39 Askeri Tarih Belgeleri Dergisi, Sayı 81 (Aralık 1982), s.196. 
40 Bryce-Toynbee, a.g.e., s.310–311.
 41 Askeri Tarih Belgeleri Dergisi, Sayı 81 (Aralık 1982), s.200.
 42 Ohandjanian, Österreich-Armenien Faksimilesammlung, no. 1105; HA PA XII 463 Z.15/P, s.4798–4800’den Avusturya Macaristan ve Ermeni, cilt VI C.

.................../////////////
https://www.arasyayincilik.com/wp-content/uploads/2019/09/musa-dag-direnisi-1.pdf

Giriş Musa Dağ, Akdeniz’in doğu yakasında, 1939’a kadar Suriye’ye, şu anda ise Türkiye’ye ait olan Antakya yakınlarında bir dağdır. Bir yanı denize bakan bir dağ. I. Dünya Savaşı’nın dehşeti içinde yaşanan 1915 Ermeni Soykırımı faciasının, mutlu bir sonla biten çarpıcı bir anına sahne olmuştur. Musa Dağ’ı (ya da Ermenice adıyla Musa Ler’i) yakın tarihin bir simgesi haline getiren olayın hiç de karmaşık olmayan bir örgüsü vardır. Ortadoğu’da bulunan birçok “Musa Dağ”dan biri olan Musa Dağ eteklerindeki altı köyde birkaç bin Ermeni yaşıyordu. 1915’te İstanbul hükümetinden, Suriye çöllerinde belirsiz bir akıbete doğru tehcir emri geldiğinde, bu birkaç binin büyük bir kısmı ‘tehcir’ kelimesinin altında kıyım gerçeğinin gizlendiğinden kaygı duyarak emre uymamaya karar verdi. Dağa çıktılar, düzenli Türk ordusunun ve çetelerin saldırılarına karşı başarıyla direndiler. Kırk gün süren saldırılar ve çarpışmalardan sonra, imdat işaretlerini gören Fransız filosu tarafından kurtarılıp Port Said’e götürüldüler. Büyük bir roman –otuzlu yıllarda Franz Werfel tarafından yazılan Musa Dağ’da Kırk Gün– bu direnişin anısına adanmıştır. Elbette bir sanat eserinin yaratımı sırasında gerekli ve zorunlu olan bir özgürlük ve yaratıcılıkla kaleme alınmıştır. İtalya’da ellili yıllarda yayımlanmış fakat on yıllarca yeni basımları yapılmamıştır; nihayet yakın zamanda bir yayınevi tekrar dolaşıma soktuğu için bugün ancak ikinci el olarak bulup okumak mümkün olabilmektedir. Duygusal olarak Katolik olmuş Praglı bir Yahudi tarafından 1934’te yazılan bu roman – Encyclopedia Americana’dan alıntılayarak söylersek– “1933 yılından sonra Avrupalı Yahudileri bekleyen tehlikenin habercisi olarak I. Dünya Savaşı sırasında Ermeni toplumunun kıyımı”nı tasvir etmek- 8 tedir. Özellikle soykırımın mimarlarının torunları için rahatsız edici bir romandır.* Kitabı okuduk ve Akdeniz’in sularıyla yıkanan o kayalıkların eteklerinde hakikatte neler olduğunu öğrenmek istedik. En kestirme yol kaynaklara başvurmaktı. Ancak bir güçlükle karşı karşıyaydık; çünkü Beyrut’ta, Paris’te ve doğal olarak İtalya’da sürdürdüğümüz araştırmalar Musa Dağ Destanı’nın öncesi ve devamında yaşanan olaylar dizisine dair, Ermeniceden farklı bir dilde organik herhangi bir şey elde etmenin imkânsızlığını gösterdi. Böylece bu dilde yazılmış bazı parçalar ve belgelerin bir kısmını seçerek çevirmek gibi zorlu bir yola başvurduk ve şimdi bu seçkiyi o kahramanlığın hatırasını canlı tutmak için okurlara sunuyoruz. Bu noktada üsluptan söz etmek zorunlu oluyor. Özgün anlatım tarzına mümkün olduğunca sadık kalmaya çalıştık; bizzat kendimizi, zaman zaman da İtalyancanın gerekliliklerini zorladık. Olayın geçtiği zamanın tazeliğini korumak istedik; “yürekten gelen” o sayfaları hatıralar henüz canlı ve yakıcıyken yazanların duygularını kısmen de olsa günümüz okuruna yansıtmak için bu belgelerin içerdiği tumturaklı ifade tarzını, heyecanı ve retoriği de –neden olmasın?– aktarmak istedik. Bu yüzden hikâyenin gidişatı zaman zaman ağır aksak görünse de “kesmek”ten kaçındık; Doğu’nun zamanları o vakitler bizimkilerden farklıydı, halen de farklı. Kelimenin tam anlamıyla. Bizim ilgilendiğimiz şey, Franz Werfel’inki gibi edebi bir başeserde saklı olan tarihsel gerçekliği anlamak ve aktarmak; romanın dünyasını yakalamak ve orada dehşete maruz kalmış bir halkın direnişi gibi sembollerle dolu bir dönemi, somut gerçekliği içinde kavramak oldu. Musa Dağ’da Kırk Gün’ü okuyanlar farklılıkları derhal görecektir. Biz burada tek bir farkın, temel olanın altını çizmek isteriz. Werfel’in, çevresinde kişisel ve tarihi olaylar örgüsünü maharetle kuracağı bir ana karaktere “ihtiyacı” vardı. Bu da, göreceğiniz gibi, gerçekliğe tekabül etmez. Musa Dağ direnişi topluca karar verilmiş bir olaydı; yüzyıllarca karşı gelinmez Osmanlı otoritesine tabi olmuş * F. Werfel’in Musa Dağ’da Kırk Gün adlı romanı Belge Yayınları tarafından 1997’de basıldı. (ed.n.) 9 kahramanlarının toplumsal ve kültürel düzeyi ve tarihsel mirası göz önünde bulundurulacak olursa, olağandışı bir “özyönetim” kapasitesi ve disipliniyle hayata geçirilmiş kolektif bir direnişti. Gerçek bir halk savaşıydı. Aralarından bazıları, bazı liderler öncü bir rol oynadılar elbette; fakat bunların hiçbiri Werfel’in romanında Gabriel Bagradian/Kapriyel Bagradyan/Pakratyan’a verdiği rolle kıyaslanamaz. Romanda lider imgesini yüceltme eğilimi belki biraz da döneminin ruhunun bir ürünüydü. Sanatsal kurguyla gerçekliği kıyaslarken dinin rolünü de vurgulamak isteriz. Monsenyör Jean Naslian hatıralarında* Musa Dağ ve direnişçilere ilişkin, “beş papaz ve Protestan bir pastör onlara eşlik ediyordu ve hem askeri hizmet veriyorlar hem de ibadetleri yönetiyorlardı” diye yazar. Çevirisini yaptığımız sayfalarda dini referanslara sıklıkla rastlanıyor. Kurban-kahraman Tahsildar Zakaryan için “her sofu Hıristiyan gibi Kudüs’e hacca gitmişti” denen birinci kısımdan itibaren... Yine, İncil yazarı Luka’nın doğduğu şehir olan Antakya’daki katliamlara ilişkin o tüyler ürpertici bölümde, katiller vahşi cinayetin şahidi Kel Kevo’ya hakaret ettiklerinde ona “pis gâvur” derler. Ayrıca, köylerin önemli şahsiyetlerinin 29 Temmuz 1915’te gerçekleştirdikleri “danışma” toplantısı bir din adamının, Der Apraham Der Kalusdyan’ın evinde yapılır. Nahiye Müdürü’nün mektuplarından biri, Türklerin askeri müdahalesinden önceki son mektup da bizzat ona gönderilmiştir. Tehcir emrine karşı alınacak tavır konusunda nihai kararın verildiği 1 Ağustos Yoğunoluk toplantısında siyasilerin yanında dini liderler de vardır. Kıyılardan geçme ihtimali bulunan gemilerin kaptanlarına yazılmış dilekçe de “Tanrı adına, insanlığın kardeşliği adına, İsa Mesih ve Hıristiyanlık adına dileğimizdir…” diye başlar. Tesadüfen, fakat sembolik bir anlam da taşıyarak, en kararlı ve tehlikeli Türk saldırısı tam da ayin sırasında gerçekleşir: “Diyakoz * Les mémoires de Mgr. Jean Naslian, évêque de Trébizonde, sur les événements politico-religieux en Proche-Orient de 1914 à 1928 (Trabzon Piskoposu Monsenyör Jean Naslian’ın 1914’ten 1928’e Yakındoğu’daki Siyasi-Dini Olaylara Dair Hatıraları), iki cilt, Beyrut, 1955. (ed.n.) 10 yüreğinin derinliklerinden gelen bir sesle ‘Ermeni halkına özgürlük’ diye haykırdığı anda bir başka haykırış havayı titretti. ‘Düşman saldırdı, silah başına…’ Ve halk sarsıldı, galeyana geldi.” Ertesi gün, durum giderek umutsuz bir hal aldığında, Damlacık ateş altındayken, Yesayi Yağubyan gibi kışlaya gidecek vakti bulabilen biri vardır: “Ayine katıldı, papazdan şaraplı ekmeğini aldı ve yeniden koşturarak cepheye döndü.” Bunlar sadece birkaç örnek, fakat Avrupa’da gittikçe artan Müslüman varlığı sayesinde son yıllarda ortaya çıkan yeni bir kavrayışın ışığında İslam ile Batı arasındaki ilişkilere dair farklı bir bakış açısı da öneriyorlar. Bizim kültürümüzde, açıkça Hıristiyan karşıtı bir kültürel iklimin eşlik ettiği “laikleşme” hareketi, çok yakınımızdaki Doğu’da olgunlaşan önemli bir olguyu ikinci plana itti. Hıristiyanlığın Atina’nın doğusunda giderek daha çok kuşatılması ve erozyona uğraması. Aslında epey zaman önce başlayan ama 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren daha hızlı bir ritim kazanan uzun bir dalgaydı bu. 1915 Ermeni Soykırımı, bugün bile son bulmamış olan bir “domino” etkisiyle bu erozyona belirleyici bir ivme kazandırdı. 1915 Soykırımı’nı on yıllar boyunca kuşatan o uzun ve suç ortağı sessizlik, Musa Dağ ve kahramanlarını, topraklarının akıbetini tayin etmek için örnek bir mücadele veren o kahramanları da gözetmedi. Şiddetini gittikçe arttıran zulüm, birbiri ardı sıra gelen kâh bunalımlı, kâh görünürde sakin dönemler ve bunları takiben yaşanan dramatik bir “zirve”: Toplu göç, daimi bir sürgün olduğu kesinleşene kadar sürdürülen dönüş denemeleri ve sonunda o toprakların çoketnili, çokdinli kültürel mozaiğinin bir parçası –Hıristiyan olan bir parçası– başka parçalarının yok edilmesinin de önünü açarak yok oldu. Bize göre, 1915 Soykırımı üzerine farklı bir ışık da tutan düşünceler bunlar. Soykırım elbette sapkın bir politik kararın ürünüydü, fakat en derinlerinde dini bir altyapıdan ve gerekçeden de yoksun değildi. La civiltà Cattolica’da (15 Aralık 2001 ve 19 Ocak 2002 tarihlerinde) yayımlanan ve Vatikan’ın epey uzun süren sessizliğini bozdukları için de son derece kıymetli olan iki makale olayın bu veçhesine gereken önemi vermemiştir. Muhtemelen, yükselen İslam karşıtlığı tartışmalarının tonunu daha da keskinleştirmemek için. 11 Yine de tarihçi Marco Impagliazzo’nun Finestra sul Massacro [Katliama Açılan Pencere] adlı kitabında layıkıyla hatırlattığı gibi, Adolf Hitler’e Yahudilerin kıyımı için esin kaynağı olan yüzyılın bu ilk soykırımının dini ve Hıristiyanlık karşıtı yanlarının olduğu da inkâr edilemez; hayatta kalma karşılığında Müslümanlığa dönme belli bir noktaya kadar bu sayede mümkün olabilmiştir. Monsenyör Jean Naslian hatıralarında (s. 453) şöyle yazıyor: 1917’de bizzat Cemal Paşa’nın, katliam tehlikesinden kurtulmaları için bulunduğu öneri üzerine bazı Ermeni grupların din değiştirmesinden, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ne pahasına olursa olsun hayatını kurtarmak isteyen her kişiden talep ettiği dinden dönme olgusundan söz etmek üzücü. Bununla birlikte, çölde Müslümanların ellerine düşmüş olanlar dışında, bütün hayatta kalanlar atalarının inanışına geri döndüler ve Katolik kardeşlerimizin tanıklığına göre din değiştirme görünüşte kaldı, çünkü hepsi cemaat halinde dua etmek için geceleri bir araya geliyor ve gözlerinde yaşlarla Merhametli Tanrı’dan bu âcizlikleri için kendilerini affetmesini ve onları yeniden bu tür bir acze düşmekten korumasını istiyorlardı. Aynı kaynak hatırlatıyor (s. 454): Başrahip Pierre Atamian’ın bize bildirdiğine göre, Kesab’ın sakinleri de eğer toplu göçten önce Hıristiyan inancını reddetmeyi kabul etmiş olsalardı tehciri ve acı sonuçlarını bertaraf edebileceklerdi. Fakat soykırıma dair yeni –yaşananlara dini açıdan da bakan– bir okuma ihtiyacının resmi ve çok önemli bir teyidini, Mardin Piskoposu Monsenyör Ignace Maloyan’ın Ekim 2001’de Papa II. Jean Paul tarafından San Pietro Bazilikası’nda kutsal kişi ilan edildiği ayinde buluyoruz. In odium fidei [inancı uğruna] şahadetinin kabulünü müteakip, yani Maloyan’ın ve onunla birlikte olanların Hıristiyan inancının onaylanması anlamına gelen bir kutsal kişi ilan etme ayini yapılmıştı. Memduh adlı katilinin Piskoposa yönelttiği soruyu okuyalım: “Müslüman olacağını beyan etmeyecek misin?” Maloyan cevap verir: “Soruyu tekrarlaman çok garip. Sana defalarca, hakiki olan, sevgili Kurtarıcımın Çarmıhta yücelttiği dinim için yaşadığımı ve yine onun 12 için öleceğimi söyledim.” Bir şahit tarafından aktarılan sonuç tahmin edilebilir: “Memduh tabancasını çıkardı ateş etti ve şehit, “Tanrım bana merhamet et, ruhumu senin ellerine teslim ediyorum’ diyerek son nefesini verdi.” Aynı kaynak Ermeni olmayan Hıristiyanların da aynı akıbeti paylaştığını hatırlatıyor: “Perşembe günü şafak vakti, 416 tutsak ana yolda ilerliyorlardı: Din adamları, yaşlılar, gençler, Ermeniler, Süryaniler, Keldaniler ve Protestanlardı.” Son bir görüş belirterek, yine Musa Dağ’a dönelim. Bir baskı ve ölüm tablosunda direnişçi dağlıların hikâyesi hayat dolu, arıtıcı bir esinti getiriyor: Tıpkı kıyıda yaktıkları ve peşlerindeki zalimlerin eline geçmesin diye yanlarında götüremeyecekleri her şeyi içine attıkları o muazzam ateş imgesi gibi. Cesaret ve hayatta kalma arzusuna dair kayıtsız kalınamayacak bir hikâye bu, her şeye rağmen ümitli olma hikâyesi. 77 YEDİNCİ BÖLÜM Denizden Gelen Kurtuluş Gecenin hiçbir anı şafak öncesi kadar karanlık olmaz. Beş bin Musa Dağlı bu izlenimin ne kadar gerçek olduğunu gayet iyi öğrendiler. Durum gittikçe zorlaşıyor ve dışarıdan gelecek yardım umudu azalıyordu. Ordunun hareketsizliği sonsuza kadar sürmezdi, bir sonraki saldırı ne kadar şiddetli olacaktı acaba? Yardım gelmezse, sonbahar yaklaştığına göre, erzak olmadan nasıl hayatta kalınacaktı? SON MUHAREBE, SON ŞEHITLER Günler, uğursuz bir şeyler barındıran tehditkâr bir sükûnetin hâkimiyetinde, korkunç bir kâbus gibi geçip gidiyordu. İnsanlar duygularının esiri olmuşlardı, içlerinde büyük umutların uyanması ya da umutsuzluğun derin uçurumlarında yitip gitmeleri için ufacık bir şey yetiyordu. Pek çok aile bütün stoklarını tüketmişti ve günlük ihtiyaçlarını akrabaların ve arkadaşların yardımları sayesinde sürdürebiliyorlardı. Dahası, hava giderek soğumaya yüz tutmuştu, çıplak kulübeler ve sefil giyecekler Musa Dağ isyancılarını korumakta giderek daha yetersiz kalacak gibi görünüyordu. Yine de 2 Eylül’de açıktan geçen gemi ardında iyimser bir hava bırakmıştı. Başka bir geminin geçişi de umut edilebilirdi ve pek çokları Kocayan ve grubunun üstlendikleri görevi yerine getireceklerine güveniyordu. İnsanlar sabırsızdı, yeni bir haber bekliyorlardı fakat haber gecikiyordu. 5 Eylül Pazar günü hava beklenmedik şekilde açıktı. Sis kalkmadı 78 ama bulutlar da yoğunlaşmadı. Manzara, onu heyecanla inceleyen gözlerin önüne kendini bütün ihtişamıyla serdi. Damlacık kampındakiler neredeyse içgüdüsel bir önseziyle sabahın ilk saatlerinden itibaren denizin üzerinde yükselen doruklara çıkıp ayaklarının altındaki uçsuz bucaksız suyu gözlemeye başladılar. Birden bir çığlık işitildi: “Bir buharlı geliyor… Bir gemi geliyor…” Gerçekten de açık denizde kara bir nokta belirmişti, yavaş yavaş büyüyor, şekil alıyor, bir görünüm kazanıyordu. On dakika sonra ne olduğunu açık seçik görebildiler. Bir gemiydi, kıyıya yaklaşıyor, hızla geliyordu. Tekrarı olmayan anlar vardır, taşıdıkları önem nedeniyle, içerdikleri anlam nedeniyle, bir insanın kaleminin tarif edemeyeceği alabildiğine muhteşem anlar. O anları yaşamak gerekir, o biricik ve yüce ana gömülünceye, o anla kaynaşıncaya dek ruhun gözleriyle görerek kendinden geçmek gerekir. 5 Eylül’de, Damlacık’ın denize bakan doruklarındaki şaşırtıcı aydınlıkta sahnelenen neredeyse doğaüstü o gösteriyle gerçekleşen şey buydu. “Bir gemi geliyor…” Ve haber ağızdan ağıza yankılandı, istisnasız herkesi diriltici bir ateşle tutuşturarak vadileri, yarları, tepeleri, ormanı, bütün Musa Dağ’ı dolandı. Gemi tam o dorukların önünde demir attığında, elini uzatsan tutacakmışsın izlenimi uyandıracak kadar yakın görünüyordu. Tepede, Damlacık’ın doruklarında kaygıyla titreyen insanlar, bir heyecan ve yeniden yeşeren bir umut dalgasına kapılmışken kıyının yüksek kısımlarındaki nöbetçiler harekete geçmişlerdi bile. Orada olduklarını belirtmek için bayrakları sallamaya başladılar. Kısa bir süre sonra bir filika savaş gemisinden ayrılıp hızla kıyıya yanaştı. Fransızcayı iyi bilen Khaçer Dumanyan ve bir nöbetçi grubu mektubu yanlarına alarak filikaya atladı, bir çeyrek saat sonra gemiye çıkmışlardı. Meseleyi anlattılar ve geminin onları nasıl bulduğunu öğrendiler. Savaş gemisi Şeyh Hıdır açıklarında, kıyıdan bir saatlik mesafede seyrederken, gemi direğinin gözetleme yerindeki nöbetçi karşıdaki dağın yamaçlarındaki hareketliliği, verilen işaretleri fark etmiş ve 79 derhal gözetleme yerinin sorumlusuna bildirmişti. Gözcülük yapan nöbetçi şakalarıyla tanınmış biri olduğundan başlangıçta sözlerine önem verilmemişti, ancak ısrarları sonucunda tavırlarını değiştirmişlerdi. Gerçekten de karşılarındaki dağda birtakım bayrakların, üzerinde kızıl haç bulunan beyaz bir bez ile durumu anlatan yazıların bulunduğu bir başka beyaz bezin sallandığı açıkça görünmeye başlamıştı; sonra ateşleri de görmüşlerdi. O zaman kruvazörün komutanı Kaptan Brisson, kıyıya bir filikanın gönderilip isyancıların temsilcilerinin alınması emrini vermişti. Kıyıdaki nöbetçiler gemiye alınmadan önce, cesur yüzücü yaşlı Movses Kırıkyan Guichen’i görmüş ve ona ulaşmak üzere denize atlamıştı. Kruvazöre epeyce yaklaşmıştı. Gemiden fark edilince, Kırıkyan’ı alıp gemiye götürmek üzere denize bir filika indirdiler. Nöbetçiler Khaçer Dumanyan liderliğinde Guichen’e çıktıklarında kaptan Brisson’a mektubu verdiler; bu sırada Dumanyan ayaklanışlarını, bilhassa dağda yaşanan vaziyetin zorluğunu anlatıyordu. Kaptan Brisson hikâyeyi dikkatle dinledi ve mektubu okudu. İsyancılar ve Ermeni halkı karşısında duyduğu hayret ve hayranlığı ifade etti ve mektubu yetkili üst rütbeli komutanlara sunacağı sözünü verdi. Brisson’un isteği üzerine, o destansı savaşın en cesur kahramanlarından biri olan Bedros Dımlakyan da gemiye çıkarıldı. Fransızcayı iyi biliyordu ve Türk silahlı güçleri ve manevraları konusunda ilave bilgiler verebildi. Komutan Brisson o gün, isyancılara duyduğu sempatinin somut bir göstergesini de sundu. Guichen’in kıyıya yakın demir atmasından iki saat sonra, Bedros Dımlakyan’ın verdiği bilgileri değerlendirerek, Türklerin silah deposu haline getirdikleri bir kiliseyi bombalamak üzere rotayı Kebusiye köyüne çevirmeleri emrini verdi. Operasyon sadece sayısız kurban ve maddi zarar verdirmekle kalmadı; Türkler arasında, Kebusiye’ye yerleşmiş muhacirler arasında, askerler arasında, komutanlar arasında ve çevre köylerin sakinleri arasında derin bir huzursuzluk ve endişe de yarattı. Hepsi korkmuş, “Fransız gâvurları Ermenilerin yardımına koştu. Günün birinde orduları bu kıyılara varırsa, bizim halimiz nice olur?” diyordu. 80 Kebusiye bombardımanının ilk etkisi kıyıdaki mevzilerimizi tehdit eden köye yerleşmiş Türk muhacirlerin uzaklaşması oldu. Bombardımandan sonra Guichen mevzilerin karşısındaki koya geri döndü ve orada demirledi. Yardım için ikinci kez birkaç filika gönderdi. Filikalar karaya yeterince yaklaştıklarında çevre tepelerden mavzer atışları başladı. Türk askerleriydi bunlar, Çanaklık’tan savaş gemisini fark etmişlerdi, gizlice kıyıya yanaşmış ve denize bakan tepelerden filikaların üzerine ateş açmışlardı. Guichen tepeleri şiddetli bir bombardımana tutarak onları susturdu. Sonradan bazı tanıklar, o saatlerde olup bitenleri gülünç bir an olarak anlatmıştır. Bombardımandan sonra Nahiye Müdürü Halit dehşet içinde Kebusiye’den kaçan Türk muhacirlere yöneldi: “Korkmayın, evlatlarım, sizi yanlışlıkla bir Alman gemisi vurdu. İşitmiyor musunuz? Dağdaki gâvurları da vuruyor.” Sonradan, Türk askeri mahkemesi, ihmalkârlığı nedeniyle Musa Dağ İsyanı’ndan sorumlu tutarak, Arnavut kökenli bir Türk olan Müdür’ü ölüm cezasına mahkûm etti. YENI SALDIRI Fransız savaş gemisi Guichen’in aniden ortaya çıkışı Musa Dağ İsyanı’nda bir dönüm noktası oldu. Devletin askeri ve siyasi yapılanması bünyesinde panik yarattı. Müttefiklerin müdahalesinin, o ana kadar önemsiz ve yerel olarak görülen devrimci bir hareket üzerinde belirleyici etkileri olabilirdi. Bu kıyılar boyunca yeni savaş cepheleri açılabilirdi, Türkiye sırtından bıçaklanma tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Evet, acele etmek ve bir gün bile gecikmeden, bir an önce, bu çok tehlikeli devrimci yatağını henüz tamir edilemez sonuçlar doğurmadan yok etmek lazımdı. 7 Eylül Salı günü Türk komutan Süveydiye çevresinde dağınık bulunan tüm güçleri topladı ve Şeyh Yurdu yönünden saldırıya geçti. Çarpışma akşama kadar sürdü. Musa Dağ’ın cesur savaşçıları düşmanı ölümcül mermileriyle karşıladılar. Daha yüksek bir konumda 81 bulunuyorlardı ve şarkı söyleyerek, dalga geçerek, Türk askerlerine ve komutanlarına hakaretler ederek savaşıyorlardı. Muharebe şiddetlenirken Fransız kruvazörü kurtuluş sahiline demir attı. Orada bulunması bile artık kurtulduklarını düşünen isyancıların içini kuvvet ve umutla dolduruyordu. Bu çarpışmada ve bir sonrakinde, savaşa değil de bir düğün şölenine davet edilmişler gibi savaştılar. Akşama doğru, perişan ve tükenmiş haldeki düşman, tepelerin eteklerine doğru kaçmaya başladı. Kayıpları büyüktü. İsyancılar arasında ölü yoktu, sadece yaralılar vardı. Önceki gün Fransız kruvazörü Jeanne d’Arc da kurtuluş koyuna demir atmıştı. Muharebe sırasında merkezi yönetim organının üyeleri Dikran Antreasyan liderliğinde kruvazöre çıktılar. Fransız donanması III. Filosu’nun amiral rütbesi taşıyan komutanı Dartige du Fournet tarafından kabul edildiler. Du Fournet konuklarının ellerini sempatiyle sıktı, isyan ve gidişatı konusunda bilgi aldı. Hazır bulunanlar, fırsattan istifade ederek, Ermenilere karşı yürütülen politikadan ve tehcirin korkunç ayrıntılarından söz ettiler. Onların konuşmalarını dikkatle dinledikten sonra Amiral, o cesur dağlıları terk etmeyeceğine, kurtuluşları için ne gerekiyorsa organize edeceğine söz verdi. Merkezi organdan, isyana katılanların listesini komutan Brisson’a teslim etmelerini istedi. Kesinlikle kurtulacaklarına dair inançları artmış olan Musa Dağ’ın temsilcileri Amiral’den izin istediler. YENI MESAJLAR STRATEJISI 7 Eylül yenilgisi Türklerin umudunu kırmamıştı. Hâlâ askeri güçleriyle isyana son verebileceklerini düşünüyorlardı; özellikle de yeni takviye kuvvetler (Ermenileri yok edip, mallarına ve kadınlarına sahip olacaklarını düşünen Türkmenler, Çeçenler, Gürcülerden oluşan bir güruh) geldiği için. Fakat büyük bir taarruza kalkışmadan önce, artık uzmanı oldukları dalkavukça, kandırma amaçlı, sahte sözler verme yoluna gittiler. Musa Dağ Direnişi / Flavia Amabile - Marco Tosatti F: 6 82 9 Eylül günü şafak vakti, beyaz bayraklar sallayarak yaklaşan iki delikanlı Şeyh Yurdu mevzisindeki savaşçılara üç farklı mektup teslim etti. Birinci mektup Sayın Der Apraham Der Kalusdyan ve Der Vartan Hayr* Varteresyan. Size selamlarımızı gönderiyor, göç yerlerine hareket etmiş olanlardan iç rahatlatıcı haberler gelmiş olduğunu bildiriyoruz. Neden böyle düşüncesizce davranıyorsunuz? Osmanlı hükümeti bağışlayıcıdır; göçten sonra bir genel af ihtimali var; bu zor dönem aşıldıktan sonra nereye isterseniz oraya yeniden göç edebilirsiniz. Oysa sizin bu tutumunuzun yok olup gitmenize neden olacağı açıktır. Komutan beyin de size yazmış olduğu gibi, bebekleri bile esirgemeyen ve söylenenlerden tek kelime dahi anlamayan iki binden fazla başıbozuk, Yoğunoluk ve Hacıhabibli taraflarında etrafınızı çevirmiş bulunuyor. Derhal teslim olmazsanız yok edileceksiniz, buna eminim, söz konusu başıbozukları gözlerimle gördüm. Şerefim üzerine size yemin ediyorum, kardeşlerim. Bundan sonrasını sizin vicdanınıza ve aklıseliminize havale ediyorum. 9 Eylül 1915 Hekim Penyamin Kayıkçıyan İkinci Mektup İki saate kadar bir cevap vermezseniz, babaların günahı çocukların boynuna olacak. İki saat süreniz var. Derhal, acilen, teslim olun ve kurtulun dostlarım. Bu mektubu Der Apraham ve Der Vartan’a yahut aklıselim bir kişiye teslim edin. Acele edin, size yalvarıyorum, vakit kaybetmeyin. Hekim Penyamin Kayıkçıyan Üçüncü mektup Yoğunoluk, Hıdırbey, Vakıf, Hacıhabibli ve Bityas ileri gelenleri ile yapılan toplantıdan: –Birinci madde. Kanlarının dökülmemesi için yaşlılar, karı-kocalar ve masum çocukların teslim edilmesini salık veriyorum. –İkinci Madde. Teslim edilenlerin ellerinde beyaz bir bayrak taşımaları ve askerlerin bulunduğu yere gitmeleri gerekmektedir. * Peder anlamında. Ermeni Kilisesi’nde papazlara hitap ederken kullanılır. (ed. n.) 83 –Üçüncü madde. Gençler ve evli olan erkekler arasında teslim olmak isteyen varsa, silahlarıyla birlikte teslim olabilirler. –Dördüncü madde. Teslim olanlara kesinlikle kötü muamelede bulunulmayacaktır. –Beşinci madde. Aksi takdirde akan kandan siz sorumlu olacaksınız, maddi ve manevi sorumluluk size ait olacaktır. 9 Eylül 1915 31. Bölük Komutanı Binbaşı Rıfat Merkezi yönetim organı bu mektupları inceledi ve cevabını hazırladı. Kesin kararı bildirmek için yirmi dört saat istedi. İsyancıların verecekleri bir karar yoktu elbette. Kurtuluş yolu zaten açılmıştı. Sadece zaman kazanmak istiyorlardı. Fakat kandırma konusunda gayet becerikli olan düşman, bu mühleti tanımadı. Birkaç saat sonra büyük saldırıya geçti. DÖRDÜNCÜ BÜYÜK MUHAREBE Cevap mektubu ellerine geçtikten hemen sonra düşman saldırıyı başlattı (zaten ne zaman verdikleri sözleri tutmuşlardı ki?). Günlerdir kıyı boyundaki köylerden, özellikle Türk askeri ve idari merkezi olan Levşiye’nin kenar mahallelerinden davul sesleri geliyordu. Güney illerinden ve Suriye’den, gâvurlara karşı “cihad”a hazırlanan göçebe ve acımasız “başıbozuk” grupları orada toplanmıştı. Türk askeri yetkilileri acımasız güdülerinden faydalanmak amacıyla seferde kullanmak üzere onlara başvurmuştu. Hücum, mektuplarda ileri sürülenin aksine Şeyh Yurdu, Kabaklı ve Camız Yolu yamaçlarından başladı. Bu şekilde isyancıları kandırmak istemişlerdi. Fakat Ermeniler onların planını anlamış ve cephenin bütün mevzilerini eşit şekilde güçlendirmişlerdi. Ermeni savaşçılar da kendi tuzaklarını kurdular; yorgun düşmüş ve mevzileri terk etmiş gibi yaparak düşmanın yaklaşmasına izin verdiler. Türkler tahkim edilmiş hatta kadar “Allah Allah” nidalarıyla ve “salavat” getirerek ilerlediler. Ermeni savaşçılar o zaman ölümcül bir yaylım ateşiyle çıktılar or- 84 taya. Düşman hatlarında görülmemiş, ani bir karışıklık oldu, hızla ve düzensiz bir şekilde geri çekilmeye başladılar. Direnişçiler, şimdi de korkudan çığlık çığlığa “salavat” getirerek kaçan düşmanın peşine düşmüşlerdi. Türkler çeşitli yerlerde direniş örgütlemeye çalıştılar, fakat subayların kaçışı durdurma gayretlerinin bir yararı olmadı. İzdiham, son tahlilde, askeri operasyonu daha da zorlaştırdı. Öylesine hızlı ve düzensizce geri çekiliyorlardı ki, sanki tepelerden ve yüksekteki mevzilerden aşağılara dökülüyorlardı. Onları takip eden direnişçiler bir yandan şaşmaz atışlar yaparken, bir yandan da alaycı ve aşağılayıcı sözlerle düşmanın gururunu kırıyorlardı. Düşmanı Kabaklı’daki sığınaklarına kadar kovaladıktan sonra Ermeniler mevzilerine geri döndüler. Cephe boyunca çatışma yedi saat sürmüştü, Türklerin kayıpları çok yüksek olmalıydı. O gün isyancılar iki şehit verdi: Bedros Havatyan ve Hovhannes Lurçyan. Hapet Vanayan’ın (Sülahyan) yarası ağırdı. Hapet daha sonra gemide öldü, dini törenden sonra –Fransız denizcileri tarafından– büyük savaşçılara layık görülen bir onurla naaşı denize bırakıldı. Bu çarpışmada Mardiros B. Habeşyan, Mardiros Cansızyan, Yesayi Yağubyan, Bedros Kalusdyan, Bedros Dımlakyan, Setrag Bursalıyan, Hapet Vanayan, Bedros Havatyan, Hovhannes Lurçyan, Movses Yaramağyan ve daha pek çokları cesaretleriyle öne çıktılar. Mardiros Habeşyan mevzisinde kalıp bir ağacın arkasından aralıksız atış yapan çete üyesi usta bir nişancıyla düelloya girişti. Onun dışında birkaç düşmanı daha yere serdi. Mardiros Cansızyan ileri bir mevziyi ele geçirdi ve oradan peş peşe beş düşmanı vurup devirdi. Lurçyan yaralanmış olmasına rağmen birkaç çeteciyi öldürdü. Sıkayan ailesi de, Bedros Sıkayan, karısı, dört oğlu ve kızı, anılmaya değer, cesur eylemler gerçekleştirdiler. Bedros düşmanın attığı patlamamış bir bombayı eline alıp alaycı ve aşağılayıcı bir tonda: “Bakın, bombalarınızla topla oynar gibi oynuyoruz” diye bağırdı. Gözü kara ve inançlı savaşçılardan bazıları, cephede parlak fırsat- 85 lar yakalamamış da olsalar, tetikte ve savaşmaya hazır bir halde barikatlardaki yerlerinde sonuna kadar kaldılar. Düşman şayet onların üzerine saldırmaya kalkışsaydı, ellerinden gelenin en iyisini cesurca yaparlardı. KURTARMA OPERASYONUNUN BAŞARISI 5 Eylül’den itibaren her gün, Guichen tek başına ya da başka bir geminin eşliğinde (8 Eylül’de Jeanne d’Arc, 10 Eylül’de Desaix ile) Musa Dağ kıyılarını ziyaret etti. Bu ziyaretler hem psikolojik hem de stratejik amaçlarla düzenlenmişti; gemilerin görünmesi Musa Dağ’dakilerin umuduna umut katıyor, kurtuluşun yakın olduğu hissini güçlendiriyordu, Türklerde ise öngörülemez bir belayla karşı karşıya olduklarına dair dehşet ve endişeyi derinleştiriyordu. Şayet 9 Eylül çatışmasının sonucu isyancılar için böylesine şanlı olduysa, bu biraz da Fransız kruvazörlerinin mevcudiyeti sayesindeydi. Ermeni savaşçılar kendi görevlerini yerine getirirken hemen karşılarında, denizin üzerindeki kruvazörlerin görüntüsü güçlerini ve zafere olan güvenlerini tazeliyordu. 10 Eylül sabahı Guichen ve Desaix aynı anda kurtuluş koyuna demir attılar. Komutanları, Ermeni nöbetçilerden önceki günlerde yaşanan çatışmaların zaferle sonuçlandığı haberini almışlardı. “Dün siz kendi görevinizi yerine getirdiniz, bugün sıra bizde,” dediler. Kruvazörler Süveydiye’ye (Levşiye’ye) yöneldiler; sabah saat dokuzda toplarını Türk kışlalarına, kaymakamlığa ve stratejik önemdeki diğer noktalara çevirdiler; aynı şekilde, bunların hemen ardından gemilerden biri (Türk muhacirlerin geri getirildikleri) Kebusiye’yi ve önemli bir askeri merkez haline getirilmiş olan Türk köyü Kabaklı’yı bombalamaya başladılar. Ağır zayiat verildi; özellikle 157 mm. çapındaki top mermilerinin atıldığı yerlerde. Kabaklı bombardımanının sonuçları bilhassa etkili oldu. Köy direnişçilerin ileri mevzilerinin yakınındaydı ve Ermeni savaşçılar orada olup bitenleri rahatlıkla görebiliyordu. 86 Savaş gemisi göründüğünde çevredeki herkes dehşet çığlıkları attı: Panik düzenli ve düzensiz orduyu oluşturan tüm askerleri sardı. Pek çoğu köyden uzaklaştı ve çevredeki mağaralara, kaya oyuklarına sığınmaya çalıştı. Bir grup atlı olarak kaçma yolunu tuttu. Fakat sonra, gemi uzaklaştığında, hepsi köye geri döndü. Ancak bu bir kandırmacaydı: Fransız kruvazörü derhal yeniden ortaya çıktı ve köyü bombalamaya başladı. Bu kargaşada yükselen dehşet çığlıkları dağları ve vadileri inletti. Ermeni savaşçılar bayraklarıyla düşmanın bulunduğu mevzileri göstererek operasyondaki Fransızlara büyük yardımda bulundular. Bombardıman sona erip de sıra kendilerine gelince, evleri, mekânları, eşyaları arkalarında bırakarak düzensiz bir şekilde çekilen düşmanın üzerine atıldılar. Ancak Musa Dağlıların Port Said’e nakledilmelerinden sonra evlerine dönebileceklerdi. KURTULUŞ ÇANLARI ÇALIYOR 10 Eylül akşamı Fransızların III. Deniz Filosu, geleceklerine dair alınan karar konusunda isyancıları bilgilendirdi. Amiral Dartige’e sunulan öneriler şunlardı: 1. Kendilerine silah, mühimmat, savaş malzemesi, erzak, giyecek, takviye kuvvet verilmesi ve Türklere karşı savaşmaya devam etmeleri için fırsat tanınması. 2. Savaşçılar için bu temel yardımlar sağlanarak Türklere karşı direnişin devam etmesi halinde silahsız insanların emin bir yere nakledilmesi. Bu öneriler kabul edilmediği takdirde, 3. Herkesin (savaşçılar da dahil) emin yerlere nakledilmesi. Yönetim organına 10 Eylül akşamı saat beşte iletilen cevapta, müttefiklerin isyancıları mühimmat ve erzakla donatmasının uygun olmadığı resmi olarak bildiriliyordu; bu kıyılara çıkarma yapıp yeni bir cephe açmak da uygun olmazdı; buna karşılık, Fransızlar halkı güvenli bir yere taşımaya hazır olduklarını söylüyorlardı. 87 Nihai kararı beklemeyen halk zaten iki gündür deniz kıyısına inmişti ve büyük bir sevinçle, nakil haberini bekliyordu. Yanlarında bütün hayvanlarını ve taşınabilir her şeylerini getirmişlerdi. Halk, kurtuluş denizinde yüzmek için kıyıda toplanırken bulundukları mevzileri terk etmemiş olan Ermeni savaşçılar dikkat kesilerek düşmanı gözetlemeye devam ediyorlardı. Son ana kadar, halk tekneleri dolduruncaya kadar mevzilerinde kaldılar; ancak operasyonun sonunda, onlar da büyük bir heyecanla fakat aynı zamanda görevini yerine getirmiş kişilere özgü bir tatminle yerlerini terk ettiler ve kıyıya inerek gemilerdeki halka katıldılar. Musa Dağlıları Port Said’e nakletmek için, kurtuluş sahilinde beş Fransız gemisi demir atmıştı: Guichen, Desaix, D’Estrées, Amiral Charner ve Foudre. Bu sonuncusu 6-7 kilometre kadar yol katettikten sonra yolcularını, nakli gerçekleştiren gemi grubuna katılmak için gelen İngiliz gemisi Raven’a aktaracaktı. Her ayrılık bir parça ölümdür, der halk bilgeliği. Ayrıldığımız insan ve yer ne kadar çok seviliyorsa, ölüm acısı da o kadar derin olur. Evine, köyüne, dağlarına, vadilerine, elleriyle yarattığı bahçelerine asırlardır bağlı olan bir halktan söz ediyoruz. Onlar için her kaya, her köşe, her vadi, her ağaç bir anıyı temsil eder ve kardeşten farksızdır. Bu halk yaşamak için haram yememiş, toprağın her zerresine terini akıtmıştır. İşte bu halk, bütün bunları bir anda terk etmek ve belki de geri dönmemek üzere bilinmeyen ufuklara doğru uzaklaşmak zorunda kalmıştır. Bu ayrılığa derin bir esef damgasını vurmuştu, onun için daha da dokunaklıydı. Kırk beş gün boyunca onları şefkatli bir anne gibi korumuş, bağrına basıp gözetmiş kutsal dağlarından ayrılmak zorundaydılar. Bütün güçlüklere, direnmenin tüm biçimleriyle, hep birlikte göğüs germişlerdi. Korku ve yoksunluk anlarını birlikte yaşamış, acısını birlikte çekmişlerdi, fakat umutsuzluğun zalim pençelerine asla teslim olmamışlardı. Ve şimdi, bütün kötülüklerin en kötüsü olarak, gözleri yaşlarla dolu, hıçkırıklara boğularak meşru kartal yuvalarını terk etmek zorunda bırakılıyorlardı. Oysa Ermeni kadınlarının onuru güneşin altında yine o güneş gibi daima parıldasın, güçlü kolla- 88 rına kölelik zinciri asla vurulmasın diye, gelecek kuşakları yüz kızartıcı bir ölümün utancından, aşağılık kompleksinden ve yenilgiyi kabul eden bir tavırdan esirgemek için Musa Dağ’ın en asil evlatları kızıl kanlarını o kartal yuvasında akıtmış, on sekiz kahraman onun ıssız ve vahşi doruklarında Ermeni geleneğinin bir sunağı üzerindeymişçesine kurban verilmişti. Evet, hepsi için çok zordu, ayrılık ölüm kadar zordu. Fakat hayata dönebilmenin yegâne yolu da yine ayrılıktı. Kurtarma sandalları operasyona 12 Eylül’de başladı. Beraberlerinde kılık kıyafet dışında herhangi bir şey götürmeleri yasaklanmıştı. Yaşlılar ve mini mini çocuklar, genç ve yaşlı kadınlar, genç kızlar ve delikanlılar, özlem dolu bakışlarını kartal yuvalarına son bir kez çevirerek yaşlı gözlerle Fransız denizcileri tarafından kruvazörlerden birine doğru götürülen teknelere bindiler. Bu noktada, Fransız halkının bu değerli evlatlarını saygıyla ve bilhassa şükranla anmak gerekiyor. Onlar, o son derece yıpratıcı nakil operasyonunu büyük bir alçakgönüllülükle, yüksek bir insanlık idealiyle, büyük bir fedakârlık ve tükenmeyen bir gayretle gerçekleştirdiler. Güçlü kollarıyla, şakalaşarak ve büyük bir yakınlık göstererek iki büklüm ninelerin ve dedelerin ellerinden tutuyor, bebekleri ve tek başlarına hızlı davranamayacak kadar küçükleri kucaklıyor, teknelere götürüyor ya da gemilere çekiyorlardı. Halkın gemilere nakledilme operasyonunda Musa Dağlı iki cesur yüzücü, Kevork Tarakçıyan ve Sarkis Dıkkanyan da büyük fedakârlık gösterdiler. Son olarak Ermeni kökenli deniz subayı Diran (Charles) Tekeyan’ın adını da derin bir şükranla anmak gerekir: O buhranlı günlerde ilahi bir tesadüfle, Fransız kruvazörü Desaix’nin subay kadrosunda bulunuyordu. Tekeyan, Musa Dağlıların nakil operasyonunu yöneten komutan Vergos tarafından, karaya çıkarak tahliye işlemini yürütmekle görevlendirildi. 12 Eylül sabahı saat dörtte bir kurtarma sandalıyla karaya çıkmaya çalıştı fakat fırtına engel oldu. O anda Türkler derhal püskürtülen yeni bir saldırı girişiminde bulundular. Sular sakinleştiğinde 89 Tekeyan karaya çıkmayı başardı ve halkın gemilere nakil işlemini başlattı. Tahliye köy köy gerçekleştirildi. İlk gün kadınlar, yaşlılar ve çocuklardan oluşan üç bin kişi gemilere yerleştirildi; ikinci gün, önce savaşta yer almamış nüfusun kalanı çıktı gemilere, son olarak da savaşçılar. Musa Dağ halkının kurtarıcıları arasında, 17 Mayıs 1967’de Marsilya’da ileri bir yaşta ölen Diran Tekeyan’dan başka soylu, cömert ve insancıl duygularla dolu üç kişinin; Guichen’in kaptanı Brisson’un, Fransız III. Filosu Komutanı Amiral Dartige du Fournet’nin ve Desaix kruvazörünün kaptanı Vergos’un adlarını da özel bir saygıyla anmak gerekir. Kaptan Brisson direnişçileri buldu, onlarla bağ kurdu, onları destekledi, dostları oldu ve onları kurtarmış olmayı hayatı boyunca yaptığı en yararlı iş olarak gördü. Port Said yolculuğu boyunca iyi ve korumacı duygularla davrandı. Yolculuğun iyi geçmesi için, dağdaki uzun günlerin acı ve ıstıraplarının unutulması için, her türlü fedakârlığı yaptı. İkincisi, Amiral Dartige du Fournet, Fransız III. Filo Komutanı sıfatıyla, halkın tahliyesinde dikkate değer bir rol oynadı. Resmi kanallardan ve kuralların öngördüğü ihtiyatla hareket etmiş olsaydı kurtuluş çok uzun sürede gerçekleşecek, belki de asla gerçekleşmeyecekti. Cömert ruhlu bir kişi ve bir beyefendi olarak bütün nüfuzunu, denizcilik konusundaki bütün bilgisini ve tecrübesini bu uğurda kullandı. Amiral 8 Eylül’de “kurtuluş sahili”ne Jeanne d’Arc ile geldi. Halkın durumu hakkında bilgi edindikten sonra derhal Famagusta’ya [Gazimağusa] hareket etti, Mısır ve Kıbrıs’taki İngiliz yetkilileriyle temas kurup halkı misafir etmeleri için tekliflerde bulundu. Kıbrıs Valisi “uygun bir yerleri olmadığı” cevabını verdiyse de Mısır Yüksek Komiseri Londra’ya başvuracağını ve karar vermek için cevaplarını bekleyeceğini açıkladı. Amiral moralini bozmadı. Derhal Paris hükümetiyle de temas kurdu. İlk telgrafına cevap gecikince, 10 Eylül’de tekrar telgraf çekti. Cevabı dört gün sonra, 14 Eylül’de aldı, Fransız Denizcilik Bakanı büyük bir soğuklukla, “Musa Dağ nerededir?” diye soruyordu. 90 Fakat Amiral Dartige du Fournet günlerini bekleyerek geçirmemişti. Dakikaların değerli olduğunu biliyordu. Her gecikme ölümcül sonuçlar doğurabilirdi. Halka yardım eli uzatmak onun için bir onur meselesiydi. İşte Fransız denizcinin parlak şahsiyetini ve büyük ruhunu ortaya koyan buydu. Henüz kimse Musa Dağlıların nereye tahliye edileceğini bilmiyorken, “şahsi sorumluluk” üstlenerek halkı gemilere çıkarmayı teklif etti. Amiral Dartige du Fournet sonuçtan emindi; güvenli bir limana, kurtuluşa götürüleceklerdi. Aniden, tam bu kritik anda, Amiral Çanakkale’ye tayin edildi. Fakat halefi, Amiral Darilleux ve Fransa’nın Mısır Büyükelçisi Baron de France’a kutsal bir söz verdirmeden yeni görevine gitmedi: “Her ne pahasına olursa olsun, beş bin Musa Dağlı emin bir yere götürülmeli”ydi. Büyükelçi ve du Fournet’nin halefi, bu yüce gönüllü insanlar, Mısır Hıdivi ve İngiliz Yüksek Komiseri’yle görüşmeleri sürdürdüler ve Mısır’ın konuksever göğü altında (Port Said yakınlarındaki Lazaret denen kumluk alanda) Musa Dağlıların yerleştirilmesi temelinde bir anlaşmaya vardılar. Desaix’nin komutanı Vergos şükranların sunulacağı üçüncü kişidir. Amiral Dartige kendisine Musa Dağlıların tahliyesini organize etme emrini verdi, o da bu zor işi büyük bir fedakârlık göstererek sonuca ulaştırdı. Pazar günü bütün gün halk gemilere çıkmayı sürdürdü. Savaşçılar gemilere en son çıkanlardı. Onların geminin güvertesindeki görüntüsü heybetli ve etkileyiciydi: hâlâ üzerlerinde olan silahları, paçavraya dönmüş rengârenk giysileri, uzun ve karmakarışık saçları ve sakalları, yüzlerinde görevlerini onurla yerine getirmiş olmanın bilincinden kaynaklanan kararlılık ve gurur ifadesiyle. Komutan Vergos güvertede, hayranlık dolu bir ifadeyle onları kabul etti. Fakat burada sözü, bu yüce anın görgü tanığı donanma subayı Diran Tekeyan’a bırakalım. Son kadınlar, yaşlılar ve çocuklar da gemiye yerleştirilirken dağda da yirmi Ermeni birliği mevzilerini terk ediyordu. O anda vadilerden, farklı yönlerden, göğüsleri fişeklikle kaplı güçlü ve gururlu savaşçıların küçük gruplar halinde kıyıya inmeye başladıklarını gördüm. […] Deniz kıyısında muazzam bir ateş yanıyordu. Gemilere binme- 91 den önce kaçaklar orada toplanıyor, gemilerde fazla yer tutacak ve yanlarında götüremeyecekleri fakat Türklere de bırakmak istemedikleri eşyalarını ateşe veriyorlardı. Yataklar, örtüler, yiyecekler, ev eşyaları, her şey o at
//////////////////
ERMENİ HABER'den
https://www.ermenihaber.am/tr/news/2019/04/24/Musa-Da%C4%9F%C4%B1-40-g%C3%BCn/153371?fbclid=IwAR0zRd3j59uZOmu2n3wpiTzdNNjemMpKTyXKvl3Gtv0CaSr1ez8k1_Em15Y

Musa Dağı’nda 40 gün: 1. Bölüm

Musa Dağı’nda 40 gün: 1. Bölüm

24 Nisan’da Ermeni Soykırımı’nın 104. yıldönümü vesilesiyle Panarmenian.net haber sitesinin hazırladığı Musa dağında Ermenilerin efsanevi öz savunmasının tarihi ile kronolojisini okurlarımıza sunuyoruz.

1915 yılının baharında Jön Türk iktidarı Batı Ermenistan ve İmparatorluğun Ermeni maskun bölgelerinden Ermeni nüfusunun tehciri ve imhasına başladı. Tehcir Antiok (Antakya) ilçesine de ulaştı. 26 Temmuz’de Kessab Ermeni nüfusune verilen tehcir emri haberleri Kessab yakınında bulunan Antiok ilçesine bağlı Suedia kasabasının çevresindeki 6 Ermeni köyünde öğrenildi. Antiok kaymakamı ve Suedia yenetmeni Ermeni köylerin nüfusunu göç ettirme niyetlerini gizlemiyordu.


Akdeniz’in doğu kıyılarında bulunan Suedia bölgesinde 1915’te toplam 6300 kişilik nüfusu olan (1200 ev)  6 Ermeni  köyü vardı: Bitias, Haci Habibli, Yoğunoluk, Hıdırbek, Vakıf, Kebuse. Ermeniler Suedia’ya 11-12. yüzyıllardan beri Kilikya’dan taşınmışlar. 6 köyün nüfusu tarım ve arıcılık ile uğraşıyordu, ipekböceği besliyordu. Söz konusu Ermeni köylerinde kendi okulları ve kiliseleri vardı. 19. yüzyılın sonunda buralarda Hınçak Partisi, 1908’den beri ise Ermeni Devrimci Partisi (Taşnak Partisi) faaliyet gösteriyordu.

29 Temmuz’da Yoğunoluk’ta köyün papazı Abraham Galstyan’ın evinde mevcut durumu ve yapacaklarını görüşmek amacıyla bütün 6 köyün temsilcilerinin katılımıyla toplantı düzenlendi. Başta zenginler ve birkaç papaz olmak üzere toplantıya katılanların ekseriyeti direnmemek ve tehcir ermini yerine getirmek gerektiğini iddia etti. Kalanlar yakındaki Musa Dağı'na yükselerek öz savunma yapmak gerektiğini savundu. 

Toplantıda daha bir karar alınmazken 30 Temmuz’da Suedia Ermenilerine tehcir emri geldi ve hazırlık için de 7 gün verildi. Emrin yerine getirmesi üzere  halk içinde yeni anlaşmazlıklar ortaya gelirken Halep’ten kaçan bir grup Ermeni asker, Suedia’ya gelip Ermeni halkının bir başka kısmına uygulanan tehcir ve katliamlar ile ilgili haberler getirdi. Bundan önce de Zeytun’dan memleketi olan Yoğunoluk’a dönen Ermeni Protestan Kilisesi papazı Tigran Andreasyan, Zeytun’luların tehcirini anlatarak Türklerin ermini yerine getirmeme tavsiyesinde bulundu. Köylülerin ekseriyeti Musa Dağ’ı tırmanarak direnme karar. 30-31 Temmuz tarihlerinde Yoğunoluk, Hıdırbek ve Vakıf köylerin sakinleri eşyalarını toplayarak tırmanışa başladı.

1 Ağustos'ta Antiok valisi 2. tehdit içeren emri Ermenilere gönderek tehcirin vadelerini hatırlattı.  Ama artık Musa'lılar olan Ermeniler kararlarını değiştirmedi ve 2 Ağustos'ta dağda direnişe hazırlamaya başladı. Maalesef, aralarında Kebusie nüfusunun çoğu ve diğer Ermeni köylerinden ise bir kısmının bulunduğu 2000 kişi Türk iktidarının tuzağına düşüp  tehcir yoluna çıktı ve hayatlarını kaybetti. Söz konusu köylerin geri kalan aileleri de Musa Dağı'nın savunucularına katıldı. Toplam olarak dağa çıkanların sayısı 4300 gibi idi.

Sonraki günlerde Ermeniler dağın 3 etrafında kamplar kurdular, ahşap evler inşa ettiler, 4 savunma mevziyi oluşturdular. Dağın savunmasını gereken bir şekilde düzenlemek için kurulan 3 kampta yerel kurullar oluşturuldu. Bu kurullar  öz savunma ve iç kontrol için sorumluydu. 5 Ağustos'ta Türkler, Ermenilere bir ültimatom verdiler.

Az sayıda silah ve mühimmat ile silahlandırılmış 500 Ermeninin elinde yaklaşık 200-250'e kadar av tüfeği, 100-130'a kadar Yunan yapımı iyi kaliteli "Kra" tüfeği ve bir kaç tane 'mavzer' vardı.

7 Ağustos'ta 3 kampın temsilcileri Tataralank denilen yerde genel yönetim kurulunu seçmek için toplantı yaparken, Türkler 200 askerle Ermeni mevzilerinden birine yönelik ilk saldırıya başladılar. Toplantı hemen durdurularak direniş organize eidildi ve hemen 20 kişi saldırıya uğrayan mevziye gönderildi. Bir saldırıyla zafer kazanacağına güvenen hasım, bir atak ile Ermenileri geri püskürtmeye çalıştı, fakat Ermenilerin düzenli direnişine karşı karşıya geldi. Yaklaşık 6 saat süren çatışmadan sonra  Türkler 5-6 askeri kaybederek geri çekildi. Ermeniler arasında kayıp olmadı.

Musa'lılar ilk zaferi kutladıktan sonra 2 gün boyunca mevzilerini güçlendirmekle uğraşıyordu: görünümü açmak için 20-25 metre uzaklığındaki ağaçları kestiler, hendek kazdılar, merkezi kışla inşa ettiler. Direnme gücü mevzilerin  önemliğine göre dağıtıldı. 12-15 yaşındaki erkek çocuklarından mevzileri merkeze bağlamak için ekipler (telefon tğak- telefon çocukları) oluşturuldu.
Devamı var...

/////////////////////////////////////////////

https://www.houshamadyan.org/tur/haritalar/halep-vilayeti/musa-dagi-samandag.html



/////////

https://www.ermenihaber.am/tr/news/2017/12/25/Musa-Da%C4%9F-Direni%C5%9Fi-foto%C4%9Fraf/119936

Musa Dağ Direnişi ile ilgili 25 orjinal fotoğraf bulundu

Musa Dağ Direnişi ile ilgili 25 orjinal fotoğraf bulundu

Ermeni Soykırımı Müzesi-Enstitü, Musa Dağ Dirinişi katılımcılarını Fransız savaş gemilerini binerken görüntüleyen bugüne dek keşfedilmemiş 25 orjinal fotoğrafı buldu. Haberi aktaran Ermeni Soykırımı Müze-Enstitüsü Müdür hayk Demoyan fotoğrafların Eylül 1915'te Fransa donanmasında görevli bir subay tarafından çekildiğini belirtti.

Fotoğraflar küçük gemilerle Ermeni sivil halkının Fransız savaş gemilerine taşıma ve yerleştirmesi görüntüleniyor.

Fotoğraflar  Nisan 2018 yılında kamuoyuna sunulacak.

Hatırlanacağı üzere Ağustos-Eylül 2015 tarihlerinde 1915’te  Musa Dağı’nda Ermeniler’in  öz savunması asrını dolduracak. 1915 baharında Jön Türk iktidarı Batı Ermenistan ve İmparatorluğun Ermeni maskun bölgelerinden Ermeni nüfusunun tehcri ve imhasına başladı. 26 Temmuz’de Kessab Ermeni nüfusune verilen tehcir emri hakkında Kessab yakınında bulunan Antiok ilçesine bağlı Suedia kasabasının çevresindeki 6 Ermeni köyünde öğrenildi. 30-31 Temmuz tarihlerinde Ermeni köy sakinleri toplam 4300 kişi Musa Dağı'na çıktı. 40 gün süren öz savunma yürüten Ermeniler Fransız gemiyle kurtuldu.

//////

İnançtan kurtuluşa doğru: Musa Dağı direnişi

Flavia Amabile ve Marco Tosatti imzalı, İtalyanca'dan Suna Kılıç’ın çevirdiği, “Musa Dağ Direnişi” isimli kitap Aras Yayıncılık’tan çıktı. Kitap, Ermeni Soykırımı günlerinde Antakya’daki Musa Dağ’ına tırmanışa geçerek 'tehcir' emrine uymayan, sayıları birkaç bini aşmayan bölge Ermenilerinin destansı direnişini konu alıyor.

12 Ekim Perşembe 2017




19'uncu yüzyılın henüz ortalarındayken başlayan katliamlar, bir süreden sonra periyodikleşir ve 20'nci yüzyılın başlarındayken önce Adana’da, sonra da Anadolu’nun ve İstanbul’un çeşitli nahiyelerinde, devlet eliyle soykırıma varır. Birinci Dünya Savaşı’nın süregittiği dönemde, Antakya’da yaşayan Ermenilerin kulağına soykırımın sesleri yüksek sesle duyulagelir.

Meselenin devlet söylemi ile bakıldığında “tehcir” olmadığı, Ermenilerin; askerlerin ve çetelerin eliyle katledildiği haberi Anadolu’da yankılanır. Nisan sonrasında gelişen olaylarda yaşanan katliamlar ürkütücüdür. Haziran’ın başlangıcı ile “tehcir” kararının Musa Dağlı Ermenilere de sirayet etmesi üzerine kitle, aralarında tartışır. Kaçmayı veya kaderlerine razı gelip sürülmeyi uzun uzun konuşan, hadiseyi her yönüyle değerlendiren Ermeniler, direnme kararı alırlar.

Çevre köylerde bulunan Ermeniler, papazların öncülüğünde bir araya gelir ve 1915 Temmuz’unun sonu ile birlikte Musa Dağ’ının doruklarına tırmanışa geçer. Musa Dağ, coğrafi yapısı itibariyle bir yarısı Akdeniz’le, diğer yarısı ise Antakya’nın ovalarıyla çevrili bir fiziki yapıya sahiptir. Bu fiziki yapı, Musa Dağ’ında direnen Ermeniler'in kurtuluşunu sağlayacaktır.

Yüzyıllar boyunca geçimini tarımdan karşılayan bu kitlenin düzenli orduya ve çetelere karşı 40 gün süren direnişinin başarıya ulaşmasının sebeplerinden bir diğeri ise mevsimlerden yaz olmasıdır. Bölgeye hâkim olan kitle, dağda yetişen meyvelerden, sebzelerden bolca faydalanır. Neyi, ne oranda tüketmelerinin farkında ve bilgisinde olan kitlenin birbirlerine kenetlenerek yazdığı destansı direnişin üzerinden yüz yıl geçmesine rağmen güncelliğini koruyor olması dikkat çekicidir.

Direniş, başladıktan yaklaşık bir ay sonra, Akdeniz’de konuşlanan Fransız bandıralı bir geminin dikkatini çeken Musa Dağ direnişçileri, konunun müttefikler arasında konuşulması sonucu aynı gemiler ile Musa Dağ’ın eteklerinden alınır. Kuşatma altında onlarca gün tutulan, kısıtlı silah ve gıdanın tekdüzeliğine rağmen umudunu yitirmemesini konu alan “Musa Dağ Direnişi” isimli kitap, bilimsel yanının dışında gerçek karakterlerin kurmaca yanına da eğilir.

KURTULUŞUN ARKASINDAKİ GÜÇ: İNANÇ

Musa Dağlıların, yaşayış biçimlerini, kültürlerini, dini ritüellerini derinlemesine inceleyen eser, direnişin kahramanlarının yaşamöykülerini de anlatmadan geçmez. Gerçekliğin, ancak hayali olanla bütünleştiği zaman kalıcılaştığının farkında olan kitabın yazarları, bu destansı yolculuğu bu biçim ile sonsuzlaştırır.

Dönemin yapısı düşünüldüğünde, imkânların ne kadar kısıtlı olduğu da tahmin ediliyorken, bilgi ve belgelere de ulaşan yazarlar, direniş sonunda kitlenin gemilere alındığı anların da fotoğraflarından faydalanır. Deniz yoluyla müttefiklerin eline mektuplar bile ulaştırmaya çalışan direnişçiler, aralarındaki iyi yüzücülere de ayrıca önem gösterir. Bu mektupların da yayınlandığı kitapta, Dikran Antreasyan isimli direnişçi, direnişçilerin adına uzun uzun mektuplar kaleme alır. Bölgenin ve direnişin panoramasını çıkaran Antreasyan, müttefik devletlerinden yardım ister. “Sizden rica ediyoruz, açlıktan ölmemize ve yok oluşumuza göz yummayın. Henüz geç değilken hayatlarımızı ve onurlarımızı kurtarın.” diyerek sonlandırır bu mektuplardan birini.

Bölgenin demografik yapısının da irdelendiği bu direniş, Yahudi Soykırımı sırasında Avrupalıların dikkatini daha da çeker. Bu direniş biçiminin varoluşsal bir yaşama şekline dönüştüğü görülür ve bu iradeye saygı duyulmasını sağlar.

İnanç mefhumu ise kitabın temel dertlerinden biridir. Yazarlar, kurtuluşun gerçekleşmesinin ardındaki temel iradenin bu olduğu üzerinde ayrıca durur, altını kalın kalın çizer.

Göğsünden vurulup ölmek üzerine olan Hagop’un, arkadaşlarına dönerek ettiği cümle direnişin özetini oluşturur. “Size yalvarıyorum, benimle meşgul olmayın, her halükarda ben artık bittim; siz gidip düşmana karşı direnin. Mutlaka kazanacağımızdan asla kuşku duymayın. Zafer bizimdir.”

//////////////

https://www.evrensel.net/haber/427173/arastirmaci-yazar-serdar-korucu-direnis-tarihini-konusurken-musa-dagi-unutmamaliyiz

02 Mart 2021 22:30

Araştırmacı-Yazar Serdar Korucu: Direniş tarihini konuşurken Musa Dağ'ı unutmamalıyız

Araştırmacı-Yazar Serdar Korucu ile Aras Yayıncılık'tan çıkan “Sancak Düştü” ve “Ahalinin Gidişi” adlı kitaplarına dair konuştuk.

Araştırmacı-Yazar Serdar Korucu | Fotoğra Serdar Korucu'nun kişisel arşivi





///////////////////////

Hilal KOLCU

Araştırmacı-Yazar Serdar Korucu’nun Aras Yayıncılık’tan çıkan iki kitabı, “Sancak Düştü” ve “Ahalinin Gidişi”, Musa Dağ direnişini okuyucusuna hatırlatıyor. Korucu, bu topraklarda direniş tarihinden bahsedilirken Musa Dağ’ın da unutulmaması gerektiğinin altını çiziyor.

Ahalinin Gidişi, Musa Dağlı Ermeniler ile söyleşilerinizden, onların anılarından oluşuyor. Konuştuğunuz Ermenilerin ortak paydası nelerdi?
Bu kitap için hem Musa Dağ’dan gidenlerle hem kalanlarla konuştum. Türkiye’de Musa Dağ ve İstanbul’un dışında, Musa Dağlıların peşinden Lübnan’a, Ermenistan’a ve Fransa’ya gittim. Hepsinin ortak noktası 1939 öncesi doğmuş olmaları. Yani İskenderun Sancağı, Türkiye’nin şehirlerinden biri olmadan, Hatay adını almadan önce. Bu dönemde Musa Dağlı her ailenin tanıdığı, akrabası, yakını bu topraklarından ayrılmak zorunda kalmış. Evet, bu zorunluluk devletin getirdiği bir yaptırım değildi ama 1915’te yaşananların hafızası çok tazeydi. Dönemi içinde Türkiye’de yazılan resmi raporlarda da göçte “Geçmişte yaşananların” etkili olduğu vurgulanıyor. Kalanlar köylerin boşalmasını hatırlıyor. Her gideninse gittiği yere göre hafızasında farklı unsurlar öne çıkıyor.

Serdar Korucu'nun 'Ahali'nin Gidişi' adlı kitabının kapağı

Ne gibi farklılıklar var?
Mesela Ermenistan’a gitmiş olanlar, ülkenin kuruluş yıllarında çok yokluk çektikleri için ağırlıklı olarak Musa Dağ’ın zenginliğini yad ediyor. Lübnan’da kalanların içinde hep geri dönememek kalmış. Hem yakın, hem uzak olmak… Kendileri de, aile büyükleri de Musa Dağ’a dönmek istemişler. Şartlar değişmeyince bağlarını korumaya çalışmışlar. Batı ülkelerine gidenlerin durumuysa farklı. Çevrelerindeki farklı şehirlerden, bölgelerden gelen Ermeniler soykırımı tüm ağırlığıyla anlatırken kendi anlatılarını aktarmak onların gözünde ikinci plana düşmüş. Ya da en azından benim konuştuğum ailelerin hepsinde, asıl acıyı yaşayanın diğer şehirlerdeki Ermeniler olduğuna dair bir vurgu vardı.

Hem “Sancak Düştü” hem de “Ahalinin Gidişi” kitabınızda ortak nokta Hatay’ın Samandağ ilçesi sınırları içindeki Musa Dağ. Bu bölgeye niçin odaklandınız?
İster resmi tarih, ister alternatif tarih çalışmaları olsun, konu Ermeniler olunca öncelik soykırımda. Soykırım öncesi, soykırım süreci ya da soykırım sonrası yaşananlarda. Aslında Musa Dağ’ın da anlatısı 1915’ten farklı olarak burası tehcir kararına uymayı kabul etmeyen köylülerin direnişi ve savaşın sonunda tekrar topraklarına gelebilmelerine dair bir anlatıyı taşıyor. Bunu sahiplenmesi, konuşması, dillendirmesi gereken kesimlerden biri de bu topraklarda direnişler üstüne çalışanlar, konuşanlardı bence. Ne yazık ki en iyi ihtimalle “atlanıverdi” bu konu.  Türkiye’de solun tarihi yazılırken Ermeni toplumu nasıl atlanamayacak, unutulamayacaksa, direnişi, direnişlerin tarihini konuşurken Musa Dağ’ı unutmamalıyız.

Serdar Korucu'nun 'Sancak Düştü' adlı kitabının kapağı

Reklam

Bugün neden arka planda kaldı?
Sorun çok boyutlu. Bugün daha çok turizm merkezi olarak görülüyor. Zaten Hatay’da “hoşgörü” mottosu ile iç turizmi çekmeye çalışıyor. Bu bölgenin geçmişini hatırlatan, hatırlatacak çok fazla çalışma da yok ne yazık ki. Halbuki Musa Dağ direnişi sadece yaşandığı dönemi değil, Franz Werfel’in hakkında yazdığı roman ile, “Musa Dağ’da 40 Gün” ile birlikte Naziler döneminde Yahudi gettolarını da etkileyecek, Varşova Gettosu’na ilham verdiği kaydı düşülecekti. Türkiye’deyse tarihin bu sayfası üzerinde yeterince durulmuyor.

1930’LARDA TÜRKİYE MEDYASININ ERMENİLERE BAKIŞI

"Sancak Düştü" kitabınız ise sadece Musa Dağ değil, tüm İskenderun Sancağı’na odaklanıyor. Bu kitapta Türkiye medyasının Ermenilere bakışını incelemişsiniz. Bu bakış dönem dönem değişiyor mu?
Değişmez mi, elbette farklılık gösteriyor. Fakat önce şunu ifade etmem lazım. O dönemin medyası bugünkünden farklı. 1930’lar Türkiye’sinde devletin başındaki isimler sadece kritik süreçlerde gazetelere demeçler veriyor. Yani her gün mesaj, her gün bir açıklama yok. Bırakın devletin zirvesini, hiçbir yetkili o kadar sık açıklama yapmıyor. Bu nedenle medya, özellikle de ana akım devlet içinden çıkan, çoğu zaman tek güçlü ses haline geliyor. 1936’nın başında Ermeniler için sıcak mesajlar veriliyor. Bu mesajlar, Ermenilerin çoğunun yaşadıkları bölgenin Türkiye’ye katılmasına karşı olduğunun açıkça ortaya çıkmasıyla düşmanlaşıyor. 1937 ve sonrasında Ermeniler önce “iyi” ve “kötü” olarak ayrılıyor ardındansa artık bir zamanlar bölge nüfusunun yüzde 11’ini oluşturan bu halkın çok büyük bölümünün göç etmesiyle, geride sembolik bir sayının kalmasıyla gündemden düşüyor. Kitap da bu değişim sürecini ele alıyor.

/////////////



//////////////////////////
https://www.indyturk.com/node/316001/haber/benden-selam-s%C3%B6yleyin-musa-da%C4%9F%C4%B1na-i%CC%87skenderun-sanca%C4%9F%C4%B1ndan-hataya-ermeni-meselesi

Benden selam söyleyin Musa Dağı'na: İskenderun Sancağı'ndan Hatay'a "Ermeni Meselesi"

1939’da Hatay’ın Türkiye topraklarına dahil edilmesiyle, daha 1915’in yaralarını saramayan Ermeniler için yeni bir göç dalgası başladı. “Belki bir gün geri döneriz” diye gidenlerin hafızasında tek bir imge kaldı: Musa Dağı

1939'da Musa Dağı'ndan ayrılan Ermeniler
Medeniyetler şehri Antakya. Hep böyle bildik. Peki, kaç medeniyet bu topraktan doğdu? Kaç toplum ağacından, suyundan doydu? Kaç kültür filizlendi, kaçı kök saldı? Ve kaçı kökünden sökülüp atıldı? Kaç kökün izi toprakla örtüldü, saklandı? "Halk hazineleri ya ortadan silinip kalkıyor ya da tarih arşivlerine gömülüyor" Dodi Sotiriou "Benden Selam Söyle Anadolu'ya" adlı kitabında sökülüp atılana, üzeri toprakla örtülene bu sözlerle isyan ediyordu ve bize Anadolu Rumlarından kalma eski bir sözü hatırlatarak, gerçekle yüzleştiriyordu: Ölü gözünden yaş akmaz.

Anadolu'nun şu 4 kelimeye saklanan gerçeğinin gölgesindeki Antakya'nın, I. Dünya Savaşı'nda Fransız mandası olacak İskenderun Sancağı'nın, 1936'dan sonra yeniden yaratılan Hatay'ın üzerindeki toprağı bu yüzden kaldırdık. Türkiye tarihinde tek bir kurşun bile sıkılmadan, masa başındaki bir anlaşmayla sınırları arasına katılan, tarihin en kısa süreli devleti olan Hatay'ın ölülerini bu yüzden dirilttik.

Gazeteci Serdar Korucu'nun Aras Yayınevi'nden çıkan ‘Sancak Düştü: İskenderun Sancağı'ndan Hatay'a Ermeni Meselesi' ve ‘Ahalinin Gidişi: Musa Dağ 1939' kitaplarıyla 1936 itibariyle mesele haline getirilen Hatay'ın toprak altındakilerini, ahalisi gitmeden önceyi konuştuk.

Ahalisi gitmeden önce, bugünkü adı Hatay, 1936'ya kadarki adıyla İskenderun Sancağı'nda etnik nüfusu tanımlamak zor. Arap Ortodoks olarak bilinen ama yıllar boyunca kendi içinde de toplumda da farklı isimlerle anılan bir topluluk mevcut. Bu topluluk Sancak nüfusunun önemli bir ayağını oluşturuyor. Ermeniler ise yüzde 11 gibi bir nüfusa sahip. Korucu, bir yanda da Suni-Alevi Türklerin olduğunu hatırlatıyor:

"Kendilerine sorulduğunda onlar Arap-Alevi diyorlar ancak Ankara onlara Türk-Alevi diyor. Hatta Eti Türkleri olarak niteliyor ve Hittit'ten beri o topraklarda olduğunu ve din olarak Aleviliği benimsediğini belirtiyor. O nedenle farklı bir kimliğe sahipler. Türk-Sunilerle Arap-Alevileri, Türk Alevi diye nitelendirip bir oran sağlamaya çalışırsanız, evet, İskenderun Sancağı'nda çoğunluğu elde edebilme olasılığınız var."

Herkes kendini farklı ifade ettiği için nicelik bakımından kesin konuşulamadığını dile getiren Korucu, "Osmanlı bakiyesi olarak görünen Türkiye Cumhuriyeti'nin homojenleşmiş yapısında İskenderun Sancağı farklı bir yapıya sahip. Orası tüm çeşitliliğe sahip. Burada nüfus sayımı yapmanız, kültürel olarak insanları bir yere toplayabilmeniz çok zor. Daha sonra burası medyada Şarkın İsviçresi olarak lanse edilecek. Çünkü çok fazla dil, çok fazla ırk, çok fazla kültür var. Ve en önemlisi nasıl yönetileceğini kimse bilmiyor" dedi.

Yüzde 11'lik Ermeni nüfusunun Türklere kültürel olarak yakın olduğunu söyleyen Korucu, beraber yaşama konusunda Türkiye'nin yanıldığını dile getirdi.

Foto Berge Arabian.jpg
Serdar Korucu / Fotoğraf: Berge Arabian

 

Hatay meselesi nasıl başladı?

Osmanlı İmparatorluğu'nun bir parçası olan Hatay, Birinci Dünya Savaşı'nda kaybedildi. Fransa ile yapılan Ankara Antlaşması'na göre bu bölge Fransız mandasına bırakıldı. Gazeteci Serdar Korucu bu tarih itibariyle Hatay'ın Türkiye ile pek bir bağlantısı kalmadığını ancak anlaşmaya bölgede yaşayan Türklerin haklarını koruyacak bir şerhin düşüldüğüne dikkat çekti. Korucu, "Çoğunluk olup olmadığı her zaman tartışmalı da olsa İskenderun Sancağı'nda Türk nüfusu mevcut o dönemde. Bu nüfus için de eğitim gibi bazı alanlarda bazı haklar talep edildi. Fransızlar da bunu kabul etti ve İskenderun Sancağı Fransız mandasına geçmiş oldu" diye anlattı.

1936'ya kadar Türkiye'nin gündemine taşınmayan İskenderun Sancağı'nın, Suriyelilerin bağımsızlıklarını talep etmesiyle başladığını ifade eden Korucu, Şam ile Fransa arasında yapılan anlaşmadan bahsetti. 1936 Türkiye'si hükümetinin politikasını anlattı:

"Anlaşmanın hükümlerinden bir tanesinin İskenderun Sancağı özelinde olması bekleniyor. Çünkü sancağın özel bir yapısı var ve Ankara bu yapının korunmasını istiyor ancak korunmuyor. Yani anlaşmada İskenderun Sancağı ile ilgili bir atıf yok. Türkiye önceden Sancak ile ilgili bir mevzuda Paris ile konuşurken, şimdi artık muhatabı Şam olacak. Ankara bunu kabul etmedi. Bunun üzerine de özellikle medya üzerinden İskenderun Sancağı'na özerklik sağlayacak bir kampanya başlattı."

1936-39 yılları arasında Türkiye medyasının ilk olarak Ermenilere yakın durduğunu söyleyen Korucu, "Ermeniler aslında Türk" tezlerinin ortaya çıktığını ve beraber yaşamanın ne kadar zenginleştirici olduğuna dair kulislerin yapıldığını ifade etti. Ancak Türkiye'nin, 1937 yılına geldiğinde artık bölgedeki Ermenilerle beraber yaşamak istemediğini fark ettiğini belirten Korucu, şöyle konuştu:

"Bu sefer de başka bir politika izleyecek ve Ermenileri ikiye bölecek: İyiler ve kötüler. Kötüler, Türkiye ile beraber yaşamak istemeyen Taşnaklar başta olmak üzere bazı Ermeni gruplar. İyiler, Türkiye'ye yumuşak yaklaşan bölge Ermenileri. Bunların sayısı aslında çok fazla değil. Taşnaklarla olan tarihi rekabetlerinden dolayı en başta Hınçaklar Ankara'ya daha yakın duracak. 1939 sonunda Hınçak Ermenilerinin çok da fazla kalmadığını sadece sembolik bir nüfusun belli bölgelerde yaşamaya devam edeceğini göreceğiz."

Büyük bir Arap-Ortodoks nüfusun da bölgeden ayrıldığına dikkat çeken Korucu, "Türkiye, göçleri engellemeye çalışsa da çok üzerinde durmayacak. Çünkü daha homojen bir İskenderun Sancağı katılmış olacak. Tabii uluslararası kamuoyunun dikkatini de çekmemek için engellemeye çalışıyor. Çünkü Türkiye'nin bölgeye girerken yollara dökülen insan manzarası çok da pozitif bir görünüm sağlamıyor. O yüzden bu göçü olabildiğince engellemeye çalışacak, engelleyemediğini de yani daha homojenleşmiş bir İskenderun Sancağı'nı Hatay olarak sınırlarına katacak" diye anlattı.

Zaruhi Gabagyan - 13 Mart 2019 - Eçmiyadzin, Ermenistan.jpg
Zaruhi Gabagyan - 13 Mart 2019 - Eçmiyadzin, Ermenistan

 

'Sancak'tan Hatay'a uzanan hikâye

Korucu, Türkiye'nin 1936'da İskenderun Sancağı'nın otonom, özerk bir yapısı olmasını savunduğunu aktardı. Medyada ‘Doğu'nun İsviçresi' olarak lanse edildiğine vurgu yapan Korucu, sonrasında bu politikanın değiştiğini ve Sancak'ın birdenbire Hatay olarak Türkiye'ye katıldığını göreceğimizi söyledi. Tüm bunların sonunda ise yüzde 10'luk bir nüfusunun gittiği, boşalmış bir İskenderun Sancağı'nın geriye kaldığını dile getirdi.

Korucu, Hatay isminin ortaya çıkış hikâyesini ise şöyle aktarıyor:

"1936'da bu sorun ilk ortaya çıktığında Mustafa Kemal, bölgenin tarihinde hiç olmayan bir isim yaratıyor. O zamana kadar bazen İskenderun Sancağı, bazen de Antakya olarak anılmış. Ancak hiçbir zaman Hatay olmamış. Türkiye, Hatay isminin Hititler'den kalma olduğunu iddia edecek, Orta Asya'daki bir yer olan Hata'dan bu ismi getirecek. Bu dönemde pek çok teori üretilecek. 1936'da birden bir Hatay isminin doğuverdiğini, Mustafa Kemal tarafından yaratıldığını göreceğiz."

İskenderun Sancağı'nın tek bir kurşun bile sıkılmadan Türkiye sınırına katılma hikâyesini anlatan Korucu, "Avrupa'da Hitler yükseliyor. Fransa'nın başı Nazilerle belada. Tehlikenin arttığı fark edilince Fransa bu kadar küçük bir toprak parçası için Türkiye'yi kaybetmek istemiyor. Çünkü korkusu şu; Türkiye Almanlarla Osmanlı İmparatorluğu döneminde silah arkadaşıydı. Bu arkadaşlığın tekrar depreşmesi çok olası. Hitler'in Mustafa Kemal'e olan hayranlığı da biliniyor. Bunu öngörebilen Fransızlar, Türkiye'yi olabildiğince lehlerine döndürebilmek için İskenderun Sancağı'nı biraz daha rahat bırakıyorlar" dedi.

Genç cumhuriyetin önderinin en büyük mirası Hatay. Mustafa Kemal, Hatay'ın Türkiye topraklarına katılmasını göremedi. Ancak, ölümünden önce Adana'da yaptığı konuşması Ermenilere olan duruşunu ortaya koyuyor:

"Mustafa Kemal'in cumhuriyetin ilanından önce Adana'da yaptığı bir konuşması var:

Ermenilerin bu topraklarda hiçbir hakkı yoktur. Memleketiniz sizindir, Türklerindir. Bu memleket tarihinde Türk'tü, o halde Türk'tür ve sonsuza dek Türk yaşayacaktır. 16 Mart 1923 Mustafa Kemal"

Korucu bu ifadelerin, çok açık ve net Türkiye topraklarında başka hiç kimsenin hakkı olmadığını sadece Türklerin hakkı olduğunu ortaya koyduğuna dikkat çekti. Bu sözleri neden Adana'da söylediğine ilişkin olaraksa Korucu, "Çünkü Kilikya topraklarında her zaman Ermenilerin hak iddiası oldu. Bu nedenle Adana'da o açıklamayı yapması manidardı" diye konuştu.

Türkiye'nin Ermeni politikası

Ankara'nın Ermeni politikasının her zaman çok inişli çıkışlı olduğuna vurgu yapan Korucu, "Tarihe baktığınızda, iyi olarak tabir edilecek Ankara'nın sevdiği Ermeni nüfusu da oldu. Daha doğrusu yönetimin kendine uygun gördüğü Ermeniler oldu. Bu sadece Ermenilerde değil, Rumlarda ve Yahudilerde de oldu. Ancak bu bireysel bazdaydı. Halkın geneline baktığınızda tüm azınlıkların her hareketlerinin izlendiği, seyahat haklarının bile izne bağlı olduğu bir genç cumhuriyetten bahsediyoruz. Herkes Türk, hiçbir problem yok gibi bir imaj çizilse de en basit alanlarda bile kısıtlamaların olduğu bir dönem var. Bu yüzden Ermenilere karşı rahat ya da kucaklayıcı bir bakış açısı yoktu" dedi.

1936 ile beraber ‘Ermeniler Türk' iddiasıyla kapsayıcı bir politika yaratılmaya çalışıldığından bahseden Korucu, Türkiye'nin karşısında kendisinin bölgeye girmesini isteyecek bir topluluk yaratmaya çalıştığını söyledi. Buna rağmen hikâyenin sonunda ise diğerleri gibi onların da Varlık Vergisi ve 20 Kur'a Nafia Askerliği'ne tabi tutulduğunu söyledi.

Manuşag Arakel Kendirciyan - 5 Şubat 2019,  Ancar, Lübnan.JPG
Manuşag Arakel Kendirciyan - 5 Şubat 2019,  Ancar, Lübnan

 

Ahalinin gidişi

Bölgedeki Ermeni toplumunun ise, 1937-38'den itibaren Türkiye'nin gelmek istediğinin farkında olduğunu söyleyen Korucu, o tarih itibariyle toplum arasında gitmek isteme halinin baş gösterdiğini anlattı:

"Küçük küçük göçler var ama en büyük kırılma 1939'da oluyor. İskenderun Sancağı'nın devlet olması ve ardından Türkiye'ye katılmasının ardından büyük bir Ermeni nüfusunun göç ettiğini göreceğiz.

İkinci kez dağa çıkmayı düşünüyorlar ancak başarılı olamayacağından çekiniyorlar. Bir de "geri döner miyiz" ihtimali üzerinde duruyorlar. Çünkü bir gün bir denge değişir ve o topraklara geri döneriz umudunu canlı tutuyorlar. Bu yüzden gidenlerin her şeylerini almadan gidişini böyle açıklayabiliriz. Ahali giderken tekrar dönüşü düşünüyor. Sonra tabii bakıyorlar ki, dönemiyorlar."

Kalanların hafızalarının da gidenler kadar trajik olduğunun altını çizen Korucu, "Ağaçların tepesine çıkmışlar, akrabalarının gidişlerini görmüşler. Bayağı sert bir kırılma çünkü kalanlar için de trajik bu gidiş hali. Musa Dağ'ın 7 köyü varken tek köy kalıyor. Kalanların hepsi de bu tek köyde birleşiyor. Bu 7 köyde yaşam sürecek kadar Ermeni kalmıyor Musa Dağı'nda. Boşalan köylere Türk nüfusu hızla yerleştiriliyor ve yabancılaşıyorlar kendi köylerine. Bir yandan kalmak da çok zor" dedi.

Her gidenin hafızasının farklı işlediğine dikkat çeken Korucu, "Lübnan Ancar'a gidenler göç hattını hatırlıyor. Çok fazla insan ölüyor. Bu yüzden sürekli ölüm, yağmur ve salgın hastalıkları hatırlıyorlar. Ancarlıların göç hafızası ağırlıklı bunun üzerine kurulu. Ermenistan'a gidenler, yoksulluk hatırlıyor. Çünkü Musa Dağı'ndayken kendi bahçeleri, kendi evleri vardı. İklim çok daha yumuşaktı. Sonrasında Ancar'a oradan Sovyet Ermenistan'ına gittiler. Ermenistan o dönem yokluklar içerisindeki bir ülke. Buldukları şey onları çok korkuttu. Yine yeniden her şeyi baştan kurmak zorundalar. Bu sefer de akılları yine Musa Dağı'nda kalıyor, "Biz orada çok zengindik, çok rahattık" diye. Hafıza oradaki variyeti, zenginliği hatırlıyor" diye konuştu.

Korucu, Musa Dağı'nın köylerinde yaşam süren Ermeni nüfusunun bölgedeki tüm komşularıyla yakın ilişki içerisinde olduğunu ve düşmanlık hatırlamadığının da altını çizdi.

Bölgedeki problemin etnik değil tamamen siyasi olduğunu dile getiren Korucu, "Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde yaşamamak istemekle ilgili bir problem var. Bunun nedeni 1915. 1915'in üzerinden çok kısa bir zaman geçmiş hiç kimse güvenerek yine beraber yaşamak istemiyor. Aradaki en büyük engel o. Türkiye'de çıkan resmi raporlarda bile böyle olduğunu söylüyor. Dahiliye Nezareti yani dönemin İçişleri Bakanlığı raporunda "Ermeniler neden gidiyor? sorusunun cevabını geçmişteki korkular" diye yazıyor. 1915 çok yakın yaşanmış, direnenler hayatta, yakınlarını kaybedenler hayatta. Bu insanlar Türkiye ile beraber yaşamak istemiyor. Genç cumhuriyet kendini tamamen Osmanlı temelleri üzerine inşa etmedi ama buna rağmen istemiyorlar" diye anlattı.

///////////////////////////////////////////////////

AGOS KONUYA ŞÖYLE YAKLAŞMIŞ:

http://www.agos.com.tr/tr/yazi/7086/ermenilere-siginak-olan-musa-daginin-ve-bir-direnisin-hikyesi




Birzamanlar Yayıncılık’tan Osman Köker’in editörlüğünde yayımlanan ‘Antakya, İskenderun ve Musa Dağı Ermenileri’ adlı kitapta, bölgenin siyasi tarihinin yanı sıra, 1915’te Musa Dağı’ndan Port Said’e kaçmayı başarabilen dört bin Ermeni’nin hikâyesini aktaran bir broşürden derlenen pasajlara da rastlıyoruz. Kitapta yer alan ve tamamı koleksiyoner Orlando Carlo Calumeno’ya ait olan kartpostallar ve görsel dökümanlar, bölgenin tarihine dair eşsiz bir görsel tanıklık sunuyor.

Mısır, Port Said Limanı’nda dört bin Ermeni için kurulan mülteci kampında ekmek ve süt dağıtımı. Dikran Andreasyan’ın notlarında ‘Kurtarıcımızın bebekken güvenlik ve sığınmak için Mısır’a getirildiğini unutmuyoruz. Yusuf’un kardeşi, verilen mısır ve buğdaydan ötürü en az bizim kadar minnettar olmuştur’ yazar. (OCC Koleksiyonu)

LORA SARI

lorasari@agos.com.tr

Anadolu’daki halkların bu topraklardaki varlıklarını yansıtan, onların ekonomik, sosyal ve kültürel hayatlarını anlatmaya yönelik yayımlar yapan Birzamanlar Yayıncılık’tan geçen hafta ‘Antakya, İskenderun ve Musa Dağı Ermenileri’ adlı bir kitap çıktı. Osman Köker’in editörlüğünde yayımlanan kitapta, bölgenin siyasi tarihinin yanı sıra, 1915’te Musa Dağı’ndan Port Said’e kaçmayı başarabilen dört bin Ermeni’nin hikâyesini aktaran bir broşürden derlenen pasajlara da rastlıyoruz. Kitapta yer alan ve tamamı koleksiyoner Orlando Carlo Calumeno’ya ait olan kartpostallar ve görsel dökümanlar, bölgenin tarihine dair eşsiz bir görsel tanıklık sunuyor. Calumeno’nun yıllar boyu büyük emek, zaman ve maddi kaynak harcayarak bir araya getirdiği bu görsel malzeme arasında yer alan kartpostallarda, İskenderun’da, Antakya’da ve Asi Nehri kenarında sıralanmış, sırtlarını Musa Dağı’na vermiş insanların hayatlarını görüyoruz. Akıllara ‘bir varmış, bir yokmuş’la başlayan cümleler gelirken, bir kez daha üzülmemek için daha fazla düşünmemeyi tercih ediyor ve kitabın sayfaları arasında gezintimi sürdürüyorum.

Musa Dağlıları iki günlük bir yoculuğun ardından Port Said’e götüren Fransız kruvazörlerden biri ve kıyıdan gemiye ulaşmak için kullanılan sal. (OCC Koleksiyonu)

1915’te, Der Zor’a tehcir kararına uymayarak, Musa Dağı’na çıkan ve orada Osmanlı Ordusu’nun kuşatması altında haftalarca direndikten sonra bir Fransız savaş gemisinin onları Mısır’daki Port Said Limanı’na götürmesiyle kurtulan 4 bin Ermeni’nin hikâyesini bilenler çoktur. Öyle ki, Avusturyalı yazar Franz Werfel, 1929'da Suriye’ye yaptığı gezi esnasında gördüğü bedbaht haldeki Ermeni yetimlerden çok etkilemiş ve ‘Musa Dağı’nda 40 Gün’ isimli kitabı yazmaya sevk etmiştir. ‘Antakya, İskenderun ve Musa Dağı Ermenileri’ kitabında, Musa Dağı direnişçilerinden din adamı Dikran Andreasyan’ın Port Said’e ulaştıktan sonra broşüre ve bazı fotokartların arkasına kaleme aldığı bir takım pasajları okuyoruz.

Zorlu yolun başlangıcı

Maraş, Zeytun’da pastörlük yapan ve misyon yetimhanesinden de sorumlu olan Dikran Andreasyan, bir sabah Birlik Komutanı’ndan aldığı bir emirle karısını ve yetimhanedeki çocukları da yanına alarak derhal yola çıkar: “Telaşla hazırlıklarımızı yaptık; çünkü yanımıza çok az eşya almamıza izin verildi. Ayrılırken sızlayan bir kalple dönüp geriye baktım, içi boş ve yalnız aziz kilisemizi gördüm. On bin kişilik son kafile vadiden aşağı akıp sürgüne gidiyordu! […] Birinci günün yürüyüşü hepimizi bitkin düşürdü. Karanlıkta, açık alanda yerlere uzanmış yatarken, Türk katırcılar gelip eşeklerimizi ve katırlarımızı alıp götürdü. Ertesi gün perişan durumda, çocukların ayakları şişmiş ve kabarmış vaziyette Maraş’a ulaştık. Amerikalı misyonerlerin ısrarlı isteği üzerine, benim ve karımın, Antakya’nın 20 kilometre batısında, denize yakın, memleketim Yoğunoluk’a dönmemiz için validen bir emir alındı. Vali bu izni, ben ve karım Zeytun’un yerlisi olmadığımız için verdi. Kalbim, cemaatin bir parçasıyla sürgünü paylaşma arzusu ile karımı, babamın evinde nispeten güvenli bir yere götürme arzusu arasında kaldı. Ama emir bir kere verilmişti, uymaktan başka çarem yoktu.”

44 gün boyunca, Musa Dağı’nda sınırlı yiyecekle hayatta kalmayı başaranlar arasında, dört yaşın altında 427 bebek ve çocuk, 4-14 yaşlarında 508 kız ve 628 erkek bulunuyordu.(OCC Koleksiyonu)

‘Bu emrin neden olduğu şaşkınlığı ve kızgınlığı hayal edemezsiniz’

Kaçınılmaz sonun en nihayetinde değişmeyeceğinin farkında olan validen gelen izinle memleketi Yoğunoluk’a dönen Andreasyan, tehcire karşı gelerek kendisiyle birlikte binlerce Ermeni’nin kaderini tayin eden olayları şöyle anlatır:  “Eve ulaştıktan on sekiz gün sonra Antakya’daki Türk hükümetinden, Musa Dağı’nın altı köyünün yedi gün içinde sürgüne hazırlanması emri geldi. Bu emrin neden olduğu şaşkınlığı ve kızgınlığı hayal edemezsiniz. Gece boyunca oturup ne yapacağımızı tartıştık. Türk hükümetinin kuvvetlerine direnmek neredeyse umutsuz bir çaba gibi görünüyordu; ama fanatik ve kanun tanımayan Arap aşiretlerin cirit attığı uzak yerlere ailelerin dağıtılması da o kadar ürkütücü bir ihtimal gibi göründü ki, hem erkeklerin hem kadınların eğilimi çağrıya uymamak ve hükümetin öfkesine dayanmak oldu. Ne var ki, herkes bu fikirde değildi. Örneğin, Bityas’taki Protestan Kilisesi’nin vaizi Muhterem Harutyun Nohudyan, direnmenin ahmaklık olacağına ve sürgünün zorluğunun bir şekilde hafifletilebileceğine inanıyordu. Boyun eğmekten yanaydı. Onun köyünden altmış aile ve onunla aynı fikirde olan başka bir köyden hatırı sayılır miktarda aile bizden ayrıldı ve Türk muhafızların eşliğinde Antakya’ya gitti. Kısa sürede aşağı Fırat’a doğru sürüldüler (İzlerini kaybettik ve onlardan bir daha haber alamayabiliriz).”

Musa Dağı’nın eteklerinde hayat süren, sert ağaçlardan ve kemikten taraklar yapan; ağaç oymacılığıyla uğraşan, ipek böcekçiliği yaparak ham ipek üreten; mendil ve eşarp dokuyan, Andreasyan’ın deyimiyle  ‘sade ve çalışkan’ bu halkın en büyük şansı Musa Dağı’nı avuçlarının içi gibi bilmeleridir. Andreasyan hatıratında “Cebel Ahmer’e bitişik Musa Dağı’nın geniş, engebeli sırtı doğu tarafımızda yükselir. Sevgili dağımızın her boğazı ve uçurumu, çocuklarımız ve insanlarımız tarafından bilinir” der. Dağın eteklerindeki köylerin savunmasının zor olduğunu bilerek, taşıyabildikleri kadar çok yiyecek ve malzemeyle Musa Dağı’nın tepesine çıkan bu halk, üç gün süren bir yolculuğun ardından dağın üst kayalıklarına ulaşır: “Ertesi sabah, şafak vakti eli tutan herkes dağa çıkışın en stratejik noktalarında siper kazmaya gitti. Siper kazacak toprak bulunmayan yerlerde, kayalar yuvarlanarak yan yana getirilip güçlü barikatlar yapıldı; keskin nişancılarımız bu barikatların arkasına yerleşti. Güneş doğdu ve geleceğinden emin olduğumuz saldırıya karşı mevzilerimizi güçlendirmek için gün boyunca çalıştık” yazar.

Ellerinde iki haftalık yiyecek stoğu kalan ve dağları kuşatma altında olan ‘Musa’lılar, tek kaçışın deniz yoluyla olabileceğini biliyordu. “Günler geçti ve bir yelkenli bile görülmedi. Önerim üzerine kadınlarımız iki büyük bayrak yaptı; birinin üzerine büyük harflerle İngilizce ‘HIRİSTİYANLAR DARDA: İMDAT’ yazdım.


Ellerinde iki haftalık yiyecek stoğu kalan ve dağları kuşatma altında olan ‘Musa’lılar, tek kaçışın deniz yoluyla olabileceğini biliyordu. “Günler geçti ve bir yelkenli bile görülmedi. Savaş, kabotajı asgari düzeye indirmişti. Bu arada benim önerim üzerine kadınlarımız iki büyük bayrak yapıyordu; birinin üzerine büyük harflerle İngilizce “HIRİSTİYANLAR DARDA: İMDAT” yazdım. Beyaz bir bayraktı; renkli harfleri, kadınlar aceleyle işledi. Kız kardeşim İskuhi’nin yaptığı diğer bayrak da beyazdı ve ortasında büyük bir kızıl haç vardı. Bu bayrakları uzun sopalara bağladık ve sabahtan akşama kadar ufku taramak için nöbet tuttuk. Bazı günler yağmur yedik, bazı günler, bizim sahillerimizde yaygın olduğu üzere, yoğun sis ve dumanla geçti.”Andreasyan’ın anlatılarını okuduğumuzda Musa Dağı’nda hayatta kalabilmenin ve sivil olan bu halkın Osmanlı Ordusu’nun saldırılarına karşı koyabilmesinin ardında, şanstan çok zekice yürütülen bir stratejinin olduğunu görüyoruz. Dağdaki siper ve barikat alanlarının yanı sıra, dağdaki altı cemaatten sorumlu ve yetkili olacak bir Savunma Komitesi kuruluyor. Kapalı oy sistemiyle, demokratik bir şekilde seçilen konsey üyeleri dağdaki her geçit ve kampa çıkan her yol için savunma planları yapıyor ve beklenen saldırı 5 Ağustos günü başlıyor: “Hükümet celpleri 30 Temmuz’da gelmişti. Yedi günlük süre bitmek üzereydi. […] 5 Ağuston günü saldırı başladı. Öncü birlik iki yüz muvazzaf askerdi ve yüzbaşıları küstahça böbürlenerek, bir günde dağı temizleyeceğini söylüyordu. Ama çok kayıp verdiler ve püskürtüldüler.”Hıristiyanlar dar: İmdat 

Kurtarıcı gemi ufukta

Bazı kaynaklara göre 40, bazısına göre 53, Andreasyan’a göre Musa Dağı’nda geçen 44 endişeli ve uzun günün ardından bir pazar sabahı, savunmanın otuz altıncı gününde müjdeli haber ulaşır. Bu arada, Andreasyan’ın eşi dağda bir oğlan çocuğu doğurmuştur. Kızıl Haç bayrağını gören bir Fransız savaş gemisi kıyıya yaklaşır: “ […] bazı gençler kıyıya koştu ve Tanrı’dan bize gönderilmiş gibi görünen heybetli gemiye doğru yüzdü. Heyecan içinde aceleyle kıyıya indik ve çok geçmeden, Kaptan bir heyeti gemiye çıkıp durumu anlatmaya davet etti. Filo Amirali’ne telsizle haber verdi ve çok geçmeden bayrak gemisi “Ste. Jeanne d’Arc” ufukta belirdi ve onu, diğer Fransız savaş gemileri izledi. Amiral bizi teskin etti ve hepimizin gemilere alınmasını emretti. […] Kükreyen dalgaların arasından gemilerin filikalarına gitmek için eğreti sallara binmek zorunda kaldık. Dört Fransız ve bir İngiliz kruvaözürne bindirildik ve bize çok kibar davranıldı. İki günde Mısır’da Port Said’e vardık ve şimdi İngiliz yetkililerin bizim için temin ettiği kalıcı bir kampa yerleşiyoruz. […]

14 Eylül 1915’te, 4.058 Ermeni iki günlük yolculuğun ardından Port Said’e ulaşır. Geçici olarak bu kampta kalmalarına izin verilen Musa Dağı Ermenileri, uzun süre sığınabilecekleri bir ülke bulamazlar. İskenderun, Antakya ve Musa Dağı Ermenilerinden sağ kalanlar, Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda memleketlerine geri döner. 1921’de Fransız mandasındaki ‘İskenderun Sancağı’ sadece onlar için değil, Adanalı, Dörtyollu, Maraşlı, Antepli, Harputlu birçok Ermeni için de yaşama şansı bulabilecekleri bir yer olur. Bölgede tekrar yerleşik hayata dönen, köyler ve okullar kuran, zanaatlarını yapmaya devam eden Ermenilerin nüfusu giderek artar ve 3.000’e ulaşır. Hatay’ın 1939’da Türkiye’ye katılmasıyla Ermeniler bölgeyi terk eder. Geriye az sayıda Ermeni’nin yaşadığı, Türkiye’nin tek Ermeni köyü olarak övünülen Musa’nın eteklerindeki Vakıflı kalır…

Kampta kıyafet dağıtımı (OCC Koleksiyonu)

 

 

 

 

 

 

 

 


İmparatorun şehri İskenderun

İlk insan izlerinin Orta Paleolitik döneme ait olduğu bilinen Antakya’da Kalkolitik Çağ’dan beri yerleşim bölgesi görülür. Mısır’dan Filistin’e, oradan Suriye sahilleri üzerinden Anadolu’ya ulaşan yol ile Mezapotamya’dan Akdeniz’e uzanan yolun kesiştiği yerde bulunan bölge, bugüne kadar Mısır, Hurriler, Hititler, Asurlar, Babiller ve Perslerin egemenliğine geçmiştir.

Pers Kralı Darius’u MÖ 333’te yendikten sonra, sonra kendi adıyla anılmaya başlayacak olan İskenderun şehrini kuran Büyük İskender’in, Samandağ ve Antakya şehirlerinin kurulmasında da etkisi vardır. Büyük İskender’in ölümüyle, onun komutanları arasında bölünen bölgede, MÖ 300’de Samandağ, liman kenti olan Samandağ’ın saldırılara açık olması sebebiyle de daha güvenli bir kent olarak Antakya kurulur.

Dikran Andreasyan broşürlerin arkalarına aldığı notlardan birinde; Musa Dağı’nın eteklerindeki köyler için; “Her evin etrafı dut ağaçlarıyla çevrilidir; güneye ve batıya doğru terasları yamaçları bahçeler kaplar. Güney İtalya’da bulunmuş seyyahlar, Napoli yakınındaki köylerin bizimkilere çok benzediğini söyler” yazar.(OCC Koleksiyonu)

Antakya Hıristiyanlığın ilk girdiği şehirlerden biri olmasının yanı sıra, bu yeni dinin taraftarlarına ‘Hıristiyan’ adının verildiği yerdir. İsa’nın ölümünden sonra Aziz Pavlus, Barnabas ve Aziz Petrus, Hıristiyanlığı yaymak üzere Antakya’ya gelmiştir. Aziz Petrus, Antakya Kilisesi’nin kurucusu ve ilk rahibi olarak kabul edilir. 7. yüzyılda Hıristiyan âleminin beş patriklik merkezi Roma, Kudüs, İstanbul İskenderiye ve Antakya’dır. Yine 7. yüzyılda Emevi, Abbasi ve Hamdani egemenliği altına giren Antakya, 969 yılında tekrar Bizans yönetimine girer. 1084 yılında 14 yıl süren Selçuklu yönetiminin ardından, 1098’de Haçlılar burada Antakya Prensliği’ni kurar. Bölgede yüzyıllar sürecek olan İslam egemenliği ise 1268’de Memlûklerin fethiyle başlar. Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi sırasında, 1516’da Osmanlı topraklarına kattığı bölgenin Hıristiyanlığın dini merkezlerinden biri olma özelliği de zamanla eski önemini yitirir.Hıristiyanlığın ilk girdiği şehirlerden

Büyük Dikran’dan 20. yüzyıla

MÖ 83-64 yılları arasında bölgeyi elinde tutan Ermenistan Kralı Büyük Dikran (II. Dikran) zamanında, Dikran’la birlikte Antakya’ya gelen Ermeniler şehirdeki önemli ekonomik aktörlerden olurlar. Musa Dağı ve Akra Dağı’na yerleşerek burada köyler kuran Ermenilerin varlığı Bizans döneminde de devam etmiştir. Zaman zaman nükseden Arap egemenliği, Hıristiyanlık’ta da olduğu gibi Ermenilerin de büyük ölçüde varlığının silinmesine sebep olsa da, Bizans İmparatorluğu’nun bölgeyi tekrar ele geçirmesiyle diğer Hıristiyan gruplarla birlikte Ermeniler de bölgede var olmaya devam ettiler. 10. yüzyılda bölgenin dini lideri olan Antakya Patriği, Teotoros Gozonyatsi adında bir Ermeni olmuş, Selçuklu egemenliğinden önce Antakya Ermeni prensler tarafından yönetilmiştir. Aynı zamanda Haçlı Dükalığı başındaki kralların da bir kısmı Ermeni’dir. Memlûkler ve Osmanlı yönetiminde bölgedeki Ermeni nüfusu hatırı sayılır bir biçimde azalmışken, 19. yüzyıla gelindiğinde Antakya ve İskenderun’da sayılarının artması bölgenin bir ticaret merkezi haline gelmesiyle ilişkilendirilir. Bu dönemde çok sayıda kilise ve okullar kurulurken, İskenderun, Antakya ve çevresindeki köy ve kasabalarda 30.000’i aşkın Ermeni yaşamaktaydı. Antakya, İskenderun ve Musa Dağı Ermenilerine de, tüm Anadolu’da olduğu üzere tehcir zorunluluğu getirildi. Musa Dağı köylerindeki dört bin Ermeni dışındaki herkes bu ölüm yolculuğuna çıktı...


‘Vakıflı Köyü’ne sahip çıkmamız gerek’

Bu kitaba paralel olarak açılan ‘Bir Zamanlar Antakya, İskenderun ve Musa Dağı’ başlıklı bir de sergi var. Birzamanlar Yayıncılık’ın, Galeri Birzamanlar adıyla açtığı yeni mekânında yer bulan bu sergide kitapta yer alan kartpostalları, foto albümleri ve diğer objeleri görebilirsiniz. Kitabın ve serginin küratörlüğünü yapan Osman Köker, Galeri Birzamanlar’da hemen her ay yeni bir sergi açılacağını, ayda iki kez panel ve toplantıların düzenleneceğini anlattı. Sadece Birzamanlar Yayıncılık’ın değil, başka yayınevlerinin de kitaplarıyla okurları buluşturacak toplantıların yapılacağı galeri herkese açık bir sergi mekânı olarak da işlev görecek. Sergi mekânının düzenlenmesi ve bu serginin yapılmasında Heinrich Böll Stiftung Derneği de katkıda bulunmuş. Yayınevi ilk kurulduğunda, ‘100 Yıl Önce Türkiye’de Ermeniler’ adlı kitaba paralel olarak ‘Sireli Yeğpayrıs’ (Sevgili Kardeşim) sergisini açan Osman Köker için, kitaplar ve sergiler her zaman iç içe geçmiş. Kitaplarında Türkiye’nin geçmişindeki kültürel çeşitlilik ve bunun yok oluş sürecine dair malzemelere yer veren Köker, sergilerinin eksenini sanat değil kültürel çeşitlilik üzerine kuruyor. Bugüne kadar Ürgüp, Sinasos, Sivas, Kars, Arapgir, Diyarbakır, İzmir üzerine kitaplar yayımlayan Osman Köker, yaklaşık 10 yıldır devam eden yerel tarih yayıncılığı serüvenine nasıl başladığını şöyle anlatıyor: “‘100 Yıl Önce Türkiye’de Ermeniler’ kitabı, sadece bir foto-albüm olarak kalmamış, Türkiye’deki Ermenilerin hayatını anlatan bilgilere de yer vermiştik. Ermeniler hangi köylerde yaşamış, nüfusları ne kadarmış, ekonomik ve sosyal hayatları, kiliseleri, manastırları nasılmış, bütün bu bilgileri sunduğumuz bir kitap olmuştu. Görüyorum ki insanlar, kendi memleketlerinin geçmişine, oradaki hayata daha büyük bir ilgi duyuyor. Genelden çok yerelle ilgileniyorlar. Böylelikle ben de, bir bir yerleşim bölgeleri üzerine çalışmaya ağırlık verdim. Onlardan biri de bugün Hatay olarak adlandırılan bu bölge oldu. Bugün orada Vakıflı’dan başka yaşamaya devam eden bir Ermeni köyü daha yok. Hâlbuki geçmişte, tamamen Ermenilerin yaşadığı ve nüfusunun önemli bir kısmını Ermenilerin oluşturduğu 1.000 kadar köy vardı. Vakıflı Köyü’ne tek başına kaldı ve ona sahip çıkmamız gerek.”

////////////////////

///////////////      http://www.agos.com.tr/tr/yazi/25291/iskenderun-sancagi-

   

Gazeteci-yazar Serdar Korucu’nun iki yeni kitabı, ‘Sancak Düştü: İskenderun Sancağı’ndan Hatay’a Ermeni Meselesi’ ve ‘Ahalinin Gidişi: Musa Dağ 1939’ Aras Yayıncılık’tan çıktı. Korucu ile kitaplarından yola çıkarak, dünden bugüne Antakya Ermenilerini konuştuk.

1939’da Hatay’ın Türkiye topraklarına dahil edilmesi ya da iltihakı, o zamana kadar bölgede yaşayan Ermeniler için yeni bir göç dalgası başlattı. 1915'in izlerinin hala sıcak olduğu bir dönemde birçok Ermeni, bölge Türkiye sınırlarına dahil olurken göç etti.  'Ahali'nin Gidişi' , bölgede yaşayan Ermenilerin hafızasında o dönemin nasıl yer ettiğini kayıt altına almak için kaleme alınmış. Hafızasına başvurulan isimlerin  ortak noktaları, “ahali gitmeden”, yani 1939’dan önce Musa Dağ’ın eteklerinde doğmuş olmaları. Korucu'nun röportaj yaptığı insanlardan çok azı Musa Dağ’da yaşıyor, geri kalanı İstanbul’da, 1939’daki göçün ulaştığı yer olan Lübnan, Ancar’da, Sovyetler’in çağrısıyla gittikleri Ermenistan’ın başkenti Erivan’da, Eçmiyadzin ve dağlarının adını taşıyan Musaler kasabasında, son olaraksa Fransa’da, Paris’te…

'Sancak Düştü' ise Türkiye’nin Hatay’a veya İskenderun Sancağı'na dair perspektifini gazete haberleri ve köşe yazıları üzerinden kronolojik olarak ele alıyor. Köşe yazarlarının ve gazetecilerin sesini doğrudan aktarmak adına alıntılara yer verirken, Türkiye basınında Sancak konusunda gündem olan makale ve belgeleri, aktörleri aracısız olarak aktarıyor.

‘Sancak Düştü’de de dikkat çektiğiniz gibi  Musa Dağ, 1939 öncesinde dönemin Türkiye basını ve hükümeti tarafından hedef haline geliyor. Bölgedeki Ermeniler'in  bazı eylemlere karıştığı öne sürülüyor. Ayrıca  Franz Werfel’in “Musa Dağ’da 40 Gün” kitabının Batı'da filme çekilme istenmesi de Türkiye basını ve kamuoyunun sert tepkisi ile karşılaşıyor.  Türkiye'deki Ermeniler tutum almaya zorlanıyor. Hatta yönetici konumundaki  bazı Türkiyeli Ermeniler işi kitabı yakmaya kadar götürüyor. Arkaplanda  nasıl bir süreç nasıl işliyor? 

Musa Dağ bir simge. Ermeni Soykırımı sürecinde direniş hatlarından biri ancak dünya çapında en çok bilineni. Bu ‘şöhret’ini de Franz Werfel’in kaleme aldığı “Musa Dağ’da 40 Gün” kitabı ile sağlıyor. Werfel’in Ermeni dünyasındaki yerini belki de en iyi özetleyen sözlerden biri ABD’deki bir Ermeni rahibe ait: “Biz bir millettik ama Werfel bize bir ruh kattı.” Rıfat Bali’nin 1990’ların sonundaki yazısı bize, Türkçe yazım içindeki Musa Dağ tartışmasının 1930’lar dünyasındaki yansımalarını taşımış, dönemin İstanbul Ermeni toplumu içindeki kırılmaları göstermişti. Fakat Türkiye medyasının Musa Dağ anlatısı, bu kitap ve kitap üstünden çekilmek istenen filmle sınırlı kalmıyor. Pangaltı’da kilise avlusunda film çekilme teşebbüsüne karşı kitabın yakılması gazetelerde geniş yer buluyor. Fakat çok geçmeden Musa Dağ yeniden Türkiye medyasının dikkatini çekecek. 

Bu kez neden dikkat çekiyor? 
1936’da bölgede denklem değişiyor. Fransa ile Suriye arasında imzalanan, Ankara’nın olabildiğince dikkatini çekmemeye çalışan bir bağımsızlık antlaşması var. Ankara bu bölgeyi Fransız yönetimine bırakırken bazı şartlar öne sürmüştü. Bu bağımsızlık antlaşmasına göreyse artık muhatap Paris olmayacak, Türkiye istediklerini Şam’a iletmek zorunda kalacaktı. Ankara bunu kabul etmeyecek ve böylece büyük bir mücadeleyi başlatacak. 

İskenderun Sancağı’nın kaderinin kırılma noktası diyebilir miyiz bu sürece? 
Evet. Bağımsızlık anlaşması bu şekilde kaleme alınmamış olsa ne yaşanırdı, sınır farklı olur muydu, tahmin etmek güç ama Eylül 1936’daki Paris-Şam arasındaki bu antlaşma Türkiye için beklediği fırsatı veriyor. Türkiye medyasının ilgisini çeken yer de yine yeniden Musa Dağ oluyor. Fakat nasıl yaklaşılacağı konusunda kendi içinde, hatta aynı gazete içinde bile, dönem değiştikçe farklılaşma olacak.

Serdar KorucuSerdar Korucu
Nasıl?

Antlaşmadan bir ay sonra, 1936 yılının Ekim ayında Cumhuriyet gazetesinden Naci Akverdi’nin ‘Musadağında 40 Gün Macerasının İçyüzü’ yazısı önemli. Akverdi, Bityaslıları “pek etliye sütlüye karışmaz” diye anıyor, direnişle ilgili düşmanlık körükleyecek ifadeler kullanmak bir yana, Ermeniler ile Türklerin ayrılmaz olduklarını vurguluyor. Yaklaşık bir yıl sonra 1937’nin Temmuz ayında ‘Milli Hükümet’in ilk istihbarat müdürü’ olan ve 1927’de gazeteciliğe dönen Feridun Kandemir devreye girecek. Kandemir, ‘ılımlı dil’i bir kenara atıp, Musa Dağ’ı ‘bir entrika, desise ve iftira kaynağı’ olarak niteleyecekti. Üstüne Peyami Safa da bu konuyu ele alacak, Türkiye’nin resmi tarihinde de olmayan bir iddiayı, Musa Dağlıların ‘masum köylere gece yarıları baskınlar yaparak, ahaliyi paramparça doğramış’ olduğunu öne sürecekti. 

Kitabınızda dönemin Türkiye Ermenileri Patriği Mesrob Naroyan ve toplumdan önemli isimlerin açıklamaları da yer alıyor. O dönem Ermeniler ayrıştırılıyor. İstanbul Ermenilerinin olaylara bakışı nasıldı? Toplumda bölünme kimler tarafından gerçekleşti? 
Ankara’nın İskenderun Sancağı’ndan ‘Hatay’ olarak bahsetmeye karar verdiği 1936 yılından itibaren 1939’a kadar Ermeniler açıkça ikiye bölünüyor: İyiler ve kötüler. Bu ayrım yeni de değil aslında. Mesela Werfel’in kitabının yakılması sırasında, Aztarar ve Nor Lur gazetelerinin yazarı Aşot Keçyan ve bu ‘etkinlik’ sırasında orada bulunan Beyoğlu mütevelli heyeti üyelerinden Aram Aslan, Cumhuriyet gazetesinin görüşlerine uzun uzun yer verdiği isimlerdi. Toplum içinde yine bazı isimler İskenderun Sancağı’nın Hatay ismiyle Türkiye’nin bir şehri oluş sürecinde etkili olacak. Ruhani alana da Ankara’nın baskısı var. İskenderun Sancağı, hatta Hatay Devleti’nden bile, ruhani alanda Kilikya Katolikosluğu sorumlu. Fakat bu duruma dönemin Türkiye medyası sınır değişmeden önce de müdahale çabasında. Ermeni Patriği Mesrob Naroyan ve Episkopos Kevork Arslanyan’dan sıklıkla özel röportajlar alıyor, basına konuşmaları isteniyor. Hatta o dönem Kıbrıs Ermeni Kilisesi’nin başında bulunan Episkopos Bedros Saracyan’ın El Kalas gazetesinde yayımlanan “Yeni vatanımızı Türklere karşı Arablarla birlikte müdafaa edeceğiz” sözleri, Arslanyan’a soruluyor, kendisi de “Yaşı da hayli ilerlemiş olan piskoposun Hatay Ermenileri namına söz söylemeye hak ve salahiyeti yoktur” diyordu. Böylece sadece toplumun sivil alanı değil, Ermenilerin ruhani alanı da karşı karşıya getirilmiş oluyordu.

Hetum Filyan’ın Bityas köyündeki kahvesi (Musa Dağı), 1930’lar (Kaynak; Ermenistan Musa Dağlılar Derneği koleksiyonu, Houshamadyan).Hetum Filyan’ın Bityas köyündeki kahvesi (Musa Dağı), 1930’lar (Kaynak; Ermenistan Musa Dağlılar Derneği koleksiyonu, Houshamadyan).

Ermenilerin katledilmesinde ve göç edilmesinde medya oldukça etkili. Oldukça sert bir nefret dili kullanılıyor. Geçmişte yaşanan bu olaya bakıldığında İskenderun Sancağı’nda yaşananların konuşulması için yüzleşme kavramı nasıl ele alınmalı? 
İskenderun Sancağı’nın el değiştirme sürecinde Ermeni toplumunun yaşadıklarının henüz yeterince anlaşıldığını, araştırıldığını düşünmüyorum. ‘Sancak Düştü’de röportajı yer alan 1933 Kırıkhan doğumlu Yervant Şakılyan, “Türkler geliyor, bize yine aynı muameleyi yapacaklar. Sancak düştü, Ermeniler kaçın dendi. Sancak düştü, herkes kaçtı” diye anlatmıştı. Kitabın başlığını da bu söz oluşturdu. Bu göç sanıldığı, üstünde durulmadığı kadar da kolay olmadı. ‘Ahalinin Gidişi’nde röportajı yer alan Lübnan'da görüştüğüm, 1924 Bityas doğumlu Yeğya Balabanyan o göç sürecinde günde 15-20 kişinin öldüğü dönemlere tanık olduğunu anlatıyor. 
Bir gerçek var ki, 1936’da Sancak nüfusunun yüzde 11’ini oluşturan, 25 bin nüfusluk Ermeni toplumundan geriye bugün sembolik bir sayı kaldı, daha doğrusu bırakıldı. Birkaç ailenin dışında bir arada yaşam alanı sadece Musa Dağ’da var. Tek Ermeni köyü değil, Misak Hergel’in de vurguladığı gibi ‘son Ermeni köyü’ olan Vakıflı’da… Eğer bir gün yüzleşme başlayacaksa, İskenderun Sancağı ve elbette Musa Dağ unutulmamalı.

Türkiye’nin Kesab politikası için İskenderun Sancağı’nda olduğu gibi tarih tekerrürden ibaret midir diyebilir miyiz? 
Tarihsel bir süreklilik olduğu kesin. Kesab, İskenderun Sancağı’nın bir parçası ancak Türkiye’ye katılmak istemediği için son anda Suriye’de kaldı. Yeniden gündeme gelmesiyse Suriye Savaşı ile oldu. Burada gerçek anlamda tekerrürse basının konumunda. Servis edilen “savaştan kaçtıktan sonra Türkiye’ye müteşekkir Ermeniler” imajını yıkan işlerin başında Agos’tan Karin Karakaşlı’nın ‘Kesab’dan Vakıflı’ya Çirkin Şovun İç Yüzü’ başlıklı haberi geliyor. Karakaşlı’nın yazdıkları sayesinde Kesablı Ermenilerin aslında neler yaşadıklarını, orada neler olduğunu ayrıntılarıyla öğrenebildik. 
Bu haber bana, Sancak’ın Hatay adıyla Türkiye’ye katıldıktan yaklaşık 10 yıl sonra Zaven Biberyan tarafından kaleme alınan, Talin Suciyan’ın Modern Türkiye’de Ermeniler kitabında yer alan, ünlü “Al gı pave” [Artık Yeter!] başlıklı yazısını hatırlatıyor: “Hatay’ın [Türkiye’ye] eklendiği günler hâlâ hatırımızdadır. Gazetelerde Ermeni karşıtı bir yazının çıkmadığı tek bir gün yoktu. Çin’de Margos [adında bir adam] karısının sevgilisini öldürse, bunun Hatay’da yansımaları olur, Ermenilere karşı nefret ve öfke dolu bir dil kullanılırdı.”

'Ahalinin Gidişi’nde Musa Dağlılar ile röportajlar yer alıyor. Konuştuklarınızın neredeyse çoğu acılar görmüş ve köylerinden göç etmek zorunda kalmış. Sizce Ermenilerle yüzleşmek başlığı altında Musa Dağlıların yaşadığı trajedileri eklememiz gerekiyor mu? Ortak talepleri nedir?

Musa Dağ’ı hatırlama şekilleri birbirine benziyor. Hepsinin, herkesin hafızasında vapur var mesela. 1980 sonrasında yıkılmış olan, Musa Dağ’ın tepesindeki vapur ve yanında direniş sırasında hayatını kaybedenlerin olduğu anıt mezar… Ortak kimlikte yer edinmiş bir alan burası. Musa Dağlıların, Türkiye, Ermenistan, Lübnan ve Fransa’da yaşayanlar dahil konuştuğum hepsi içlerinde taşıyor dağlarını. İster yanı başında olsun, ister binlerce kilometre uzakta… Yine Yeğya Balabanyan’ın dediği gibi “Cebel Musa bir taneydi. Şimdi çok. Burada [Ancar] var. Fransa’da, Ermenistan’da, Amerika’da, Avustralya’da var. Cebel Musa dışında altı Cebel Musa daha oldu. Olmaya da devam edecek.”                 ve-musa-dagin-oteki-tarihi


       

2 Eylül 1928. Musa Dağı köylerinden Bityas'daki çeşmelerden birinin yakınında bir grup Ermeni. (Maro Tontyan kişisel koleksiyonu, Houshamadyan)                                                                                                 ///////////////////////////////////



İskenderun Sancağı ve Musa Dağ’ın öteki tarihi





                                                                                   





Hiç yorum yok:

kim nerde görmüş ise öyle bilir....... Necati Çavdar

  https://www.facebook.com/photo/?fbid=10155049048712700&set=a.10153847261797700 https://www.facebook.com/photo/?fbid=10150497860737700...