İsrail'i tanıyan halkı Müslüman olan ilk ülke ; Türkiye
İsrail'i tanıyan halkı Müslüman olan ilk ülke ; Türkiye
İlk zamanlarda Filistin'in bölünerek Yahudi devleti kurulmasına karşı olan Türkiye, konuyla ilgili BM komisyonuna güya Filistin yanlısı diye yer verildikten sonra İsrail yanlısı politika izleyerek
28 Mart 1949’da İsrail’i resmen tanıyan ilk Müslüman devlet oldu.
Türk Hükumeti bu kararını, “İsrail BM’ye üye olmuştur; dolayısıyla Türkiye de, yeni kurulan bu devleti BM örgütünün evrenselliği ilkesi çerçevesinde tanımıştır” şeklinde açıklamıştı.İsrail'i ilk tanıyan ülkeler abd ve sscb oldu.
aradan fazla zaman geçmeden İngiltere, Fransa, sscb ne bağlı sosyalist ülkeler de İsrail'i resmen tanıdılar.
Türkiye, Filistin de britanya mandasının 14 mayıs 1948 tarihinde son bulmasıyla kurulan İsrail' i 28 Mart 1949 da tanımıştır.
Böylece Türkiye; Fransa'dan sonra İsrail'i tanıyan ikinci laik ve ilk halkı Müslüman olan ülke unvanını almıştır. Türkiye, İsrail' i kuruluşundan 11 ay sonra tanıyan 31. ülke olmuştur.
///////////////
Türkiye İsrail Devletini nasıl tanımıştı ?
Türkiye, 1949’dan önce İsrail’in bağımsızlığına karşı çıkan ülkeler arasında yer almıştı. Fakat komisyona dâhil oluşundan itibaren giderek Arapları desteklemekten uzaklaştı ve daha Batıcı bir çizgiye yöneldi. Bu politika değişikliğinin ardından 28 Mart 1949’da İsrail'i tanıyan ilk Müslüman ülke oldu.
Emre Gül / Tarih Dosyası / Dünya Bülteni
Holokost sonrası bir Yahudi devleti kurma talebi
İkinci Dünya Savaşı’nın sonucunda, Ortadoğu’daki siyasi durum tamamen değişti. Fransa ve İngiltere’nin zayıflaması bu ülkelerin sömürgelerinde bağımsızlık taleplerinin artmasına sebep olurken, 6 milyon Yahudi’nin ölmesi uluslararası kamuoyunda bir Yahudi devleti kurulması yönündeki Siyonist taleplere karşı bir duyarlılık meydana getirdi.
Filistin’e Yahudi göçü ve gerilimin tırmanması
Filistin’e başlayan Yahudi göçüne karşı Arapların hareketlenmeleri üzerine İngilizler, Yahudilerin buraya gelişini sınırlamaya çalıştılar. Buna karşılık 1931 yılında Filistin Yahudileri tarafından kurulan İrgun örgütü hem Araplara hem İngiltere’ye karşı terörist eylemlere girişti ve Yahudi göçüne Haganah adlı gizli örgütle birlikte destek verdi.
Yahudilerin Filistine göç etmesine karşı Araplar tarafından düzenlenen bir gösteriden.Pankartlarda "Vatan bizim dinimizdir.Bağımsızlık yaşamamızdır.Arap Filistin" yazıları görülüyor.
1936’da, Yahudi göçüne karşı çıkan bir Arap ayaklanmasının ardından, İngiltere, bölgenin Yahudilerle Araplar arasında paylaştırılmasını öngören bir planı uygulamak istediyse de bu plan Araplar tarafından reddedildi. İngiltere, durumun daha da kötüye gitmesini önlemek için 1939 yılında yapılan göçleri çok sınırladı. İlerleyen dönemde Menahem Begin'in yönettiği İrgun örgütü Filistin’deki İngiliz manda yönetimine karşı eylemlerini yoğunlaştırdı. 1946 yılında Kudüs’teki King David Oteli'nin dinamitlenmesi, Arap köyü Deyri Yasin'e karşı düzenlenen saldırılar, Yahudileri Filistin’e götürmekte olan Exodus adlı geminin İngiliz donanması tarafından geri çevrilmesi ve İngiliz askerleri ile Yahudiler arasında silahlı çatışmaların şiddetlenmesi gerilimi daha da arttırarak Filistin sorununu uluslararası bir sorun haline getirdi.
İngiltere Filistin meselesini Birleşmiş Milletlere havale ediyor
Pazarlıklarda olduğu kadar güç kullanma konusunda da başarısız olan İngiltere, 2 Nisan 1947’de sorunu Birleşmiş Milletler gündemine taşıdı. Konuyu görüşen Genel kurul, iki hafta süren müzakerelerden sonra meseleye bir çözüm bulunması için özel bir komisyon kurulmasına karar verdi.
Yeni Sabah gazetesinin 15 Mayıs 1949 tarihli nüshasında İsrail
Birleşmiş Milletlerin planı ve iki ayrı görüş
Büyük devletlerin yer almadığı Birleşmiş Milletler Filistin Komisyonu, 16 Haziran-24 Temmuz tarihleri arasında yaptığı incelemelerin ardından Ağustos ayında raporunu yayınladı. Bu raporda Komisyon, oy birliği ile Filistin’in bağımsızlığını teklif etti. Fakat Kanada, Çekoslovakya, Guetemala, Hollanda, Peru, İsveç ve Uruguay tarafından desteklenen görüşe göre, Filistin Araplarla Yahudiler arasında bölünerek iki ayrı bağımsız devlet kurulmalı ve Kudüs uluslararası statüde olmalıydı. Hindistan, İran ve Yugoslavya ve Araplar tarafından desteklenen görüşe göre de, Filistin, Yahudi ve Arap devletlerinden meydana gelen federal bir devlet olmalıydı.
Türkiye, Filistin’in taksimine ve İsrail Devleti’nin kurulmasına karşı ret oyu veriyor
Komisyonun bu teklifleri Genel Kurul’da tartışıldıktan sonra 29 Kasım 1947’de 13 ret, 10 çekimser, 33 kabul oyuyla Filistin’in topraklarının taksimiyle İsrail ve Filistin devletlerinin kurulmasına karar verildi. Kudüs ise uluslararası statüde kabul edildi. Amerika Birleşik Devletleri, Sovyetler Birliği ve Fransa taksim lehinde oy kullanırken İngiltere çekimser kaldı. Türkiye ise Arap ülkeleriyle birlikte taksime ret oyu verdi. Bu kararı izleyen günlerde Birleşmiş Milletlerin taksim kararı bütün Arap dünyasında tepkiyle karşılandı ve Arap ülkeleri 17 Aralık 1947’de taksimi önleyebilmek için İsrail’e karşı gerekirse savaşa girme kararı aldılar.
İngiltere’nin çekilmesi-İsrail Devleti’nin kuruluşu ve Arap-İsrail Savaşı
Amerika Birleşik Devletleri, bunun ardından taksim kararına evet oyu verdiği halde Filistin’in Birleşmiş Milletler denetimine girmesini teklif etti. Bu teklif ise, hem Araplar hem de Yahudiler tarafından reddedildi. Mayıs ayına gelindiğinde İngiltere başına dert olan bu meseleyi artık sonlandırmak için Filistin’deki bütün kuvvetlerini çekeceğini duyurdu. Çekilme işinin tamamlanmasından bir gün önce de David Ben Gurion başkanlığında 14 Mayıs 1948 Tel-Aviv’de toplanan Yahudi Milli Konseyi, İsrail Devleti’nin kurulduğunu açıkladı. Amerika Birleşik Devletleri aynı gün İsrail’i tanıdı. Bunun hemen ardından ertesi gün İsrail-Arap Savaşı başladı.
Birleşmiş Milletlerin devreye girmesi ve Türkiye’nin aldığı pozisyon
Ortadoğu’da etkin olmaya çalışan Sovyetler Birliği ise Birleşmiş Milletler oylamalarında olduğu gibi İsrail’i tanıma kararı verdi. Hatta Sovyetler Birliği, Çekoslovakya’dan Yahudilere hava yoluyla hafif toplar ve otomatik silahlar sevk etmeye başladı. Mısır, Suriye ve Ürdün ‘ün başını çektiği 5 devletten oluşan koalisyon güçleri 1 yıl süren savaş boyunca ağır yenilgilere uğradılar. Birleşmiş Milletler, bu savaş sırasında da devreye girerek, önce ateşkesin sonra barışın sağlanması için çalışmalar yürüttü. İlk Arap-İsrail Savaşı sırasında Türkiye’de Birleşmiş Milletler nezdindeki çalışmalarda aktif rol aldı.
Bu cümleden olarak 12 Aralık 1948’de, Amerika Birleşik Devletleri, Fransa ve Türkiye temsilcilerinden oluşan “Filistin Uzlaştırma Komisyonu” kuruldu. Komisyon belirlenirken ABD’nin İsrail yanlısı, Fransa’nın tarafsız, Türkiye’nin de Arap yanlısı olacağı düşünülmüştü. Çünkü Türkiye, 1949’dan önce İsrail’in bağımsızlığına karşı çıkan ülkeler arasında yer almıştı. Fakat Türkiye komisyona dâhil oluşundan itibaren giderek Arapları desteklemekten uzaklaştı ve daha batıcı bir çizgiye yöneldi. 28 Mart 1949’da ilk Müslüman ülke olarak İsrail’in tanınmasıyla sonuçlanacak bu tavır değişikliği dönemin değişen siyasi, ekonomik ve askeri gelişmeleri sebebiyle gerçekleşti.
İsrail Devleti'nin Türkiye tarafından tanınmasına dair resmi gazetede yayınlanan karar.Karar Sayısı :8942-İsrail Devleti'nin derhal tanınması Dışisleri Bakanlığının 25/3/1949 tarihli ve 35970/155 sayılı yazısı üzerineBakanlar Kurulunun 24/8/1949 tarihli toplantısında kararlaştırılmıştır.
Türkiye’yi İsrail’e muhaliflikten, müttefikliğe götüren süreç
II. Dünya Savaşı’na Türkiye, Fransa ve İngiltere ile bir savunma anlaşması yapmış olmasına rağmen katılmayarak tarafsız kalmıştı. Haziran 1945’e gelindiğinde savaştan büyük bir güç olarak çıkan Sovyetler Birliği’nin Türkiye’yi tehdit etmeye başlaması ve Stalin‘in özellikle Boğazlar üzerindeki denetim talepleri dönemin hükümetini gittikçe Amerika Birleşik Devletleri’yle ve Batılı güçlerle ilişkilerini geliştirme amacına yönetti. Kapitalist bu güçlerin Komünizm’e karşı bir mücadelesi olan Soğuk Savaş dönemine girilirken Türkiye Ortadoğu’da müttefiklerinin yanında olduğunu ve Kuzey Atlantik Paktı’na bakışını İsrail’i tanımakla gösterdi.
Yeni Sabah Gazetesi’nin 21Temmuz 1949 tarihli nüshasında İsrail-Arap Savaşı’nda silahları susturan son mütarekeye dair haber
Nihayet sıcak çatışmalar sonucunda İsrail, Arapları püskürtmeyi başardı ve Birleşmiş Milletlerin bölüşüm planından öngörülenden çok daha geniş toprakları ele geçirdi. Batı Şeria, Ürdün tarafından ilhak edildi. Mısır da Gazze şeridini ele geçirdi. Kudüs ise İsrail ve Ürdün arasında fiilen bölüşüldü.
Kaynaklar:
Ahmet Kuyaş(Yay.Yönetmeni), Tarih 2002, İstanbul, 2002.
Rifat Uçarol, Siyasi Tarih (1799-2001), İstanbul, 2008.
Fahir Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi, İstanbul, 2009.
http://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0srail_ba%C4%9F%C4%B1ms%C4%B1zl%C4%B1k_bildirgesi
////////////////////////////////////////////////////////
Doç. Dr. HÜNER TUNCER
Sonja Galler - Jan Felix Engelhardt *
Soru: Bugün Türkiye`de yaklaşık 20 bin Yahudinin yaşıyor olması Yahudi azınlığa karşı gösterilmiş olan hoşgörülü yaklaşıma bağlanıyor. Birçok anlatımda bu başarı hikayesinin ilk adımının, Sefarad Yahudilerinin daha sonra yerini Türkiye`ye bırakacak olan Osmanlı İmparatorluğu`na kabul edilmeleri ile atıldığı belirtiliyor...
Corry Guttstadt: Bugün İran`da da 20 bini aşkın Yahudi yaşıyor. Böyle bir rakam tek başına, güvenli ve antisemitzmin olmadığı bir durumun göstergesi olarak görülemez. Türkiye ile ilgili bugün orada sadece 20 bin Yahudinin yaşadığının ve bu rakamın Birinci Dünya Savaşı’nın sonlarında yaklaşık 120 ila 150 bin arasında olduğunun altını çizmek gerekiyor. İkinci Dünya Savaşı’nın öncesinde ve sonrasında, özellikle de İsrail`in 1948 yılında kurulmasını takiben, Yahudilerin büyük bir çoğunluğu Türkiye’yi terketti. Bu durum önceki yüzyıllarda farklıydı. Osmanlı İmparatorluğu, yüzyıllar boyunca İspanya’daki Reconquista(*)`dan ve Doğu Avrupa’daki pogromlardan kaçarak Osmanlı topraklarına sığınan Yahudiler için bir göç merkezi olmuştu. Ne var ki, İmparatorluğu bir "çokkültürlülük cenneti" olarak tanımlamak hem absürd hem de tarihsel değildir. Gayrimüslim oldukları için Yahudiler üzerinde birçok kısıtlama söz konusuydu. Onlar da Hristiyanların ödedikleri vergileri ödemek ve Müslümanlara karşı itaatkâr davranmak zorundaydı. Diğer yandan 600 yıllık Osmanlı tarihi boyunca, Yahudilerin durumunda sayısız dalgalanmalar olduğunu da belirtmek gerekiyor. İber Yarımadası`nda Yahudilerin zulüm görmeye başlamaları, Osmanlı İmparatorluğu`nun genişleme dönemine denk geliyor. Bu dönemde İmparatorluğu yönetenler şehir nüfusunu artırmak arzusundaydılar ve bu nedenle de beraberlerinde birçok mesleki bilgi getirecek olan Sefaradları kabul etmeye sıcak bakıyorlardı. Ancak buna rağmen Osmanlıların fethinden önce, Anadolu ve Balkanlar’da yerleşmiş olan Yahudiler, nüfus politikaları nedeniyle zorunlu iskana ve ciddi kısıtlamalara tabi tutuldular.
Soru: Türk devletinin kurulması döneminde Yahudilerin durumu nasıldı?
Guttstadt: Ardı ardına gelen savaşlar sonucunda topraklarının büyük bir kısmını, Hristiyan-Avrupalı büyük güçler karşısında kaybetmiş olan Osmanlı İmparatorluğu`nun, oldukça uzun süren çöküş sürecine son nokta, 1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti`nin kurulması ile kondu. Bu dönemde Yahudilerin durumu çelişkiliydi, zira Hristiyan Balkan halklarının aksine Yahudiler ayrılıkçı bir amaç gütmüyorlardı. Hatta Osmanlı yönetimi tarafından Avrupalıların Ermeni katliamı protestolarına karşı "örnek azınlık" olarak kullanılmışlardı. Bununla birlikte Yahudiler sıklıkla, Hristiyan azınlıkların Yahudi aleyhtarı saldırılarına maruz kaldılar ve bu yüzden de devletin korumasına muhtaçtılar. Bu nedenle Yahudiler kendilerini ilk başlarda Kemalist hareketin müttefiği olarak görerek yeni cumhuriyet ile ilgili büyük ölçüde olumlu beklentiler içerisine girdiler. Ne var ki, bu beklentiler kısa bir süre içinde yerini hayal kırıklığına bırakacaktı. Yahudiler, tüm uyum çabalarına ve sadakatlerini bildirmelerine rağmen genç cumhuriyetin katı milliyetçiliğini karşılarında buluverdiler. Cumhuriyetin ilk dönemlerinde siyaseti şekillendiren en önemli unsur devletin,ekonominin ve toplumun "Türkleştirilmesi" oldu.Kemalist yönetim, gayrimüslimlerin Lozan Anlaşması ile güvence altına alınmış olan haklarını emperyalist güçlerin müdahalesinin bir devamı olarak görüyordu. Gayrimüslim azınlıklara, bu haklarından "kendi istekleri ile" feragat etmeleri için baskı uygulanmaya başlandı. Yahudiler de kademeli olarak birçok meslek ve ticari alandan dışlanmaya başlandı. Tüm bunlar çok sayıda Yahudinin, başta Fransa olmak üzere, ABD, İtalya ya da Almanya’ya göç etmesine neden oldu.
Guttstadt: Burada antisemitizm ile, diğer gruplarla birlikte Yahudileri de hedef alan azınlık karşıtı milliyetçilik arasında bir ayrım yapmamız gerektiğini düşünüyorum. 1930’lu yıllarda "Sion Bilgelerinin Protokolleri" gibi antisemitist metinler Türkiye`ye getirildi ve tercüme edildi. Türkiye`deki İslamcı antisemitizmin babası olarak nitelendirilebilecek olan Cevat Rıfat Atilhan, Almanya’ya yaptığı bir ziyaretten sonra İstanbul’da Millî İnkîlâp gazetesini yayınlamaya başladı ve bu gazetede Stürmer`den alınan kışkırtıcı karikatürler bire bir olarak kullanıldı. Bu yayın ve benzerleri, daha sonra yasaklanmışlarsa da, Türkiye`ye modern antisemitizmin gelişinin bir işaretidir. Bugüne değin "Protokollerin" ve hatta "Kavgam"ın defalarca yeni baskısı yapıldı. Yahudilerin yanı sıra Kürtleri, Ermenileri ve Rumları da hedef alan milliyetçi girişimlere örnek olarak, zorunlu iskân ile birlikte, keyfi olarak belirlenen, çoğunlukla da astronomik olan, vergileri ödeyemeyecek durumda olanların mülküne el konulmasını, hatta Doğu Anadolu`daki kamplara zorla çalıştırılmak üzere gönderilmesini öngören "Varlık Vergisi" gösterilebilir. Bunlar hiçbir şekilde Nazilerin gerçekleştirdikleri Yahudi zulmü ile kıyaslanamazsa da Yahudilerin Cumhuriyete karşı olan güvenlerini öylesine temelden sarsmıştır ki 1947-48`de, kalan Yahudilerin büyük çoğunluğu da Türkiye`yi terk etmiştir.,
* Endülüs devletinin yıkılması ve İber Yarımadası`nın tekrar Hırıstiyanların eline geçmesiyle tamamlanan süreç; "Yeniden Fetih". (E.n)
İran’ın İsrail’i Tanıması
////////////////////////////////////////////////////////
Türkiye'nin İsrail'i tanıması
İkinci Dünya Savaşı ertesinde İngiltere, Filistin sorunundan yakasını kurtarmak için, bu sorunu 2 Nisan 1947’de BM’nin gündemine getirmişti.
Doç. Dr. HÜNER TUNCER
BM Genel Kurulu, 15 Mayıs 1947’de “BM Filistin Özel Komisyonu” adlı bir çalışma grubunun kurulmasına karar verdi. Komisyon’un 1 Eylül 1947’de BM Genel Sekreteri’ne sunduğu raporda, Filistin’de İngiliz manda yönetiminin derhal sona erdirilmesi ve Filistin’in bağımsızlığının kabul edilmesi yer almaktaydı. Peki, bu bağımsızlık nasıl olacaktı? Komisyon’daki çoğunluk önerisine göre Filistin, Araplar ile Yahudiler arasında bölünmeli, bu topraklarda iki ayrı bağımsız devlet kurulmalı ve Kudüs kenti de uluslararası statüye sahip olmalıydı.
FİLİSTİN’İN BÖLÜNMESİ
Arap devletleri, Filistin toprakları üzerinde bağımsız bir Arap devletinin kurulmasından yanaydı ve taksim düşüncesine karşıydı. Ancak, 29 Kasım 1947’de BM Genel Kurulu, Filistin Komisyonu’nun çoğunluk önerisini benimsemiş ve Genel Kurul’da yapılan oylamada, Filistin’in Araplar ile Yahudiler arasında bölünmesine karar verilmişti. Bu karara göre, Filistin’de kurulacak Yahudi ve Arap devletleri arasında bir ekonomik birlik kurulacak ve Kudüs kenti de uluslararası statüye sahip olacaktı.
Türkiye, Filistin sorununun BM’de görüşülmesi sürecinde, Filistin’in bölünmesi düşüncesine karşı çıkan Arap ülkelerinin yanında yer almış ve bağımsız bir “Filistin Arap Devleti”nin kurulmasını desteklemişti.
TÜRKİYE’NİN TANIMASI
BM kararı üzerine İngiltere, 15 Mayıs 1948’ten itibaren Filistin’deki bütün güçlerini çekeceğini ilân etti. 14 Mayıs 1948’de Filistin’de İngiliz manda yönetimi sona ermiş ve aynı gün, David Ben Gurion başkanlığındaki Yahudi Ulusal Konseyi, Filistin’de bağımsız bir İsrail devletinin kurulduğunu ilân etmişti. İsrail devleti kurulur kurulmaz Mısır, Ürdün, Suriye, Lübnan ve Irak orduları, 15 Mayıs’tan itibaren İsrail’in üzerine yürümeye başladı ve böylece, Birinci Arap-İsrail Savaşı gerçekleşti. Savaşın sonucunda İsrail, BM’nin “taksim” kararında kendisine verilen topraklardan çok daha fazlasını ve Kudüs kentinin de yarısını ele geçirmişti.
Türkiye, 28 Mart 1949’da İsrail’i resmen tanıyan ilk Müslüman devlet oldu. Türk Hükümeti bu kararını, “İsrail BM’ye üye olmuştur; dolayısıyla Türkiye de, yeni kurulan bu devleti BM örgütünün evrenselliği ilkesi çerçevesinde tanımıştır” şeklinde açıklamıştı.
Türkiye’nin, İkinci Dünya Savaşı sonrasında izlemeye başladığı Batı yanlısı dış politika, Türkiye’nin İsrail devletini tanıma kararı almasında önemli bir rol oynamıştı. NATO’ya üye olmayı isteyen Türkiye, dış politikasını olası müttefiklerinin dış politikalarıyla uyumlaştırmayı zorunlu görmekteydi. İkinci olarak, ABD’nin İsrail’le sıcak ilişkiler kurmasının Türkiye’nin İsrail’le ilişkilere olumlu yaklaşmasında payı olmuştu. Üçüncü olarak, İsrail’in, 1950-1953 yıllarında gerçekleşen Kore Savaşı’na ABD ile birlikte asker gönderilmesini desteklemesi, Ankara’da İsrail’e duyulan güveni artırmıştı. Türkiye’nin İsrail devletini tanımasında rol oynayan bir diğer etken de, Ankara’nın Arap ülkelerine olan ilgisizliğiydi. Cumhuriyet’i kuran aydınlar için Batılı olmak, geçmişten ve bir anlamda da Araplardan uzaklaşmak demekti. Nihayet, İsrail’in, Türkiye kadar ikili ilişkilerin gelişmesine önem vermesi de Türkiye’nin bu devleti tanımasında rolü olmuştu.
İLK DİPLOMATİK İLİŞKİ
9 Mart 1950’de Türkiye ile İsrail arasında elçilik düzeyinde diplomatik ilişkiler kuruldu. Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkiler Cumhuriyet Halk Partisi döneminde başlatılmış olup, Demokrat Parti iktidarında da sürdürülmüştü. Türkiye, Tel Aviv Elçiliği’ne ilk atamayı 1952 yılında gerçekleştirdi. Türkiye, bir yandan Arapların Filistin davasına genelde destek verirken; öte yandan da, İsrail ile ilişkilerini sürdürmekteydi.
1950’lerde ABD’yle yakın siyasal ve ekonomik ilişkiler kuran Türkiye ile aynı yıllarda ABD’yle bağlantısını güçlendiren İsrail arasındaki ilişkiler hızla gelişmekteydi. Öte yandan iki devlet arasındaki ilişkilerin gelişmesinde, her iki devletin de, Ortadoğu gibi dinsel öğelerin ön plânda tutulduğu bir bölgede laik devlet modelini benimsemiş olmasının etkisi olmuştu. Ayrıca hem Türkiye hem İsrail, siyasal alanda parlamenter demokrasi modelini, ekonomik alanda da Batı tipi kalkınma modelini benimsemişti.
İSRAİL’İN NOTASI
İsrail, Bağdat Paktı’nı sürekli eleştiriyor ve bu paktın, İsrail’in Ortadoğu bölgesindeki varlığını hedef alan bir oluşum olduğunu dile getiriyordu. İsrail Hükümeti, Mart 1955’te Türkiye’ye bir nota vererek, Türkiye’nin İsrail’e yönelik politikasında bir değişiklik olup olmadığını sormuştu. Türkiye cevabi notasında, İsrail’e yönelik tutumunda bir değişiklik olmadığını ifade etmekle birlikte; Bağdat Paktı dışında kalan Arap ülkelerini kazanabilmek için izlediği Arap yanlısı politikayla İsrail karşısındaki inandırıcılığını yitirmekteydi. İsrail’in Bağdat Paktı’na karşı tutumu, paktın vefalı bir savunucusu olan Türkiye’nin İsrail ile ilişkilerini gözden geçirmesine neden olmuştu. 1955 yazından itibaren, Türkiye ile İsrail arasındaki diplomatik ilişkiler en alt düzeye indirildi.
Türk Hükümeti, 26 Kasım 1956’da Tel Aviv’deki Büyükelçisi Şevkati İstinyeli’yi geri çekme kararı almıştı. Ancak, İsrail’i gücendirmekten çekinen Türk Hükümeti, Türkiye’nin İsrail’le dostça ilişkilerini ve ticaretini sürdüreceğini açıkladı. Türkiye’nin İsrail’e ilişkin çelişkili gibi görünen bu tutumunun nedeni, önemsediği İsrail’i karşısına almak istememesiydi. Türkiye ile İsrail arasındaki diplomatik ilişkiler, 1980 yılına değin maslahatgüzar düzeyinde sürdürülmüş; Temmuz 1980’de İsrail’in Kudüs’ü başkent ilân etmesine misilleme olarak Türkiye, 28 Ağustos 1980’de Kudüs Başkonsolosluğu’nu kapatmış ve 2 Aralık 1980’de, Tel Aviv’deki maslahatgüzarlığını “ikinci kâtip” düzeyine indirmişti.
1985 yılından itibaren, Türkiye-İsrail ilişkilerinde yeni bir yakınlaşmanın işaretleri belirmeye başlamış; ikili ilişkilerin güvenlik ve istihbarat değişimi gibi alanlarında ilerlemeler kaydedilmişti. 1986’da “elçi” konumunda bir diplomat olan Ekrem Güvendiren’in Tel Aviv’e atanmasıyla, iki ülke arasındaki temsil düzeyi de facto (fiilen) yükseltilmiş olmaktaydı. Türkiye, 1990’da Tel-Aviv’deki diplomasi temsilciliğini yeniden büyükelçilik düzeyine yükseltti. 31 Aralık 1991’de, Ankara’daki Filistin ile İsrail Temsilcilikleri aynı anda büyükelçiliğe yükseltildi. 1980’den beri kapalı olan Kudüs’teki Türk Başkonsolosluğu da 1992’de yeniden açıldı.
///////////////////////////////
................
..............
Yeni Sabah Gazetesi’nin 21 Temmuz 1948 tarihli nüshasında İsrail-Arap Savaşı’nda silahları susturan son mütarekeye dair haber: “Nihayet sıcak çatışmalar sonucunda İsrail, Arapları püskürtmeyi başardı ve Birleşmiş Milletlerin bölüşüm planından öngörülenden çok daha geniş toprakları ele geçirdi. Batı Şeria, Ürdün tarafından ilhak edildi. Mısır da Gazze şeridini ele geçirdi. Kudüs ise İsrail ve Ürdün arasında fiilen bölüşüldü.“
................
..............
İkinci Dünya Savaşı`nda ve onu izleyen "Soğuk Savaş"ta stratejik öneme sahip partnerler birarada: Başbakan İsmet İnönü F.D. Roosvelt ve W.Churcill ile birlikte...
Sonja Galler - Jan Felix Engelhardt *
Türkolog Corry Guttstadt, Türk hükümetinin Holokost sırasında Yahudi vatandaşlarına karşı tutumu ile ilgili kapsamlı bir çalışma hazırladı ve uluslararası Holokost çalışmalarında bugüne dek göz ardı edilen bir konuya dikkat çekti. Sonja Galler, "Die Türkei, die Juden und der Holocaust" adlı kitaın yazarı Corry Guttstadt ile söyleşti, Jan Felix Engelhardt ise İsrail-Türkiye ilişkilerini yazdı.
Soru: Bugün Türkiye`de yaklaşık 20 bin Yahudinin yaşıyor olması Yahudi azınlığa karşı gösterilmiş olan hoşgörülü yaklaşıma bağlanıyor. Birçok anlatımda bu başarı hikayesinin ilk adımının, Sefarad Yahudilerinin daha sonra yerini Türkiye`ye bırakacak olan Osmanlı İmparatorluğu`na kabul edilmeleri ile atıldığı belirtiliyor...
Corry Guttstadt: Bugün İran`da da 20 bini aşkın Yahudi yaşıyor. Böyle bir rakam tek başına, güvenli ve antisemitzmin olmadığı bir durumun göstergesi olarak görülemez. Türkiye ile ilgili bugün orada sadece 20 bin Yahudinin yaşadığının ve bu rakamın Birinci Dünya Savaşı’nın sonlarında yaklaşık 120 ila 150 bin arasında olduğunun altını çizmek gerekiyor. İkinci Dünya Savaşı’nın öncesinde ve sonrasında, özellikle de İsrail`in 1948 yılında kurulmasını takiben, Yahudilerin büyük bir çoğunluğu Türkiye’yi terketti. Bu durum önceki yüzyıllarda farklıydı. Osmanlı İmparatorluğu, yüzyıllar boyunca İspanya’daki Reconquista(*)`dan ve Doğu Avrupa’daki pogromlardan kaçarak Osmanlı topraklarına sığınan Yahudiler için bir göç merkezi olmuştu. Ne var ki, İmparatorluğu bir "çokkültürlülük cenneti" olarak tanımlamak hem absürd hem de tarihsel değildir. Gayrimüslim oldukları için Yahudiler üzerinde birçok kısıtlama söz konusuydu. Onlar da Hristiyanların ödedikleri vergileri ödemek ve Müslümanlara karşı itaatkâr davranmak zorundaydı. Diğer yandan 600 yıllık Osmanlı tarihi boyunca, Yahudilerin durumunda sayısız dalgalanmalar olduğunu da belirtmek gerekiyor. İber Yarımadası`nda Yahudilerin zulüm görmeye başlamaları, Osmanlı İmparatorluğu`nun genişleme dönemine denk geliyor. Bu dönemde İmparatorluğu yönetenler şehir nüfusunu artırmak arzusundaydılar ve bu nedenle de beraberlerinde birçok mesleki bilgi getirecek olan Sefaradları kabul etmeye sıcak bakıyorlardı. Ancak buna rağmen Osmanlıların fethinden önce, Anadolu ve Balkanlar’da yerleşmiş olan Yahudiler, nüfus politikaları nedeniyle zorunlu iskana ve ciddi kısıtlamalara tabi tutuldular.
Soru: Türk devletinin kurulması döneminde Yahudilerin durumu nasıldı?
Guttstadt: Ardı ardına gelen savaşlar sonucunda topraklarının büyük bir kısmını, Hristiyan-Avrupalı büyük güçler karşısında kaybetmiş olan Osmanlı İmparatorluğu`nun, oldukça uzun süren çöküş sürecine son nokta, 1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti`nin kurulması ile kondu. Bu dönemde Yahudilerin durumu çelişkiliydi, zira Hristiyan Balkan halklarının aksine Yahudiler ayrılıkçı bir amaç gütmüyorlardı. Hatta Osmanlı yönetimi tarafından Avrupalıların Ermeni katliamı protestolarına karşı "örnek azınlık" olarak kullanılmışlardı. Bununla birlikte Yahudiler sıklıkla, Hristiyan azınlıkların Yahudi aleyhtarı saldırılarına maruz kaldılar ve bu yüzden de devletin korumasına muhtaçtılar. Bu nedenle Yahudiler kendilerini ilk başlarda Kemalist hareketin müttefiği olarak görerek yeni cumhuriyet ile ilgili büyük ölçüde olumlu beklentiler içerisine girdiler. Ne var ki, bu beklentiler kısa bir süre içinde yerini hayal kırıklığına bırakacaktı. Yahudiler, tüm uyum çabalarına ve sadakatlerini bildirmelerine rağmen genç cumhuriyetin katı milliyetçiliğini karşılarında buluverdiler. Cumhuriyetin ilk dönemlerinde siyaseti şekillendiren en önemli unsur devletin,ekonominin ve toplumun "Türkleştirilmesi" oldu.Kemalist yönetim, gayrimüslimlerin Lozan Anlaşması ile güvence altına alınmış olan haklarını emperyalist güçlerin müdahalesinin bir devamı olarak görüyordu. Gayrimüslim azınlıklara, bu haklarından "kendi istekleri ile" feragat etmeleri için baskı uygulanmaya başlandı. Yahudiler de kademeli olarak birçok meslek ve ticari alandan dışlanmaya başlandı. Tüm bunlar çok sayıda Yahudinin, başta Fransa olmak üzere, ABD, İtalya ya da Almanya’ya göç etmesine neden oldu.
Soru: İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar "tarafsızlığını" korumayı başarmış olan Türk devleti, savaşın başından itibaren kendi topraklarındaki Yahudilere karşı nasıl davrandı?
Guttstadt: Burada antisemitizm ile, diğer gruplarla birlikte Yahudileri de hedef alan azınlık karşıtı milliyetçilik arasında bir ayrım yapmamız gerektiğini düşünüyorum. 1930’lu yıllarda "Sion Bilgelerinin Protokolleri" gibi antisemitist metinler Türkiye`ye getirildi ve tercüme edildi. Türkiye`deki İslamcı antisemitizmin babası olarak nitelendirilebilecek olan Cevat Rıfat Atilhan, Almanya’ya yaptığı bir ziyaretten sonra İstanbul’da Millî İnkîlâp gazetesini yayınlamaya başladı ve bu gazetede Stürmer`den alınan kışkırtıcı karikatürler bire bir olarak kullanıldı. Bu yayın ve benzerleri, daha sonra yasaklanmışlarsa da, Türkiye`ye modern antisemitizmin gelişinin bir işaretidir. Bugüne değin "Protokollerin" ve hatta "Kavgam"ın defalarca yeni baskısı yapıldı. Yahudilerin yanı sıra Kürtleri, Ermenileri ve Rumları da hedef alan milliyetçi girişimlere örnek olarak, zorunlu iskân ile birlikte, keyfi olarak belirlenen, çoğunlukla da astronomik olan, vergileri ödeyemeyecek durumda olanların mülküne el konulmasını, hatta Doğu Anadolu`daki kamplara zorla çalıştırılmak üzere gönderilmesini öngören "Varlık Vergisi" gösterilebilir. Bunlar hiçbir şekilde Nazilerin gerçekleştirdikleri Yahudi zulmü ile kıyaslanamazsa da Yahudilerin Cumhuriyete karşı olan güvenlerini öylesine temelden sarsmıştır ki 1947-48`de, kalan Yahudilerin büyük çoğunluğu da Türkiye`yi terk etmiştir.,
Soru: Avrupa`da dağınık şekilde yaşayan Türk kökenli Yahudi vatandaşların durumu nasıldı?
Guttstadt: Savaş başladığında Avrupa`da, çoğunluğu Fransa`da olmak üzere yaklaşık 25- 30 bin Türk kökenli Yahudi yaşıyordu. Bunların sadece 10 bin kadarı hâlâ Türkiye vatandaşıydı ki bu durum onlar için Holokost sırasında hayati önem taşıyacaktı. Birçok insan "Osmanlı vatandaşı" olarak Avrupa’ya gelmiş, ancak zaman içerisinde doğum yerleri başka ülkelerin sınırları içerisinde kalmıştı. Diğer yandan Fransa’da da nispeten kolay bir şekilde Fransız vatandaşlığına geçme imkanı söz konusuydu. Kemalist Cumhuriyet, 1930’lı yılların başlarından itibaren yurtdışında yaşamakta olan vatandaşlarının tabiiyetlerini kontrol etmeye ve özellikle de gayrimüslimleri vatandaşlıktan çıkarmaya başlamıştı. Bu vatandaşlıktan çıkarma politikası, ilk başlarda devlet siyasetindeki yeniden yapılanmanın normal bir sonucu olarak görülse de, daha sonra Holokost sırasında ağırlıklı olarak Yahudileri hedef alan bir yapıya büründü. Ekim 1942’de Almanya, Türk hükümetine bir ültimatom vererek Alman işgali altındaki ülkelerde yaşayan Yahudi vatandaşlarını geri almasını talep etti. Ancak Ankara’daki hükümet, Türk Yahudilerinin toplu olarak dönüşünden endişe ediyordu ve bunu engellemek için toplu vatandaşlıktan çıkarma uygulamalasına başvurdu. Bunun en vahim sonucu da, Türk kanunlarına göre vatandaşlıktan çıkarılmış ya da kendi istekleriyle tabiiyetlerini değiştirmiş olan şahısların bir daha Türk topraklarına turist ya da mülteci olarak bile adım atmalarına izin verilmemesiydi. Bunların yanı sıra, Türkiye`de 1938 yılında gizli bir kararname ile, "kendi ülkelerinde kısıtlamalara tabi tutulan yabancı ülke Yahudilerinin", "bugünkü dinleri ne olursa olsun", Türkiye’ye girmeleri yasaklandı. Böylelikle Türkiye, Almanya ve müttefiklerindeki Yahudi aleyhtarı mevzuatın kriterlerini benimsemiş oldu.
Soru: O dönemde Türk hükümeti Alman etki alanı içerisinde kalan bölgelerde olanlardan ve o bölgelerde yaşayan Türk kökenli Yahudilerin başlarına gelenlerden ne ölçüde haberdardı?
Guttstadt: Almanlar tabii ki Türk yetkililere, Türkiye`ye geri dönmesine izinverilmeyen Yahudilerin tehcir edildiğini ve öldürüldüğünü söylemediler, bunun yerine "genel anlamda Yahudilerle ilgili düzenlemelere tabi tutuldukları" şeklinde üstü örtülü ve muğlak açıklamalar yaptılar. Ancak Türkiye, birçok Yahudi yardım kuruluşunun İstanbul’da temsilciliklerinin bulunması nedeniyle, kitlesel imha ile ilgili olarak somut bilgilerin ulaştığı bir yerdi. Gazeteciler İstanbul çıkışlı olarak, Yahudilerin sistemli bir şekilde katledilmesiyle ilgili haberler geçtiler. Toplama kamplarından ya da gettolardan kaçarak İstanbul’a ulaşmayı başaran Yahudiler, yardım kuruluşları tarafından sorgulandılar ve kendilerine yardım sağlandı. Onların anlattıkları İstanbul’dan tüm dünyaya aktarıldı. Bu arada hem gazeteciler hem de Yahudi aktivistler Türk gizli servisi tarafından kontrol altında tutuluyordu. Mart 1943`te, Türk hükümetinin yayın organlarından Ayın Tarihi gazetesinde, Almanların Yahudilere uyguladığı kitlesel imha ile ilgili bir haber yayınlandı. Avrupa`da yaşayan birçok Türk Yahudisi, yardım çağrısıyla Türk hükümetine başvurmaya başladı.
Soru: Şoah sırasında yaklaşık 3 bin Türk kökenli Yahudi, Alman toplama kamplarına gönderildi. Onların başlarına gelenlerden dolayı Türkiye ne ölçüde sorumlu görülebilir?
Guttstadt: Bu insanların haklarının ellerinden alınmasından, zulme uğramalarından ve katledilmelerinden sorumlu olanlar Almanlardır. Almanya`daki tarihi değiştirerek yeniden yazma girişimleri ve Almanları "kurban" olarak gösteren söylem karşısında ben, Almanların suçunun herhangi bir şekilde göreceleştirilmesine karşıyım. Türkiye çok daha fazla sayıda Yahudiyi geri getirebilir ve sınırlarını mültecilere açabilirdi. Yardım kuruluşlarının oluşacak masrafları karşılama tekliflerine rağmen Türk hükümeti bunu genellikle reddetti. Ancak Türkiye kesinlikle bu konuda pasif kalan tek ülke de değildi. Türk arşivleri kapalı kaldığı müddetçe, o dönem Türkiye`de gerçekleşen tartışmalar ve Yahudilere karşı uygulanan resmi politikalara getirilen eleştiriler ile ilgili sadece tahminlerde bulunabiliriz. Ancak unutmamak gerekir ki o dönemde Türkiye’de dikta yönetimi vardı. Tek partili bir sistem söz konusuydu ve basın da hizaya getirilmiş, ağır bir sansür altına girmişti. 1940’lı yılların uygulamaları nedeniyle Yahudi toplumu, tam anlamıyla gözü korkmuş ve fakirleşmiş bir haldeydi.
Soru: Türklerin resmi söylemlerinde Türkiye, Avrupa Yahudileri için kurtarıcı bir liman olarak görülüyor.
Guttstadt: Aslında Türkiye’nin Almanya ile olan yakın ilişkileri nedeniyle yurtdışında yaşamakta olan kendi Yahudilerini kurtarmak için geniş imkanları vardı. Bazı Türk diplomatlar, bireysel olarak bu imkanları yoğun ve etkili bir şekilde kullandılar. Örneğin Paris`teki Türk diplomatlar birçok kez, tutuklanmış olan Türk Yahudilerin serbest bırakılmasını sağladı. Milano ve Viyana`da da Türk diplomatları olarak tet tek Yahudi şahısları korudular. Her zaman bu girişimler insancıl amaçlarla yapılmadıysa ve bazı diplomatlar bundan fayda sağlamışsa da, durum bize aslında -Türk makamlarının- ne kadar geniş bir manevra alanına sahip olduğunu gösteriyor. Birçok kez, Yahudileri korumak için onların Türk vatandaşı olduklarını onaylamak yeterli oluyordu.
Soru: Yahudi Alman bilim adamlarının Türk üniversitelerine kabul edilmesi de insani bir girişim olarak nitelendirilir. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Guttstadt: 1933 sonbaharından itibaren, birçok Yahudi Alman bilim adamı ve sanatçı, Türkiye`de iş buldu; üniversite, hastane, tiyatro vb. kurumların yeniden yapılandırılmasında önemli rol oynadı. Her ne kadar bu kişilerin kabul edilmesi insani amaçlardan değil, ihtiyaçlardan kaynaklandıysa da, Türk hükümeti bu insanlara iş verdi, birçok durumda ailelerini de getirmelerini sağladı ve onları Nazi rejiminden korudu. Bununla birlikte Türkiye hiçbir zaman zulme uğrayan Yahudiler için önemli bir sürgün ülkesi olarak görülmemiştir. Ayrıca, Türkiye`nin ülkeye girmelerine izin verdiği az sayıdaki mülteci de (Yahudi), ilgili istatistiklerin hiçbirinde yer almamaktadır.
Bir tehditin gölgesindeki ortaklık: Türkiye-İsrail İlişkileri
28 Mart 1949`da Türkiye Büyük Millet Meclisi, İsrail`in egemenliğini tanıdı. Türkiye, kuruluşundan bir yıl sonra İsrail devletini tanıyan ilk Müslüman ülkeydi. İstanbul`daki ve Türkiye`nin diğer şehirlerindeki Yahudi cemaatleri, Yahudi devletinin kurulmasından hemen bir yıl sonra gerçekleşen bu olayı kutluyordu: İstanbul`daki Neve Şalom sinagogunda Yahudi ailelerin katılımıyla özel bir dini ayin yapılıyor, kutlamalar gecenin ilerleyen saatlerine kadar sürüyordu.
Çünkü savaş yıllarının ayrımcı azınlık yasalarına rağmen, kamuoyundaki ve siyasal alandaki direnişlere rağmen, Türkiye`deki İnönü hükümeti 1949 yılında genç İsrail ile yakın ilişkiler kuruyordu. Bu nasıl olmuştu?
İkinci Dünya Savaşı: Türkiye, Fransa ve İngiltere ile bir savunma anlaşması imzalamış olmasına rağmen tarafsız kalıyor ve savaşa aktif olarak katılmıyor. Birçok asker ve politikacı Nazi Almanyasının savaşın ilk yıllarındaki askeri başarılarından etkileniyorlar, bir grup asker ve politikacı da eksen devletleriyle yan yana gelmek istemiyorlar. Aynı zamanda Türkiye Filistin`e doğal bir köprü oluşturduğu için, "Alija Bet"in, Avrupalı Yahudilerin "vaat edilmiş topraklara" illegal göçünün transit ülkesi haline geliyor.
İkinci Dünya Savaşı`nda çelişkili politika
Türkiye, göçün desteklenmesi ve engellenmesi arasında bocalıyor. Türk Üniversitelerinin kapıları seçkin Yahudi bilim adamlarına ardına kadar açılıyor; diğer yandan sıradan göçmenler çalışma izni alamıyorlar. Avrupa`daki Türk diplomatları Yahudi aileleri Nazilerden kurtarıyorlar; öte yandan İstanbul`daki yetkililer, tıka basa Yahudi göçmenlerle dolu Struma gemisine her türlü yardımı yapmayı reddediyorlar.
Gerçi İsrail ve Türkiye`deki tarih yazıcıları Osmanlı-Türk toleransının devam romanını kaleme aldılar: Önce Seferad Yahudileri 1492 yılında Osmanlı İmparatorluğuna gelmişlerdi, sonra Yahudi göçmenler ve vatandaşlar Nazilerin pençelerinden korunmuştu.
Oysa Türkiye`nin politikası son derece çelişkiliydi. İnönü hükümeti tarafsız tutumuyla adeta bir diplomasi cambazlığı yapıyordu. Ancak Nazi Almanyası`nın yenileceği açıkça görülmeye başlandığında, İnönü hükümeti müttefiklerin yanında yer aldı.
Dolayısıyla, Türkiye`nin İsrail`i tanıması, siyasal geçmişten kaynaklanmıyordu. Bu tavırda, Türkiye`nin gelecekte Ortadoğu`da ve yeni başlayan soğuk savaşta oynamak istediği, daha doğrusu oynaması gereken rol belirleyici olmuştu. Türkiye`nin Batı ittifakına dâhil olmasındaki en önemli siyasal neden ise Sovyetler Birliği`nden duyduğu korkuydu. Çünkü Türkiye Stalin`in "istekler listesi"nin en tepesinde yer alıyordu ve Stalin`in güç iddiasını, İkinci Dünya hemen sonrasında hissetmişti.
Sovyet tehditinden duyulan korku
Haziran 1945: Sovyetler, Rusya`nın Akdeniz`e açılmasının tek olanağı olan, iktisadi ve askeri açıdan adeta bir iğne deliği oluşturan İstanbul ve Çanakkale boğazları üzerinde denetim sahibi olmayı talep ediyor. Ancak boğazlar aynı zamanda Türkiye`nin de can damarını oluşturuyor ve ülkenin en büyük metropolünün, İstanbul`un içinden geçiyor. İnönü hükümeti, Türkiye`nin kalbine Sovyet savaş gemilerinin gireceği düşüncesiyle soğuk terler döküyor ve Batılı güçlerle yakınlaşma yolları arıyor.
Batılı güçler ise gerçi savaş sırasında Türkiye`nin desteğini almadıkları için gücenik davranıyorlar ama Türkiye`nin Sovyetlerle çatışmasına stratejik bir önem veriyorlar. Truman doktrini ve Marshall planı Türkiye`yi komünizme karşı bir sipere dönüştürüyor. Türkiye`nin 1949`dan önce bağımsız bir Yahudi devletine karşı çıkması da, İnönü`nün antikomünist tutumuyla açıklanabilir.
Sovyetlerin Siyonistler üzerindeki etkisinden korkulmuş ve 1947 yılında Birleşmiş Milletler`in bağımsız bir Yahudi devleti öngören Filistin`i bölme planı reddedilmişti. Ancak Stalin`in Yahudilere zulmetmeye başlaması ve Arap devletlerinin Sovyetlerin desteğini istemeleriyle birlikte, Türkiye İsrail`i tanıma fikrine sıcak bakmaya başladı.
Dürüst bir arabulucu olarak Ankara
Mart 1949: İsrail devleti henüz bir yıl önce kurulmuş ve şimdi Filistin savaşında yenilen Arap devletleriyle barış müzakereleri yapıyor. Birleşmiş Milletler de bölgede barışın sağlanması için gayret gösteriyor. BM`nin uzlaştırma komitesi (UNCCP), Arapları ve İsraillileri uzlaştırmaya, mülteciler sorununu çözmeye ve Kudüs`ün statüsüne netlik kazandırmaya çalışıyor. Fransa, ABD ve Türkiye`den gelen delegasyonlar müzakerelerde bulunuyorlar.
Gerçi görev başarısızlıkla sonuçlanıyor, ancak Türkiye bu sürece katılarak, İsrail`le kuracağı siyasal ve ekonomik açıdan verimli ilişkinin temelini atmış oluyor. Ankara Arap-Yahudi çatışmasında güvenilir bir simsar olarak ortaya çıkıyor. Müslüman ve tarafsız bir ülke olan Türkiye, çatışmanın iki tarafında da müzakere partneri olarak kabul ediliyor. Ne de olsa Türkiye`nin Fransa ve ABD`nin aracı rolüne büyük kuşkuyla yaklaşan Arap devletleriyle iyi ilişkileri var.
Birleşmiş Milletler, aralarında başbakan David Ben-Gurion ve dışişleri bakanı Moşe Şaret`in de bulunduğu önde gelen İsrailli politikacıların Türkiye`de öğrenim görmüş ve çalışmış olmaları gerçeğini de hesaba katarak, bu kozu oynuyor. Hüseyin Cahit Yalçın liderliğindeki Türk delegasyonu, Amerikalı ve Fransızlarla birlikte işe koyuluyor.
Arap sosyalizmine karşı birlik
70 yaşını aşmış, ünlü bir yayıncı olan Yalçın, Araplar ve İsraillerce kabul görüyor. İsrailliler ve Araplar ortak görüşmelere hazır olmadıkları için komisyon, Kudüs ve Rodos`ta paralel müzakerelerde bulunuyor. Ne var ki, başlangıçta çatışmayı müzakerelerle çözme yolunda beslenen umutlar, Arap ve İsrail taraflarındaki direnişler yüzünden çok geçmeden suya düşüyor.
Lozan`da yapılan bir konferansta çatışmanın tarafları nihayet, mülteciler sorununda uzlaşmaya varılması ve Kudüs`ün statüsü hakkındaki muğlâk ifadeler üzerinde anlaşıyorlar. Gerçi uzlaştırma komisyonu 60`lı yıllara kadar çalışmaya devam ediyor ancak gösterdiği çabalar sürekli diplomatik başarısızlıklarla sonuçlanıyor.
Türkiye açısından ise bu komisyona katılmak, savaşın bitmesinden sonra "uluslararası sahnede yapılan ilk dans" anlamına geliyor. BM müzakerelerine paralel olarak, Türkiye ve İsrail 1949 yılında daha da yakınlaşıyorlar. 19 Mart`ta Türk ve İsrail bakanları Ankara`da ilk kez buluşuyorlar. İsrail Dışişleri Bakanı Şaret ve Türk Ticaret Bakanı Barlas, iki ülkenin sıkı ekonomik ve kültürel ilişkiler içine girmesini konuşuyorlar. Bunun nedeni ise, Türklere ve İsrail`e karşı bir ittifak oluşturacak olan Arap sosyalizminin yükselişi.
Batı yolunda
Türkiye`nin Batı bloğuna daha sıkı bağlanma isteği de buna ekleniyor. Türk-İsrail yakınlaşmasının gerçekleştiği sıralarda, Türk Dışişleri Bakanı Sadak da, Dünya Bankası`yla ülke ekonomisi için kredi görüşmeleri yapmak üzere Washington`da bulunuyor.
Batı, Ortadoğu ve aynı tarihlerde Washington`da görüşmeleri yapılan ve Türkiye`nin de birkaç yıl sonra dâhil olacağı Kuzey Atlantik Paktı konularında, Türkiye`nin kendi politikasına katıldığına dair net bir işaret bekliyor. Türkiye soğuk savaşta güvenilir bir partner olduğunun kanıtını sunuyor: 24 Mart`ta Türkiye Büyük Millet Meclisi İsrail`in tanınmasını oyluyor; İsrail 28 Mart`ta tanınıyor. Türk gazeteleri "İsrail Devletini tanıdık" başlıkları atıyorlar, Yahudi cemaatleri kutlamalar yapıyor. Geniş kapsamlı askeri ve ekonomik işbirliğinin temeli atılıyor, Türkiye Batı yolunda bir adım daha atmış oluyor.
* Sonja Galler, qantara muhairi, Jan Felix Engelhardt ise Leiden Üniversitesi Ortadoğu Çalışmaları Enstitüsü Research Masters programı çerçevesinde, Türkiye -İsrail ilişkileri üzerine çalışıyor.
* Endülüs devletinin yıkılması ve İber Yarımadası`nın tekrar Hırıstiyanların eline geçmesiyle tamamlanan süreç; "Yeniden Fetih". (E.n)
/////////////////////////////////////////
İSRAİL DEVLETİ’NİN KURULUŞUNDA TÜRKİYE’NİN İSRAİL’İ
TANIMA SÜRECİ
∗
Burak ŞENEL
Özet
Türk Hükümeti tarafından İsrail’i devlet olarak tanıma sürecinde, köklü bir tarihi
geçmişe sahip olan Türk-Yahudi ilişkileri, Türk toplumu, Arap devletleri ve Filistin’in
geleceği dikkate alınarak, hassas bir politika izlenmiştir. Bununla birlikte ABD,
İngiltere, Rusya ve Batılı devletlerin tanıma sürecine yaklaşımları dikkatli bir şekilde
analiz edilmiştir. Türkiye’nin İsrail’i tanıma sürecini etkileyen faktörlerin iç ve dış
dinamikler açılarından ele alınmasının yanında, ulusal güvenliğin sağlanması
faktörünün önceliği ortaya çıkmıştır.Uluslararası ilişkiler literatürlerinde Türkiye’nin
İsrail’i tanıması kararı hakkında, ulusal güvenliğin sağlanmasının etkisi sıkça
belirtilmiştir. Bu çalışmada günümüze dek inişli çıkışlı bir diplomasiye sahip
olduğumuz İsrail devletinin, Türkiye tarafından tanınması kararında, ulusal güvenliğin
sağlanması faktöründen başka ne tür faktörlerin etkili olduğunun araştırılması
amaçlanmıştır. Türkiye’nin, ticari ve askeri olarak istikrarlı, politik olarak çalkantılı
ilişkilerinin bulunduğu İsrail devletinin, tanınması kararında etkili olan diğer
faktörlerin araştırılması ile günümüzdeki Türkiye-İsrail ilişkilerinin daha iyi
anlaşılabileceği düşünülmüştür.
Giriş
Türkiye’nin İsrail’i tanıması çok önemli bir politik karardır. Türkiye
Hükümeti’nin bu kararı alırken, ülkenin o dönemde maruz kaldığı iç ve dış
etkenler çok etkili olmuştur. Ancak tanıma kararının alınmasında Türk
Hükümeti yöneticilerinin kendi politik düşünceleri de diğer faktörler kadar
etkili olmuştur. Türkiye’nin, İsrail’i tanımasından itibaren, bugüne kadar olan
sürecin büyük bir bölümünde, diplomatik ilişkilerin görünürde kalan kısmının
gergin ve soğuk olduğu görülmektedir. Buna rağmen iki ülke arasında istikrarlı
bir şekilde yürütülen ekonomik ve askeri ilişkiler kurulmuştur. Bu istikrarlı
ilişkilerin oluşmasını sağlayan, gelişmelerin temellerinin atıldığı dönemde,
Türkiye’yi, İsrail’in tanımasına hazırlayan nedenleri araştırmak, günümüzdeki
Türkiye-İsrail ilişkilerini biraz daha iyi anlamamıza yardımcı olacaktır.
Bu kapsamda konunun daha iyi anlaşılması amacıyla, devlet ve
devletlerin tanınması kavramları, tarihte Türk-Yahudi ilişkileri, Siyonizm
Hareketi ve İsrail Devletinin kuruluşu kısa bir şekilde özetlenmiştir.
Çalışmanın amacını oluşturan Türkiye’nin İsrail’i tanıma süreci detaylı bir
şekilde betimlenmeye çalışılmıştır.
......................
Tarihte Türk-Yahudi İlişkileri
Osmanlı İmparatorluğu Öncesi ve Osmanlı İmparatorluğu Döneminde
Türk – Yahudi İlişkileri
Türkler ile Yahudilerin ilk buluşmaları Mezopotamya’da Irak Türkleri
ile olmuştur.522 Yahudiler daha sonraları Anadolu’da Selçuklular ve beylikler
döneminde Türk topraklarında huzurlu bir yaşam sürmüşlerdir. Osmanlı
İmparatorluğunun kuruluş yıllarında Avrupa’dan Yahudi göçleri yaşanmıştır.
Ancak Yahudilerin kitleler halinde Osmanlıya göçleri 1492 yılında İspanyadan
kovulmaları zamanında yaşanmıştır. Osmanlı imparatorluğunun yıkılma
dönemine girmesine kadar olan süreçte Yahudiler, Osmanlı İmparatorluğunda
önemli görevlerde ve mevkilerde bulunmuşlardır.523 XIX yy.’ın son çeyreğinde
ortaya çıkan Siyonizm Hareketi nedeniyle II. Abdülhamit’in, Yahudilere
davranışı farklılık göstermektedir. Osmanlı İmparatorluğu bünyesindeki diğer
milletlerin, milliyetçilik akımının oluşturduğu etkiyle devletten ayrılma
mücadelesi başlatmış olmalarına rağmen, Osmanlı İmparatorluğu bünyesindeki
Yahudiler, devlete bağlı kalmışlar ve Siyonizm Hareketi’ni
desteklememişlerdir. Bu nedenle II. Abdülhamit ülkesi dâhilindeki Yahudilere
karşı olumlu yaklaşmıştır.524
Siyonizm Hareketi’nin başlamasıyla birlikte Osmanlı İmparatorluğu’nda,
bu ideolojiye ve eylemlerine karşı bir tutum oluşmuştur. II. Abdülhamit, I.
Dünya Savaşı’nın belirmesiyle birlikte stratejik bir karar vermek zorunda
kalmıştır. Siyonist liderlerin taleplerini kabul ederek, ülkeyi yaşamış olduğu
maddi sıkıntılardan kurtarabilirdi. Fakat bu durumda Arap halklarını karşısına
almış olacak ve yaşanacak savaşta en büyük tehlike olarak gördüğü İngiltere
karşısında Arap halkının desteğinden mahrum kalacaktı. II. Abdülhamit,
ülkenin bekası için Siyonist liderlerin tekliflerini reddetmiştir. Bu nedenle
Siyonist liderler, II. Abdülhamit karşıtı olan İttihat ve Terakki Partisi’nin
Selanik’te örgütlenmesine yardımcı olmuşlardır. Ayrıca Siyonistler kurmuş
oldukları katır alayları ile Türklere karşı Çanakkale’de savaşmışlar ve İngilizler nezdinde daha fazla itibar elde etmişlerdir.525 II. Abdülhamit’in I. Dünya
Savaşı’nda Arap halkının desteğini sağlamak için uyguladığı bu politika
başarısız olmuş, hatta Arap Halkları İngilizler ile anlaşarak Osmanlı
İmparatorluğu’na karşı savaşmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti Döneminde Türk–Yahudi İlişkileri
Yeni kurulmuş Türkiye’nin rejimi Yahudiler tarafından olumlu
karşılanmış ancak ilerleyen yıllar Yahudi halkın umutlarını karşılayacak kadar
güzel olmamıştır. Bunun en önemli nedenlerinden biri; Türk siyasi elitlerinin,
geçmişte Osmanlı İmparatorluğu’nun yaşadığı sıkıntılı süreçleri, yeni kurulan
Türkiye’nin yaşamaması için, bu durumlara yönelik olarak tedbirler
almalarıdır.526 Türkiye, Lozan Antlaşması’ndaki azınlık hakları maddelerinden
hoşnut olmamış ve azınlıkların örgütlenmesine sıcak bakmamıştır.527
Ayrıntılarına girmeden Yahudileri en çok etkileyen olaylar sayılacak olursa;
Basında çıkan antisemittik yazılar, 1934 Trakya Olayları, gayrimüslim
erkeklerin zorunlu olarak çalıştırılması, Vatandaş Türkçe Konuş kampanyası ve
Varlık Vergisi sayılabilir. Türk Hükümeti ve halkında azınlıklara karşı nefret
duyguları oluşmamıştır. Bu yaptırımların nedeni; ülke bütünlüğünü korumasını
sağlamaktır. Ayrıca Almanya’nın, Türkiye’ye yaptığı baskı, Türkiye’de
güçlenen ve etkili olan milliyetçi akım göz ardı edilmemelidir.
Türkiye Cumhuriyeti’nde bütün azınlıkların, ülke içerisindeki konumları
istedikleri kadar iyi olmamıştır. Türkiye, milliyetçilik akımının verdiği
enerjiyle azınlıklara karşı olumsuz bir düşünceye sahip olmuştur. Ancak Türk
Hükümetleri, özellikle Yahudilere karşı yapılan eylemlerde, olaylar şiddet
boyutuna ulaşmadan eylemleri sonlandırmışlardır. Türkiye Cumhuriyeti’nin
kurucu kadrosunda, Yahudilerle iyi ilişkilere sahip olan İttihatçıların
bulunması, Türk Hükümetlerinin, İsrail’in kuruluşuna karşı çıkmasını
engelleyici etki yaratmıştır. Türk Hükümeti 1945-1947 yılları arasında İsrail’in
kurulması karşısında bir politikaya sahip olmuştur. Ancak bu politika
Yahudilere olan düşmanlık nedeniyle olmamıştır. Bu politikanın oluşmasının
nedenleri Türkiye’nin İsrail’i tanıma süreci kısmında detaylı olarak
incelenmiştir.
Siyonizm Hareketinin Tarihsel Gelişimi
Siyonizm Hareketi, XIX yy.’ın son çeyreğinde ortaya çıkan bir
ideolojidir. Siyonizm, köken olarak “sion” sözcüğünden gelir, bu kelime Yahudilerin ilk tapınağının yıkılmasından sonra Kudüs’ü ifade etmektedir.
Siyonizm Hareketi’nin amacı, dağılan Yahudi halkını bir araya toplamak ve
aynı çatı altında yaşamalarını sağlamak için bir devlet kurmaktır.528Siyonizm
Hareketine Theodor Herzl öncülük etmiş ve 1897 yılında I. Siyonist Kongresini
toplamıştır. Herzl, Filistin’de Yahudi devletinin kurulması için II. Abdülhamit
ile iki kez görüşmüş ancak bir sonuç elde edememiştir.529Herzl’den sonra
Siyonizm Hareketi’nin başına Chaim Weizmann geçmiş ve onun başkanlığında
örgüt İngiliz kabine üyelerinin desteğini sağlamıştır. Siyonist liderler yaptıkları
bu çalışmalarının sonuçlarını kısa bir süre sonra 2 Kasım 1917 tarihinde
Balfour Deklarasyonu ile almışlardır.530
Balfour Deklarasyonunda açık açık olmasa da diplomatik bir dille
Filistin’de bir Yahudi devletinin kurulacağı belirtilmiştir. 1920 yılında yapılan
San Remo Konferansında Filistin, İngiltere’nin manda yönetimineverilmiştir.
İngiltere 24 Temmuz 1922 tarihinde resmi olarak manda yönetimini tesis
etmiştir.531İngiltere’nin manda yönetiminde Yahudiler her geçen gün daha fazla
göç etmiş ve daha fazla toprak satın almıştır. 1922 yılında Filistin nüfusunun
%11 Yahudi iken, bu rakam 1946 da %31’e ulaşmıştır.532 II. Dünya Savaşı’nın
belirtileri görülünce İngiltere Yahudi yanlısı tutumundan geri adım atmış ve
Arap devletlerinin desteğini kazanmak istemiştir. Oluşan bu yeni duruma
Siyonist Örgütü reaksiyon göstererek propaganda merkezini İngiltere ve
Avrupa’dan ABD’ne taşımıştır. ABD’de başkan, senato ve meclis üyeleri
üzerinde elde ettikleri nüfuz ile İngiltere’ye, Filistin’e Yahudi göçlerinin
serbest bırakılması yönünde baskı yapılmıştır.533
Siyonizm’in liderleri ilk olarak İngiltere’de etkinlik sağlamışlar, İngiltere
Hükümeti üzerinde nüfuz elde ettikten sonra, Filistin’e Yahudi göçünü
hızlandırmışlardır. Bu süreçte Türkiye, dış politikasında denge unsuru olarak
gördüğü İngiltere’nin Filistin politikasını desteklememiş ancak aleyhine bir
politika da uygulamamıştır. Türkiye içerisinde yer almak için büyük çaba
harcadığı Batı kampının liderleri olan ABD ve İngiltere’nin Filistin
politikalarından oldukça etkilenmiştir. Siyonizm Hareketi’nin ABD’deki etkin
lobi faaliyetleri nedeniyle Türkiye, mali, siyasi ve askeri yardım aldığı
ABD’nin Filistin politikasına benzer politikalar uygulamıştır. Siyonizm
Hareketi, etkili propagandaları ve yönetim şekliyle Türkiye’nin, İsrail’i
tanıması konusunda çok büyük etkiye sahip olmuştur.
İsrail Devletinin Kuruluşuna Varan Gelişmeler
İngiltere 17 Mayıs 1939 tarihinde Mac Donald Beyaz Bildirisini
yayınlayarak Filistin meselesinde daha tarafsız bir tutum sergilemeye
başlamıştır. Bu bildiri karşısında Siyonist örgüt 11 Mayıs 1942 tarihinde
Biltmore Bildirisini yayınlayarak karşılık vermiştir. Bu tarihten sonra
Filistin’de İngiliz güçlerine ve Filistinli Araplara karşı Siyonist örgütleri
aracılığıyla tedhiş hareketleri yapılmıştır.534 İngiltere, Filistin’de daha fazla
zarar görmemek amacıyla Filistin meselesini BM’e taşımıştır. BM Genel
Kurulu konuyu gündemine almış ve iki haftalık müzakerenin ardından 15
Mayıs 1947’de BM Filistin Özel Komitesinin (UNSCOP) kurulmasına karar
vermiştir. Komite, on bir devletin üyelerinden oluşmuş ve raporlarını Eylül
ayına kadar tamamlamıştır.535
Komite görüşmelerini tamamladıktan sonra raporunu hazırlamış ve
raporu BM’ye sunmuştur. Raporda çoğunluk planı ve azınlık planı şeklinde iki
öneri bulunmaktaydı. Çoğunluk planına göre Filistin, Arap devleti, Yahudi
devleti ve Kudüs bölgesi olarak üç parçaya ayrılacaktı.536 Azınlık planına göre
Filistin, iki ülke arasında paylaştırılacak, Kudüs başkent olacak şekilde federal
bir devlet kurulacaktı. Yahudiler çoğunluk planı desteklemiş, Arap devletleri
ise azınlık planı tarafında yer almıştır. Çoğunluk planı sayesinde Yahudiler,
bağımsız bir devlet olarak kurulup daha sonra genişleyebilirdi. Azınlık planı ile
Araplar, Filistin’in toprak bütünlüğünün bozulmasını engelleyip bütün Filistin
üzerinde hâkimiyet kurabilecekti.537
29 Kasım 1947 günü BM genel kurulunda yapılan oylamada çoğunluk
planı, otuz üç lehte, on üç ret ve on çekimser oy ile 181 (II) A kararı olarak
kabul edilmiştir. Kararın ardından İngiltere bir açıklama yaparak, kuvvetlerinin
tamamını 15 Mayıs 1948’e kadar çekeceğini bildirmiştir. Bu oylamada ABD ve
SSCB çoğunluk planı lehinde oy kullanmış, Türkiye ise Arap Devletleri ile
birlikte azınlık planını desteklemiştir.538
Arap-İsrail Savaşı
İngiltere yaptığı açıklamanın gereği olarak, 1948 Nisanında kuvvetlerini
çekmeye başlamıştır. 15 Mayıs 1948 tarihinde İngiltere tüm kuvvetlerini
çekmiş olacaktı. İngiltere’nin çekilmesinden bir gün önce 14 Mayıs 1948 tarihinde, David Ben Gurion başkanlığında toplanan Yahudi Ulusal Konseyi,
İsrail devletinin kurulduğunu ilan etmiştir.539
David Ben Gurion, İsrail’in kurulduğunu ilan ettiği konuşmasında
Yahudi Ulusal Konseyine şu şekilde hitab etmiştir;540
“Eretz İsrael yani İsrail ülkesi, Yahudi Milletinin doğduğu
yerdir ve Yahudi milleti ilk defa burada millet olmuştur”… Biz,
İsrail ülkesindeki Yahudi toplumun ve Siyonist hareketin temsilcisi
olan halk konseyinin üyeleri olarak, tabii ve tarihi hakkımızı
kullanarak Eretzİsrael’de, bundan sonra İsrail devleti diye
tanınacak olan Yahudi devletinin kurulduğunu ilan ediyoruz”
ABD Başkanı Truman, Siyonizm’e destek verdiği için İsrail’in
kuruluşunun ilan edileceği kendisine önceden haber verilmiştir. Başkan
Truman, Dış İşleri Bakanlığı personelinin, İsrail’in tanınması aleyhinde
fikirlere sahip olduğunu bilmesinden dolayı, kurulmasından on bir dakika
sonra, sekreteri aracılığıyla İsrail devletinin de facto olarak tanındığını
açıklamıştır.541
David Ben Gurion’un, İsrail devletinin kurulduğunu ilan etmesinin
üzerinden birkaç saat geçtikten sonra, Arap birlikleri Filistin’e doğru harekete
geçmiştir. Mısır, Ürdün, Suriye, Irak ve Lübnan kuvvetleri üç yönden Filistin’e
girmiştir.542Ürdün hariç diğer devletlerin gönderdikleri askerlerin sayısının
toplamı elli bindi ve kayda değer bir başarı elde edememişlerdir. İsrailliler,
Ürdün’ün Arap Lejyonu askerlerinden çekiniyorlardı ve bunların sayısı seksen
bin kadardı.543
İsrail ordusunun toplamı yetmiş beş bin civarındaydı ve bunların
nerdeyse yarısı II. Dünya Savaşı’nda yer almış, tecrübeli askerlerden
oluşuyordu. İrgun örgütü de orduya katılmıştır. Savaş başladıktan hemen sonra
ABD ve İngiltere savaşın büyümemesi için Filistin kıyılarına ambargo
uygularken, Rusya kurduğu hava köprüsü ile İsrail’e silah göndermeye devam
etmiştir. Bu nedenle ABD ve İngiltere’nin uyguladığı ambargo sadece Arap
devletlerine yönelik olmuştur.544
BM’in Uzlaştırma Çalışmaları
BM’in ateşkes çağrısı 11 Haziran 1948’de ateşkes yürürlüğe girmiştir.
Arabuluculuk yapması için BM tarafından İsveçli Kont Bernadotte görevlendirilmiştir. Bernadotte, yaptığı araştırmalarda İsrail’in olması
gerektiğinden fazla toprak elde ettiğini tespit etmiştir. Bernadotte’nin
varlığından rahatsız olan Siyonist Örgütü, bir gün arabasıyla gezen
Bernadotte’yi, Stern grubuna ait olan bir barikatta durdurarak öldürmüştür.545
Bernadotte’nin öldürülmesinin ardından BM yeni girişimlerde
bulunmuştur. BM genel kurulunun 11 Aralık 1948 tarihli ve 194 (III) sayılı
kararı ile Birleşmiş Milletler Filistin Uzlaştırma Komisyonu (BMFUK)
kurulmuştur. Bu komisyona ABD, Fransa ve Türkiye üye olarak seçilmiştir.
Komisyona Türkiye özellikle üye olarak seçilmiştir, çünkü komisyonda
halkının % 99’u Müslüman olan bir devletin bulunması sayesinde, Arap
devletlerinin oluşturacakları tepkilerin şiddetinin azaltılması amaçlanmıştır.
Arap devletleri yine de böyle bir komisyonun kurulmasını istememiştir.546
Türkiye, Batı’nın desteğini sağlayamadığı 1945-1947 arası dönemde
İsrail devletinin kurulmasına karşı çıkmıştır. Buna neden olarak şunlar
söylenebilir; İlk olarak Filistin’de Yahudilerin yaşadıkları yerlerde SSCB’ndeki
Kolhoz Sistemine benzer yapılar bulunmaktaydı. Bu nedenle Türkiye yeni
kurulacak devletin SSCB yanlısı bir devlet olmasından çekinmiştir. Bir diğer
neden ise, İsrail’in kurulmasından sonra muhtemel yaşanacak Arap-İsrail
Savaşı’nda, ABD ve SSCB’nin desteklediği İsrail’in savaşın galibi
olabileceğinin düşünülmesidir. Arap devletlerinin savaşta mağlup olmasının
ardından oluşabilecek otorite boşluğunun SSCB tarafından doldurulmasıyla,
Türkiye hem kuzeyden hem de güneyden SSCB baskısıyla karşılaşabilirdi.
Türkiye’nin Batı’nın desteğini sağlamasından sonra İsrail devleti karşıtı
politikaları değişmiştir. Bu politika değişikliğinde Siyonizm Hareketine destek
veren ABD Başkanı Harry Truman tarafından hayata geçirilen, Truman
Doktrininin etkisi çok büyük olmuştur.
Türkiye’nin İsrail Devletini Tanıma Süreci
Türkiye, İsrail’in kurulmasından sonra karmaşık bir süreç yaşamıştır.
ABD’nin desteklediği ve yukarıda da değinildiği üzere geçmişte dostça
bağlarımız olan Yahudilerin, kurmuş olduğu İsrail devletinin Türkiye
tarafından tanınması, Batı bloğu devletlerine olan ekonomik, siyasi ve askeri
bağlılığımız nedeniyle, Türkiye’nin yapması gereken politik bir davranış
olmuştur. Fakat Ortadoğu’nun merkezinde Arap devletlerinin arasında
kurulmuş bu devlet, hiçbir şekilde Arap devletleri tarafından tanınmamıştır.547
Arap devletleri tarafından Türkiye’ye tanımama hususunda telkinler de
bulunulmuştur. Türkiye, sınırlarını çevreleyen bu devletlerin isteklerini göz
ardı edemezdi, çünkü Arap devletleri ile ortak bir geçmişe sahipti. Ayrıca bu
devletlerin ekonomik açıdan Türkiye için büyük bir değeri bulunmaktaydı. Bu
nedenle Türkiye, İsrail’i çok sayıda Batılı ülkenin tanımış olmasına rağmen bir
müddet tanımamıştır. İsrail’in devlet olarak tanınması için gerekli fiili ve yasal
işlemlerin tamamlanmasına rağmen, tanımada yaşanan bu gecikmeyi Yavuz
Abadan Ulus Gazetesi’ndeki yazısında şöyle ifade etmiştir;548“Arap âlemine
karşı beslemekte devam ettiğimiz sevgi ve saygı duygularının en şaşmaz delili”.
Ancak Türkiye, İsrail’in kurulmasından on bir ay sonra bu ülkeyi “fiilen” (de
facto) tanıdığını bir cümleden oluşan bir haber ile Türk kamuoyuna
duyurmuştur;549“Hükümetimiz İsrail’i resmen tanımaya karar verdi”. Bu süre
zarfında Türkiye’nin, İsrail’i tanımasını sağlayan çeşitli faktörler
bulunmaktadır. Bunla rulusal-uluslararası faktörler ve küresel-bölgesel güçlerin
etkileridir.
Türkiye’nin İsrail Devletini Tanıma Sürecini Etkileyen Ulusal
Faktörler
Türk Siyasi ve Askeri Elitinin İsrail Devletine Bakış Açısı
Türkiye, İsrail’in kuruluşundan sonra Arap-İsrail Savaşı’nın sonucunu
bekleyip tarafsız kalmayı tercih etmiştir. BM’in genel kurulunda yapılan
oylamada, Birleşmiş Milletler Filistin Uzlaştırma Komisyonunun kurulmasına
Arapların aleyhte Türkiye’nin lehte oy kullanması ile birlikte, Türkiye ile Arap
devletleri arasında fikir ayrılığı başlamıştır. Türkiye BMFUK’u üyeliğine
seçilmiş, diğer üyeler olan ABD ve Fransa ile Filistin Sorununda aynı politik
düşünceleri sahip olmuştur.550Bu siyasi kararın altında SSCB’nden algılanan
tehdide karşılık, Batı’nın güvenlik sisteminden istifade etmenin yattığı
görülmektedir. Türkiye’nin, dış politikasında barışı ve güvenliği ön planda
tutan bir ülke olarak, SSCB tehlikesi karşısında Batı devletlerinin politikalarını
benimsemesi ve Filistin Sorununda tarafsız bir tutum takınması, rasyonel bir
davranış olarak görünmektedir.551
Türkiye’nin, Filistin Sorununda tarafsız bir tutum gösterdiğine ve
sorunun barışçıl yollarla çözülmesi için çalışıldığına dair Dışişleri Bakanı
Necmettin Sadak’ın, Cumhuriyet gazetesinde beyanatları yer almıştır.552Ancak
Araplar ve Yahudiler arasındaki anlaşma zemininin bulunması çok zor görünüyordu. İsrail’i o güne kadar çok sayıda Batılı devlet tanımıştır.
Türkiye’den, İsrail’in tanınmasına yönelik ilk resmi açıklama o günlerde Dış
İşleri Bakanı Necmeddin Sadak tarafından yapılmıştır. Necmettin Sadak 8
Şubat 1949’da Anadolu Ajansına verdiği bir demeçte şöyle demiştir;553“İsrail
devleti bir vakıadır. Otuzdan fazla devlet tanımıştır. Arap temsilcileri de İsrail
temsilcileriyle konuşmaktadırlar. Türkiye'ye gelince, Uzlaştırma
Komisyonunda vazifemizi daha iyi görebilmek için bugünkü durumumuzu
değiştirmemeği daha faydalı buluyoruz”.
Necmettin Sadak’ın bu görüşlerinin ardından İsrail’in tanınması
hususunda BMFUK’ndaki temsilcimiz Hüseyin Cahit Yalçın, 5 Mart 1949
tarihinde verdiği bir demeçte şunları ifade etmiştir;554“Türkiye’nin İsrail’i
tanıması hususu, hükümetimizin bileceği bir iştir. Fakat bu, ilerde mutlaka
tahakkuk edecektir. Zira bütün dünya devletleri, İsrail’i tanımaya
başlamışlardır.” Türkiye’nin, BMFUK’daki temsilcisinin bu şekilde bir görüşe
sahip olması, Türkiye’nin İsrail’in tanınması konusundaki tavrını
netleştirmiştir.
Truman Doktrini ve Marshall Planı çerçevesinde ABD’den mali ve
askeri yardım alan Türkiye Hükümeti ve Genelkurmayı, ABD Başkanı,
Temsilciler Meclisi ve Senatosu üzerinde büyük bir etkiye sahip olan Yahudi
lobisini göz ardı edemezdi. Arap devletlerinin yanında olmak pahasına aldığı
yardımları ve Batının güvenlik sistemi içinde olmayı reddetmek o dönemin
koşullarına göre realist bir politika olarak görünmemektedir. Bu nedenle
Türkiye’nin BMFUK’daki görevini tamamlanmasının ardından, İsrail’i
tanınması rasyonel bir politika yaklaşımıdır.
Türkiye, Soğuk Savaş’ın başlarında yaşadığı SSCB tehdidinden
kurtulmak amacıyla NATO’ya üye olmak istemiştir. İsrail’in tanınmasındaki
zamanlama Türk kamuoyuna ve Batılı devletlere verdiği mesajlar açısından ilgi
çekici olmuştur. Türkiye, NATO’nun, Washington’da yapılacak kuruluş
toplantısından önce İsrail’i tanıyarak, Filistin Sorununda Batılı devletler ile
aynı politik görüşe sahip olduğunu göstermek istemiştir. Türk kamuoyuna ise,
SSCB baskısından kurtulmak için Batılı devletlerin kurduğu organizasyona
girmek amacıyla, o devletler ile benzer politikalar uygulamak zorunda
olduğunun mesajını vermeye çalışmıştır. Ancak İsrail’in tanınması kararı dahi,
Türkiye’nin, NATO’nun kuruluş toplantısına çağırılmasını sağlayamamıştır.555
Bu karardan sonra ABD ve İngiltere yetkililerinin Türkiye’ye verdiği teminatlar, Türk politikacıları için yeterli olmamış, siyasiler basına verdikleri
demeçlerinde bu durumu sıkça belirtmişlerdir.556
Türkiye’nin İsrail’i Tanımasına Türk Kamuoyunun Yaklaşımı
Türkiye, İsrail devletinin kurulması sürecinde dört yıl (1946-1949) gibi
kısa bir sürede birbiriyle çelişen iki farklı politika izlemiştir. İlk başlarda Arap
devletlerinin Filistin politikasını destekleyen Türkiye, SSCB tehdidinin
algılaması sonucunda Batı ittifakı içerisinde yer alabilmek amacıyla İsrail
devletine karşı tarafsız, hatta yakın bir politika izlemiştir. Türk kamuoyunun
büyük bir kısmı, SSCB tehdidi karşısında Batı ile olan ittifakı ve NATO’ya üye
olma sürecini bir zorunluluk olarak görmüştür. Sosyalistlerin başını çektiği bir
diğer grup ise, bu ittifakı ABD çıkarları için oluşturulmuş ve Türkiye’nin
çıkarlarını göz ardı eden bir bağımlılık projesi olarak isimlendirmişlerdir.557
Türkiye ile Arap devletlerinin yolları, Türkiye’nin, BMFUK üyeliği ve
Batı’nın desteğini alması ile ayrılmıştır. Bu olaylardan sonra Türk basınında,
İsrail aleyhine yapılan yorumlar azalmıştır. Zaten günlük olarak yayın yapan
gazetelerin yayıncıları ve önemli gazeteciler aynı zamanda CHP’nin
milletvekiliydiler. Basın, siyasi konularda yapacağı değerlendirmeler hakkında
hükümet yetkililerinden gerekli bilgileri aldıktan sonra yayın yapabiliyordu.
Resmi görüşe aykırı haber yapan gazeteler, günler hatta haftalarca
kapatılabiliyordu. Tek istisna olarak, hükümetin resmi yayın organı olarak
gösterilen Ulus Gazetesi, 1939-1946 seneleri arasında bir kere bile
yasaklanmayan tek gazete olmuştur.558 Bu şekilde Türk siyasi eliti, Filistin ve
İsrail hakkındaki görüşlerini, denetim altındaki basın aracılığıyla halka
aşılamayı amaçlamıştır.
Türkiye’de aydın kesiminde Arap devletleri konusunda olumsuz bir algı
bulunmaktaydı. I. Dünya Savaşı sırasında Arapların, İngilizlerle işbirliği
yaparak, Türklere karşı savaşması hafızalardan silinmemiştir. Bu nedenle I.
Dünya Savaşı’ndaki politikaları nedeniyle, Araplarla savaşarak kurulan İsrail
ile sıcak ilişkiler kurulması gerekmekteydi. Ayrıca Batılılaşmayı bir amaç
olarak gören Türkiye’de, Arap motiflerinden ülkenin arındırılması düşüncesine
sahip olan aydınların, Arap devletlerine yönelik olumsuz bakış açısı, İsrail ile
yakınlaşma ve tanıma konusunda etkili olmuştur.559
Türkiye deki Yahudi Cemaati ve Mason Cemiyetlerinin Tanıma Sürecine
Etkileri
Dünya Yahudi Kongresi 1 Mayıs 1947 yılında Türk Hahambaşılığını
kongreye üye olması konusunda davet etmiştir. Türk Hahambaşılığı hükümete
başvuruda bulunmuş, ancak bu başvuru reddedilmiştir. Türk Hükümeti’nin
reddetmesinin nedeni, Filistin’de yaşanan çatışmalar sürecinde, bu başvuruyu
kabul etmek Siyonizm Hareketi’ne yapılmış bir jest olarak görülebilir ve Arap
devletleri tarafından tepki toplayabilirdi. Türkiye’de azınlıklara karşı oluşan
olumsuz bakış açısı nedeniyle Yahudi Cemaatinin, Türkiye’nin, İsrail’i
tanımasında çok büyük bir rol oynadığı söylenemez. Ancak Türkiye’nin İsrail
konusundaki görüşlerinin 1947 yılı itibariyle değişmesiyle birlikte, Filistin’e
Türkiye’den yapılacak göçler ve Türkiye üzerinden yapılacak transit geçişlerde
organize ve etkili olmuşlardır. Ayrıca Türk Hükümeti yetkileri ABD’den
alınacak yardımlar konusunda bu ülkede oldukça etkili olan Yahudi lobisinden
yararlanmayı düşünmüşlerdir.560
Türkiye’nin İsrail DevletiniTanıma Sürecini Etkileyen Uluslararası
Faktörler
- Batıya olan Bağımlılık
Türkiye, Soğuk Savaşın başlarında yaşamış olduğu SSCB tehdidi
nedeniyle,güvenlik ihtiyaçlarını Batılı devletlerinin kurmuş oldukları güvenlik
sistemleri ile karşılamak istemiştir. ABD ve İngiltere’nin başını çektiği bu
organizasyonlarda yer alabilmek amacıyla bu devletlerin dış politika
kararlarına benzer politikalar uygulanmak durumunda kalınmıştır. Bu nedenle
ABD’nin desteklediği İsrail’in tanınması hususunda alınan yardımlar
hızlandırıcı bir etki yaratmıştır.
- Dünya Kamuoyunda Oluşturulmak İstenen Laik ve Modern Perspektif
Filistin Sorununda, Türkiye’nin hareket alanını kısıtlayan olgulardan
birisi de nüfusun dini yapısıdır. Sorunun taraflarından biri olan Arap devletleri
ile aynı dini paylaşan bir ülke olarak Türkiye, bu sorunun başlarında Arap
ülkelerinin söylem ve taleplerini desteklemeyi tercih etmiştir. Türkiye, Arap
iddialarını desteklerken bunu Arap devletleriyle olan dini yakınlığımız
nedeniyle yapmamıştır. O dönemde SSCB’nin sistemine benzer bir yapıda olan
İsrail devletinin, yeni bir komünist devlet olmasından çekinilmiştir. Ayrıca
İsrail’in ayrı bir devlet olarak kurulması, Ortadoğu’da sürekli bir çatışma
ortamını yaratacak bu durum ekonomik gelişmenin önünde engel olacaktı.
Ancak Türkiye 1947 yılından sonra Batılı devletlerin desteğinin sağlanmasının ardından İsrail’e olan yaklaşımında değişiklikler göstermiş tanıma konusunda
olumlu işaretler vermiştir. Nitekim Türkiye Batı ülkelerine, İsrail’i tanıyarak
olaylara sadece din bağıyla değil, rasyonel bakış açısı ile yaklaşabildiğini ve
laik bir ülke olduğunu göstermek istemiştir.561
- İsrail Parlamentosu ve Seçim Sonuçları
İsrail’in kurulduktan sonra SSCB’nin sistemine sahip bir devlet olma
ihtimali, Türkiye’yi çok fazla tedirgin etmiştir. Yeni devletin SSCB
kontrolünde olması, SSCB’nin bütün Ortadoğu’yu kontrol edebilme ihtimalini
ortaya çıkarıyordu ki, bu durumda SSCB, Türkiye’ye yönelik isteklerini
(Boğazlar, Kars ve Ardahan) daha büyük bir baskı ile hissettirebilirdi.
Filistin’e göçler devam ettikçe, Türkiye açısından dikkat çekici bir
durum oluşmuştur. Yahudilerin kaldıkları yerlerde, SSCB’nde yaygın olan
kollektif tarımcılık kelimelerinin kısaltılmasından oluşan Kolhoz Sistemine562
benzer çiftlikler (moshav-kibbutz) kurulmuştur. Ayrıca SSCB uydusu olan
Çekoslovakya yapımı silahlar, Yahudilerin ellerinde bulunmaktaydı. O
günlerde Türkiye’nin duyduğu kaygı Türk basınına da yansımış, Ömer Rıza
Doğrul (1893-1952) yazısında bu kaygıları ifade etmiştir.563
İsrail’in kuruluşundan dokuz ay sonra, 25 Ocak 1949 yılında yapılan
seçimlerde İngiltere’deki işçi partisine benzer Mapai Partisi, 46 koltuk alarak
seçimleri kazanmış, Komünizm yanlısı bir parti olan Mapam ise 19 koltuk ile
ikinci olmuştur.564 Türkiye’nin, İsrail’de iktidara SSCB yanlısı bir partinin
gelmesi konusundaki endişelerinin, yersiz olmadığı fakat aşırı olduğu
görülmektedir. Nitekim İsrail’in seçim sonuçlarının ardından Komünizm
yanlısı parti seçimleri kazanamayınca, Türkiye, İsrail ile daha yakın ilişkiler
kurmuştur. Hatta Ortadoğu’da, Arap devletleri tarafından Türkiye’ye karşı
yöneltilen yalnızlaşma ve çevrelenme politikasına, İsrail ile stratejik bir
ortaklık kurularak karşı koyulmuştur.565
- Türkiye’nin Birleşmiş Milletler Filistin Uzlaştırma Komisyonu Üyeliği
Türkiye BMFUK’na seçilirken Arap yanlısı bir ülke olduğu düşünülmüş,
ABD’nin İsrail’in yanında Fransa’nın ise tarafsız olacağı hesap edilmiştir.566
Bu oylama neticesinde Türkiye, Arap devletlerinin görüşlerini desteklemekten
uzaklaşmış, daha tarafsız bir politika izlemiştir.567 Hatta Türkiye, BMFUK
temsilcisi olarak Hüseyin Cahit Yalçın’ı atayarak, İsrail yanlısı bir politika
izlemiştir. Hüseyin Cahit Yalçın, II. Dünya Savaşı sırasında Türkiye’de oluşan
Almanya yanlısı havaya karşı çıkan, Almanya’yı ve Almanya’nın Yahudilere
yaptıklarını eleştiren nadir gazetecilerden biri olmuştur.568 H
üseyin Cahit
Yalçın’ın BMFUK’ndaki üyeliği Arap devletlerinin basınında büyük bir eleştiri
almıştır. “Yahudilere yardım ve Yahudi menfaatlerini tercih etmek bakımından
Yahudi murahhaslardan daha ileri gitmek”569 iddiaları Türk basınına da
yansımıştır.
İsrail’in tanınmasının ardından, Hüseyin Cahit Yalçın’ın Arap
devletlerine övgülerde bulunduğu yazısı dikkat çekidir.570 Hüseyin Cahit
Yalçın’ın tanıma kararı öncesinde Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye, İsrail’in
tanınması gerektiğini önermesine rağmen,571 tanıma kararının ardından bu
şekilde bir yazıyı kaleme almış olması, Türkiye’nin BMFUK’ndaki
temsilcisinin İsrail devleti konusundaki gerçek görüşlerini kamuoyundan
gizlediğini göstermiştir
.................
Türkiye’nin İsrail DevletiniTanıma Sürecini Etkileyen Küresel ve
Bölgesel Güçler
Amerika Birleşik Devletleri’nin Tanıma Sürecine Etkisi
Türkiye’nin, İsrail’i tanımasına en fazla etkisi bulunan ülke, muhakkak
ki ABD’dir. ABD politikacıları kendi ülkesindeki Yahudi lobisinden oldukça
etkilenmişler, seçim dönemlerinde yaşanılabilecek oy kayıpları nedeniyle de
çekinmişlerdir. Bu nedenle Yahudi lobisi, ABD başkanı ve politikacıları
açısından her zaman dikkate alınması gereken bir gücü ifade etmiştir.
Türkiye güvenlik kaygıları nedeniyle ABD yardımına ihtiyaç duymuştur.
Fakat bu ihtiyaç tek taraflı olmamıştır. ABD, Türkiye’ye Truman Doktrini
kapsamında askeri, Marshall Planı kapsamında Ekonomik yardım sağlamıştır.
Bunun tek nedeni Türkiye’nin, SSCB’nden gördüğü baskı değildir. ABD’nin
konu hakkında bazı endişeleri bulunmaktaydı. Bunlar;572
1. ABD, Boğazlar konusunda SSCB taleplerinin kabul edilmesi
durumunda, Türkiye’nin savunmasının çok zayıflayacağını biliyordu.
Bu sayede yayılmacı SSCB politikası, Türkiye üzerinde, doğal olarak
Avrupa çapında bir genişleme hareketi başlatabilirdi.
2. İran’da bulunan SSCB askerleri anlaşma gereği geri çekilecekti. Ancak
SSCB, askerlerini çekmek yerine takviye etmişlerdir. Bu durum İran’ın
tamamen SSCB kontrolüne girmesi sağlayacak, Türkiye, Ortadoğu ve
Avrupa’nın savunulması çok zorlaşacaktı.
3. Eğer SSCB, İran’da kalıcı olursa İran’da bulunan doğal kaynakları ele
geçirecek ve dünyadaki ham madde kaynakları üzerinde büyük bir
etkiye sahip olacaktı. Avrupa için hayati önemi olan bu doğal
kaynaklar, SSCB’nin eline geçebilirdi.
4.
ABD’de kuvvet komutanları tarafından hazırlanan bir raporda, Türkiye
ve Ortadoğu savunmasıyla ilgili çok ilgi çekici cümleler yer almıştır; “SSCB
barış döneminde Türkiye’yi ele geçirmeyi başarırsa, Ortadoğu’yu savaşarak
savunma yeteneğimiz tamamen ortadan kalkar”573 ABD’nin endişelerinden ve
raporlardan anlaşılıyor ki Türkiye’nin güvenlik kaygıları ile ABD’nin,
Ortadoğu ve Avrupa’ya yönelik kaygıları ortak noktalara sahiptir.
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin Tanıma Sürecine Etkisi
Türkiye’nin, İsrail’i tanımasına etki eden bir başka büyük faktör SSCB
olmuştur. Türkiye, II. Dünya Savaşı sonrasında, SSCB tarafından yöneltilen
tehditleri yaşamamış olsaydı, o dönemde daha fazla hareket alanına sahip
olabileceği bir Ortadoğu politikası izleyebilirdi. II. Dünya Savaşı’na
katılmamış olmasına rağmen, SSCB tehdidi karşısında büyük bir orduyu
bünyesinde barındıran Türkiye, SSCB’ne karşı yardım almaması durumunda
dahi karşı koyacağını göstermiştir. Ancak bu ordunun giderleri Türkiye’nin
ekonomisine büyük bir zarar vermiştir.574 SSCB’nin baskısı nedeniyle, mecburi
olarak yüksek sayıda askeri orduda bulundurmanın ekonomiye verdiği zararları, Başbakan Adnan Menderes NATO’ya üyelik konusunda yapılan bir
toplantıda ABD, İngiliz ve Fransız temsilcilerine belirtmiştir.575
Türkiye’nin bu dönemdeki siyasetinin, eğer Türkiye’nin güvenliği
tamamıyla sağlanamadığı takdirde, komünizm tehlikesinin sadece Türkiye ile
sınırlı kalmayacağını, Avrupa’ya da sirayet edeceği şeklindeki düşüncesini,
ABD’ye kabul ettirmek şeklinde olduğu görülmektedir. Bu değerlendirmeye
bakılarak Türk Hükümeti, yeni kurulmuş İsrail devletinin, SSCB yanlısı
olmasının düşük bir ihtimal olduğunun farkındaydı. Buna rağmen Türk
Hükümeti’nin, bu durumu kendi kamuoyuna ve Batılı devletlere naklederken,
büyük bir ihtimal olarak gösterdiğini ve komünizm tehlikesinin çok etkin
olduğunu belirttiği görülmüştür. SSCB, Türkiye’nin güvenlik kaygılarını
yükseltmiş, İsrail’i tanıma hususunda Batı ile olan müttefikliğin getirdiği
sorumluluklar nedeniyle tanımayı hızlandırıcı bir etki yaratmıştır.
İngiltere’nin Tanıma Sürecine Etkisi
İngiltere, Osmanlı İmparatorluğunun gerileme döneminden itibaren ve
Türkiye’nin kuruluşundan sonra uyguladığı denge politikasının en önemli
aktörü olmuştur. Filistin Sorununda da Türkiye konuyu İngiltere’nin kendi iç
meselesi olarak yorumlamıştır. Türkiye’nin İsrail’i tanımasından önce Dışişleri
Bakanı Necmettin Sadak, İngiltere Dışişleri Bakanı ile görüşmek için
Londra’ya gitmiştir. Londra görüşmesinin ardından, İsrail hakkında sorulan
sorulara Dışişleri Bakanı Necmettin Sadak’ın verdiği cevaplar576, tanıma
kararının yasal sürecin sonuna bırakıldığı yönündedir. Bu yanıtlar toplantılarda
Filistin Sorununun görüşüldüğünü ve bir karara varıldığını göstermiştir.
İngiltere ve Türkiye’nin, İsrail’i fiili ve hukuki olarak tanıma kararlarının
tarihlerine bakılacak olursa, çok yakın tarihlere sahip oldukları görülmektedir.
Tanıma kararlarından önce İngiltere ile yapılan görüşmeler göz önünde
bulundurulduğunda, İngiltere’nin, Türkiye’nin dış politikası üzerindeki etkisi
görülmektedir.
Arap Devletlerinin Filistin Sorununa Yaklaşımı
Arap devletleri Türkiye’yi İsrail’in tanınmaması konusunda
etkileyememişlerdir. Bunun nedenlerine bakılacak olursa; ilk olarak Arap
devletleri Soğuk Savaşın başlarında Türkiye’nin güvenlik ihtiyaçlarını
karşılayacak güce sahip değildiler. Bir diğer neden ise, Arap devletlerinin kendi
arasındaki anlaşmazlıklardır. Hepsi Filistin’de bir Yahudi devleti kurulmasını engellemek için çaba sarf etmiş, hatta savaşmışlardır. Fakat Filistin’de Kudüs
Müftüsü Hacı Emin El-Hüseyni gibi bir liderin önderliğinde, Filistinlilerin
kendi devletlerini kurmalarını istememişlerdir. Hatta etkili bir lider olan Kudüs
müftüsünün önderliğinde kurulacak bir Filistin devletinin, tehlikeli
olabileceğini bile düşünmüşlerdir.577 Ayrıca Arap-İsrail Savaşında Arap
devletlerinin aldığı yenilgiler ve gizliden gizliye İsrailli idarecilerle görüşen
Arap devletlerinin idarecilerinin bulunması Türkiye’nin tanıma kararını
vermesi yönünde etkide bulunmuştur.
İran’ın İsrail’i Tanıması
İran ile İsrail, bölgede müttefik olmalarını sağlayacak benzer sorunlara
sahip olmuştur. En önemli ortak problemleri, kendilerine karşı saldırgan bir
tutum izleyen Arap devletleri olmuştur. İsrail yeni kurulmuş bir devlet olarak
insan gücüne ihtiyaç duymuştur. Bu nedenle SSCB’nden gelecek göçlerin
büyük önemi bulunmaktaydı. İsrail, ABD ile müttefik olmasına rağmen Yahudi
göçü nedeniyle SSCB’yle de düzeyli bir ilişkiye sahip olmak zorunda kalmıştır.
Bu göçlerde İran’ın, İsrail’e büyük bir desteği olmuştur. Irak’tan kaçan
Yahudilerin güvenli bir şekilde İsrail’e göçü İran’ın desteğiyle sağlanmıştır.578
İran’ı, İsrail’i tanıması konusunda etkileyen en büyük etken SSCB destekli
Arap yayılmacılığı olmuşken, Türkiye’yi ise direkt olarak SSCB yayılmacılığı
etkilemiştir.
İran, Türkiye’nin Arap devletlerine İsrail ile sadece kendi ülkesinin ilişki
kurmadığını, diğer bir Müslüman topluma sahip ülkenin de ilişkiler
geliştirdiğini göstermesi açısından önemli olmuştur. İran’da Türkiye gibi SSCB
baskısına maruz kalmış hatta işgal edilmiştir. Ayrıca İran, Arap devletleri
tarafından kuşatılmış ve bölgede Türkiye gibi yalnızlık yaşamıştır. İran ve
Türkiye yaşadıkları bu sıkıntıları İsrail ve Yahudi lobisi aracılığıyla ABD’nin
desteğini alarak aşmışlardır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder